Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Pazartesi, Temmuz 18, 2011

Fluxus Sergisi

Ankara'da Cer Modern'de devam eden Almanya'da Fluxus'un Öyküsü (1962-1994) sergisi sanırım bu yazın en güzel süprizlerinden oldu. Nam June Paik'ten, John Cage, Mary Bauermeister'den Tomas Schmit'e nesneler, nota yazımları (partitur), grafik çalışmalar, yerleştirmeler, yayınlar ve Almanya’da gerçekleştirilen en önemli konserler gösteriliyor.

Since Marcell Duschamp This is Art



Since John Cage This is Music!

Cuma, Temmuz 15, 2011

Yalvarırırm Beyfendi Saatiniz Kaçı Gösteriyor?

http://www.archive.org/details/sahipsizinsesi-a001_-_sifir_-_yalvaririm_beyfendi_saatiniz_kaci_gosteriyor

Zafer Aracagök'ün Sevim Burak'ın eserlerinden yola çıkarak yapmış olduğu 2007 tarihli ses enstalasyonu "Yalvarırım Beyfendi Saatiniz Kaçı Gösteriyor?"da Aracagök, Sevim Burak ile arlarında oluşan rezonansı şöyle aktarıyor (Bir+Bir'den dikiz):

Buna anlamdan çok, anlamı aşarak bir sese dönüşmesi diyebilir miyiz?
Bu dönüşüm zaten Sevim Burak'ın yapıtlarında mevcut. Yani sözcükler hiç bir zaman beklediğimiz yerlerde karşımıza çıkmyorlar, fakat bu kuşkusuz anlamsız bir edebiyattan çok, anlamını sözcüklerin kendine has bir gramerle, kendine has bir ses ekonomisi içinde kuran, anlama yeteneiğimizden çok, duyumlama yeteneğimize hitap eden bir edebiyat oluşturuyor. Be yaklaşım benim sanat ve düşünce anlayışıma çok yakın düştüğü için Sevim Burak'la aramızda "dolaysızıyla" müthiş bir rezonans var.


Bu kısım da 22/11 grubunun Radikal'deki söyleşisinden:
Bana ıslak mayonuzu gösterin' cümlesi neyi ifade ediyor?
Bu cümle 'Afrika Dansı'nda geçiyor. Bir intihar sarmalının haletiruhiyesi aslında. İlla da fiziksel bir intihardan bahsetmiyor yazar. Bireyin kendi içindeki daralmaları, çaresizlikleri ya da toplumla uzlaşamama noktasında geldiği bir sıkışmışlık. Burak, 'Afrika Dansı'nda bir hastaneyi anlatıyor. Eskiden hastanelerde hasta olmak bir kabahatti. Hastabakıcılar da hastaları rahatsız edermiş. Sevim Burak'ın metni de tamamen buna değiniyor. 'Bana ıslak mayonuzu gösterin' cümlesi bir azarlamayı, baskıyı deşifre ediyor. Bununla birlikte ıslaklık kavramı da birdenbire bizim performansımızın temel fikri oldu. Islanmak, ıslaklık, ıslanmanın getirdiği tedirginlik. Dansçılar sahnede ağır bir ıslaklık mücadelesi yaşıyorlar. Şunu da söylemek gerekiyor: Sevim Burak beş yaşında ıslak mayoyla kaldığı için bir akciğer hastalığına yakalanıyor. Bu akciğer hastalığı onun peşini hiç bırakmıyor. Zaman zaman hastanelere yatıyor. Açık kalp ameliyatı geçiriyor. Ölümü de bu hastalık yüzünden. Islak mayoyla kalakalmak çok masum bir çocukluk suçu ama hayatınız boyunca sizin peşinizde...

Salı, Temmuz 12, 2011

Gişe Memuru


Tolga Karaçelik'in yönettiği Gişe Memuru (2011) sağlam kurgusu ile başarılı bir ilk film olmanın hakkını veriyor. Daha önceleri TRT ekranlarında sempatik bir spiker olarak Anadolu'yu dağ taş gezen Serkan Ercan da fena değil. Gişe memuru olmanın monotonluğu (al para-ver para), sıkıcılığı (günde sadece üç arabanın geçtiği gişeler), işine yabancılaşma, filmde Kenan'ın psikolojik rahatsızlığı, iç sıkıntısı, çocuklğundan gelen depresyon ve babasının yarattığı travma ve bunun veriliş şekli, babasıyla ilişkisi ve babasının tüm hayatına müdahalesinin yarattığı patlama noktası (babasının kalp krizine müdahele etmeyecek kadar ona duyduğu tepki), başarılı replikler (10 ver 7 veriyim, biletini kesiyim, düğmeye basiyim... 20 ver 16 veriyim, biletini kesiyim, düğmeye basiyim... 50 ver 46 veriyim, biletini kesiyim, düğmeye basiyim..ben buyum baba..gişe memuruyum...) filmde tat bırakıyor.
Benim en çok sevdiğim sahne ise gişedeki televizyonda oynayan Metin Erksan'ın unutulmaz film Sevmek Zamanı'ndaki replik:

'Ben seni değil, resmini sevdim.'

Cumartesi, Temmuz 09, 2011

uyanmak uyumuşcasına



Güzel bir kitap okumaktan duyulan haz gibi.Güzel bir kitabın ardından daha da güzel başka bir okumak ya da.
Hep okumak isteyip bir türlü sırasının gelmediği, gelemediği bir kitabı sonunda okumanın verdiği sonluluk.
Ya da seyrettiğin güzel bir filmin başka bir filme öykünmesini yakalamak.
Kağıt helvayı ev yapımı dondurmayla yemek.
Balkondan güneşin batışını seyrederken, kuş seslerinin iç sesine eşlik etmesi.
Hiç bir şey bitmez diyen bir şarkının tınısının seni cezbetmesi, yeni bir ses keşfetmenin verdiği mutluluk. Sadece mutluluk değil, çoğalma duygusu. Dünyanın hiç olmadığı kadar genişlemesi.
Ruh ikizini bulmak. Seni anlaması. Dinlemesi. Paylaşması.
Ürettiklerinin ortaya çıkmadan önceki sabırsız bekleyiş. Bekleyişin verdiği yorgunluk. Durulmamak. Devam etmek.
Yeni tatlar keşfetmek, farklı baharatlarla yapılan yemekler yemek.
Yağmur sonrası sevgilinin terasında o kokuyu içine çekmek. Ayaklarını demir parmaklıklara uzatarak şehrin muhtelif yerlerindeki hava fişeklerinin patlayışını seyretmek. Güneşin batışını, doğuşunu izlemek. Çileklerin günbegün olgunlaşmasını incelemek ve bir doğum günü hediyesi olarak nefis tadına bakmak.
Güneşin içini ısıtması, gölgenin ılıtması.
Sonunda uyanmak uyumuşcasına. En derin uykudan,.

Çarşamba, Temmuz 06, 2011

menşe-i meçhul

Lütfen der gibi ellerini öne uzattı, arkasını dönüp tahtaya doğru yürümeye başladı. Yürürken bir şeyler söylemeye devam ediyordu fakat sesi snıfın duvarlarında kayboluyordu. Yanında durmadan hapşıran, burnunu çeken siyahi öğrenciyle ders boyu yanyana oturacaktı. Eliyle yüzünü kapatıp mikropların ona ulaşmasının önüne geçmeye çalışırken yanındaki sarışın kız öğrenci aniden hapşırıverdi. Kafasını bir ara şöyle bir döndürüp göz ucuyla arkasına baktı. Birşeylere bakmaya değil, bir şeyleri kontrol etmeye çalışıyordu. Elini sandalyenin üstüne koyup, başını hafifçe sağa eğerek diğer elinin üstüne yerleştirmiş. uyumaya hazırlanıyordu sanki. Birden sandalyesinde kendine çekidüzen vererek şöyle bir doğruldu. Uykunun ağırlığını üzerinden atmaya gayret ediyordu. Belli ki uykusu dağıldı. Kafasını biraz daha yukarı kaldırarak derse yoğunlaşmaya çalıştı. Aynı anda hoca sesini kalınlaştırarak TV haberinde seyrettikleri anchormanın sesini taklit ediyordu.

Pazar, Temmuz 03, 2011

Çivili tahtada futbol

Şimdinin bilgisayar oyunlarından kafalarını kaldıramayan çocuklar, acaba eskinin çivili tahta üzerinde madeni parayla oynanan futbolu görseler ne düşünürler? Muhtemelen çok sıkılırlar. Zira bu oyunda gerekli olan dikkat, azim, kararlılık ve hepsinden önemlisi sabır şimdilerin ekstra hız dünyasında pek de cazip gelmez. Çivili tahta üzerine belirli aralıklarla ve sırayla dizilen çivilerin arasında sırayla madeni parayı iterek, aralardan zoraki geçirerek karşı kaleye ulaşıp gol atmaktır hedef. Kolay gözükür ama hiç de değildir aslında. Para geçmek bilmez çivilerin arasından, geçince de zaten biraz ilerleyip başka bir çiviye çarpıp kalıverir. Paraya hızla vurmak da çözüm değildir; ters tepebilir, o hızla geri dönüp bir anda kendi kalenizin önünde bitiverir oyun. Bazen tahta dışına da kaçar doğal olarak madeni para. Böyle durumlarda ise paranın yarısının dışarda bırakılarak baş parmağın veya işaret parmağının ucuyla havalandırıp rakip tarafa en kısa yoldan gidilmeye çalışılır. Tahta üzerinde benim en çok hoşuma giden, üzerinde uğraşmaktan zevk aldığım yer ise kalelerdi. Tahta üzerine saha çizgileri, korner, penaltı atışı noktası çizmek zaten elzemdi. Ama kalenin arkasına ağ yapmaya çalışmak en büyük meşgaleydi bu oyunda. Kah bir naylon parçası, kah bir yerlerden edinilmiş delikli kumaşlar müthiş kale ağları olurlardı. Böylelikle gol olduğunda madeni para dışarı kaçmaz ve oynanan oyundan duyulan haz artardı.
Ezcümle 80'li yıllar daha yaratıcılık gerektiriyordu çocuklar için.

Cuma, Temmuz 01, 2011

Çöl büyür


Herkesin bir Tatar Çölü var.
Tüm hayatını Bastiani kalesinde geçiren Giovanni Drogo gibi. Drogo subay olarak ilk tayinini olduğu, kimsenin umursamadığı sınırdaki bu iç karatıcı kalede bir kaç gün bile geçirmek istemez. Dört ay sonunda gidecektir, kararlıdır ama tüm hayatını, sonunda hastalandığı için onursuzca, hem de tüm hayatı boyunca bir asker olarak çıkmasını umduğu bir savaşın arifesinde uzaklaştırıldığı bu kalede geçirir.
Bir türlü gidemez, vazgeçemez. Şehir hayatı ona yabancılaşır git gide. Aldığı izinlerden erken döner kaleye. Arkadaşları, sevdiği kız, annesiyle kaldığı evdeki oda, hiç bir şeyin eski tadı yoktur nedense. Bunları değiştirmek için hiç bir şey yapmaz, yapmak istemez Drogo. Mistik bir şekilde onu geri çağıran kalede bulur her defasında kendini. En sonunda karar verdiğinde, üzerinden yıllar geçmiştir bu arada, tayini de gerçekleşmez. Zira, kaledeki alayın bir kısmının tasfiye edileceğini öğrenen silah arkadaşları çoktan tayin istemiştir. Drogo'ya sıra gelmeyecektir.
Herkesin Tatar Çölü var. Önemli olan vazgeçebilmek gerektiğinde. Durmak, değiştirmek.
Ne demişti Nietzche: İçinde çöl büyüyenün vay haline!