Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Pazartesi, Temmuz 26, 2010

Peygamber



Un Prophète (2009), Jacques Audiard'ın Cannes Film Festivali'nde geçen yıl en iyi film ödülünü alanson filmi. İki saatten uzun olmasına rağmen neredeyse gözümü kırpmadan seyrettim ve La Haine'den sonraki göçmenler üzerine, göçmenler üzerinden yapılmış en iyi film diyebilirim. Bu yılın eni yi filmlerinden birisi.
İsmi nedense bana yıllar öncesinde okuduğum Tahsin Yücel'in Peygamber adlı romanını hatırlattığı için zihnimi kitapla bağ kurmaya zorluyor. Ama nafile, aralarında bir bağlantı bulmak neredeyse imkansız. Şu satırları yazarken zihnim de pes etti bir bağ kurma konusunda..
Şansın, yırtmanın, kaderin filmi değil bu film.
Hayatta ne istediğini bilmeyen, başkalarıyla göz teması bile kuramayan ama bir şekilde hapise düştükten sonra önce bir katile, sonra ise bir mafya babasına dönüşen yetimhanede büyümüş Arap kökenli bir çocuğu bilindik kalıplarla anlatan bir film de değil.
Müthiş oyunculukların (özellikle Malik rolünde başrolde izlediğimiz Tahar Rahim'in), şaşırtıcı bir senaryonun, başarılı kurgunun, stylistic kamera kullanımının, farklı açıların filmi.
Türkiye'de gösterime girmemesi büyük şansızlık. Şanslı olanlar zaten festivallerde seyretmişlerdi. Yer bulamadığım için zamanında seyredemedim ama kopya-mopya seyretmeye sonunda muvaffak oldum. İyi ki...

Cuma, Temmuz 23, 2010

görünen görünmeyen



Paul Auster'in hiç kuşkusuz çok zevk aldığım romanları olmuştur. Özellikle kendi dilinden okuduğumda belirgin bir tat bıraktığını, Proust'un Madley çikolataları gibi, hatırlıyorum. Ama sanki bir yerden sonra hep aynı kitabı okuduğumu düşünmeye başladım. Yaratıcı yazarlık denen tarzın yarattığı sıkıntıları romanlarında daha fazla duyumsuyorum. Özellikle son romanı Görünmeyen böylesi bir sıkıntıya karşılık geliyor bende. Zorlama diyeceğim bir yanı barındırıyor. Tamam, fikir güzel, kendi içine dönen üstkurgusal denebilecek bir fabulayı da içeriyor. Ama belki ilk romanı olabilecek sığlıkta dönüp duruyor, hep aynı yerde takılıp kalan bir şarkıya dönüşüyor.
Aynı derde başka bir açıdan, kitaptaki anlatısal hatalardan, yaklaşan bir yazı okudum bugün Varlık'ta. Haluk Sunat'ın yazısı bana Auster'de neyi sevmediğimi hatırlattı. Sürekli geçişler yapıyor Auster: Bir insanın hayatını bir kaç satırla anlatıyor, olayları özetliyor, tüm olanı biteni seyircinin hiç bir boşluk doldurmasına izin vermeden aktarıyor. Tam bir roman Tanrısı; bir deus ex machina gibi her şeyi bir anda çözümlüyor. Okuyucu okuyor sadece. Buna izin veriyor.
Bana kalırsa Auster'in tarzı sinemaya, ana akım anlatı sinemasına çok yakışıyor. Hep Hollywood için yazıyor sanki. Biraz zorlasam kodlarını çıkartabileceğim bir anlatı tarzına sahip ve bu beni rahatsız ediyor.

Perşembe, Temmuz 08, 2010

pink flamingos



Herhalde seyrettiğim en ilginç filmlerden birisidir bu film. Uzun yıllar önce Seattle'de, 25. yılı nedeniyle (demek ki 1997 yılında) tekrar gösterime girmesi sayesinde seyretmiş, tadı da damağımda kalmıştı. Ben döndükten sonra Türkiye'de de film festivallerinde bir şekilde gösterildi bu acayip kelimesinin hakkını veren film. Aklımda kalan onlarca sahne var bu kadar yılın üstüne. Sanatsallıkları değil sahneleri unutulmaz kılan; rahatsız ediciliği, ama bir o kadar da eğlenceli oluşu. Resimde gördüğümüz Divine'ın çekinmeden oynadığı sahneler (örneğin köpek pisliğini ciddi ciddi yiyişi, ne demek istediğim anlaşılır sanırım) onu da kült kategorisine çoktan yerleştirmiştir. Uzun yıllar sonra nette gördüğüm bir resim sayesinde aklıma düştü. Tekrar bulmalı bir yerlerden.

Filmin soundtracki de 1997 yılında yayınlanmıştı ve en unutulmaz şarkılardan bir tanesi Link Wray and His Ray Men'in The Swag'iydi. Üşenmeden buldum. İşte linki:

http://listen.grooveshark.com/#/artist/Link+Wray+and+The+Wraymen/1326539