Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Cuma, Temmuz 23, 2010

görünen görünmeyen



Paul Auster'in hiç kuşkusuz çok zevk aldığım romanları olmuştur. Özellikle kendi dilinden okuduğumda belirgin bir tat bıraktığını, Proust'un Madley çikolataları gibi, hatırlıyorum. Ama sanki bir yerden sonra hep aynı kitabı okuduğumu düşünmeye başladım. Yaratıcı yazarlık denen tarzın yarattığı sıkıntıları romanlarında daha fazla duyumsuyorum. Özellikle son romanı Görünmeyen böylesi bir sıkıntıya karşılık geliyor bende. Zorlama diyeceğim bir yanı barındırıyor. Tamam, fikir güzel, kendi içine dönen üstkurgusal denebilecek bir fabulayı da içeriyor. Ama belki ilk romanı olabilecek sığlıkta dönüp duruyor, hep aynı yerde takılıp kalan bir şarkıya dönüşüyor.
Aynı derde başka bir açıdan, kitaptaki anlatısal hatalardan, yaklaşan bir yazı okudum bugün Varlık'ta. Haluk Sunat'ın yazısı bana Auster'de neyi sevmediğimi hatırlattı. Sürekli geçişler yapıyor Auster: Bir insanın hayatını bir kaç satırla anlatıyor, olayları özetliyor, tüm olanı biteni seyircinin hiç bir boşluk doldurmasına izin vermeden aktarıyor. Tam bir roman Tanrısı; bir deus ex machina gibi her şeyi bir anda çözümlüyor. Okuyucu okuyor sadece. Buna izin veriyor.
Bana kalırsa Auster'in tarzı sinemaya, ana akım anlatı sinemasına çok yakışıyor. Hep Hollywood için yazıyor sanki. Biraz zorlasam kodlarını çıkartabileceğim bir anlatı tarzına sahip ve bu beni rahatsız ediyor.

Hiç yorum yok: