Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Perşembe, Aralık 07, 2006

angaragücü taraftarı

sabırsızdır...27 kasım 2005 ankaragücü samsunspor maçı'nın başlama düdüğü çalınır, maça başlayan ankaragücü bir iki hazırlık pası yapar, ilerleyen dakikalarda ankaragücü'nün golünü atacak olan abdurrahman dereli topu kaptırır. henüz 40. saniyedir, ancak arkamızda oturan bir abi bağırır:

- hoca çıkar şunu ya! yeter artık!..
(sözlükten alıntı)

Perşembe, Kasım 30, 2006

metinde punctum

Latincede "sivri uclu bir nesne ile olusturulan iz, delik, sıyrık" gibi anlamlara gelen punctum Barthes’in Camera Lucida kitabında kullandığı şekliyle, fotoğrafta studium’(inceleme, uygulama, calisma ve bunlarin sonucu olarak birseye ilgi duyma, anlama, zevk alma, kısacası fotografın analizi) la açıklanan ortak alanı delen, yırtan, ve o imgeyi kişisellestiren, fotoğraftan ok gibi çıkıp bize saplanan öğedir. Punctum hiçbir ortak dille, tarihsel sosyal kültürel gondermeyle aciklanamaz, fotografin bir kosesinde yer alan ufak bir ayrintida gizlidir. Bu tanımıyla felsefede yine Latince bir terim olan ve öznel hissiyat (subjective feeling) anlamına gelen qualia'yla karşılaştırılabilir. Qualia, herhangi bir algoritmik yapıyla açıklanamayan tümüyle bize ait duyulardır. Güneşin doğuşundan duyulan haz, kırmızının kırmızılığı gibi özellikle de zihnin berişimsel modelleriyle açıklanması imkansız olduğu iddia edilen bir nosyondur. Tekrar punctuma dönersek, fotoğrafta oluşabilen bu okun, okuduğumuz bir metinde oluşmaması için herhangi bir neden yoktur. Tıpkı fotograf gibi, bizi gelip geçen bir kelime, duygu, düşünce yumağını bir metinden de elde edebiliriz. Ben buna kanıt olarak okuduğumuz bir metnin farklı zamanlarda bizim için farklı anlamlar yaratabllmesini gösterebilirim. Farklı zamanlarda okunan metindeki farklı düşünsel yoğunluklar buna neden olur. Hatta, biraz daha genel olacak ama, söylenen bir laf vardır.: Klasikleri hayatınızın farklı dönemlerde okuyun. Zira, her defasında farklı birşeyler alırsınız diye. Keza, bir metnin belirli parçaları için bile geçerli olabilecek şekilde farklı zamanlarda farklı tatlar alabilmeyi bu punctum sağlar. Ama ben biraz daha ileri giderek, bu punctumun sadece metinin yarattığı düşüncelerde değil, belirli kelimeler üzerinde de olduğunu iddia ediyorum.

Çarşamba, Kasım 29, 2006

paylaşılan an

Otelde kumanda aletinin bitmiş pillerini değiştirmek için resepsiyonu aradıktan bir kaç dakika sonra görevli geldi. Bitmiş pilleri aldı, yenilerin taktı ve kanallar arasında gezinerek televizyonda denemeye başladı. Kumanda aleti çalışıyordu, ne var ki, bir iki kanal sonra takıldı, kanal görevlinin basmasına rağmen bir türlü ilerlemiyordu. Kumandanın takıldığı kanal porno yayın yapan bir kanaldı ve bir türlü düzelmeyen kumanda aletini düzeltmeye çalıştıkça görüntüye takılan gözleri ancak başka yerlere bakarak uzaklaştırabiliyordu. Bu istemsiz ve sıkıntılı diyebileceğimiz paylaşılan an bir kaç saniye sonra kumandanın düzelmesiyle sona erdi.

Salı, Kasım 28, 2006

Dolmuşta

Dolmuşta akşam saatlerinin sıkışıklığla yol alırken en önde oturan teyze şoföre sordu:
-Bu yüksek binalar Basın Sitesi mi?
Şoför, ya kendini sıkıştıran arabadan kurtulmanın yollarını aradığından kafası meşgul olduğundan duymadı, ya da duymamazılığa gelerek soruya cevap vermedi. Teyzenin sorusu havada kaldı.
Dolmuş sıkışılıkta bir süre daha gittikten sonra teyze, yol boyunca yapmış oldukları muhabbetin samimiyetine güvenmiş olarak tekrar sordu:
-Bu binalar Basın Sitesi mi?
Şoför yine cevap vermedi. Teyzenin suratı asıldı, tümüyle önüne döndü.
Dolmuş biraz daha gitti. Teyzenin hemen arkasında oturan başı bağlı başka bir teyze, iyilik etmek istediğinden olacak lafa karıştı:
-Basın sitesinin binaları işte burası.
Ne var ki, biraz önce cevap alamamanın moral bozukluğundan olacak teyze cevapla hiç ilgilenmedi bile. Biz yolculara ise bir kaç dakika boyunca o trafik sıkışıklığında havada asılı kalan bir kaç söz kaldı.

Perşembe, Kasım 16, 2006

önce ağaçlar

"Yazmayı sevmiyorum. Önce senaryoyu yazmayı, sonra da film çekmeyi istemiyorum. Zira film çekmeden önce tüm detayları kafanızda oluşturmanız gerekiyor. Bir mimar önce binayı tasarlar, sonra da "şimdi de binanın önünde ağaçlar olmalı" der. Ben ise önce ağaçları koyuyorum, sonra binayı çiziyorum. Bir parça toprağım, ağaçlarım var. Şimdi de sıra bina da diyorum. Bu yüzden pek çok filmim kısa bölümlerden oluşuyor, sonra onları biraraya getiriyorum. Filmlerim de farklı kısa filmlerden oluşuyor." (Kar Wai)

Salı, Kasım 14, 2006

Kar Wai

-Wong Kar Wai'yi neden seviyorsunuz?
-Seyrettiğiniz ilk filminin "In the mood for Love" olduğu bir yönetmeni sevmemeniz mümkün değildir. Daha önce hiç bir örneğini görmediğiniz Hong Kong sinemanın hiç bilmediğiniz bir kültürün üzerinden akan bir film. Kadınların bir biblo gibi giyim tarzlarından, makyaj biçimlerine kadar bir gerçekliğin barındığı bir yapı. Ve müzikler. O müziklerin ve filmin içerisine yedirilmesi. Savaş filmlerinde kendinizi kahramnın yerine yerleştirmezsiniz, daha çok iyiyle kötü arasındaki bir savaşta iyiyi tutma meyildesinizdir. Ama aşk filmlerinde duyduğunuz sızı, sizi kahramanın yerine geçirir, film artık sizin aşkınızı anlatır. Ve yaşadığınız an buna uygunsa herşey hazırdır, ıstırap için. Bir de üstüne Nat King Cole.
(Devam edecek...)

Cumartesi, Kasım 11, 2006

Cool

Jean Baudrillard, Cool anılar III-IV kitabından:
Max Ernst bir bahçe resmi yapıyor. Tablo bittiğinde bahçedeki bir ağacın resmini yapmayı unuttuğunu farkediyor. Derhal ağacı kestiriyor.

Pazar, Ekim 29, 2006

Zırvalamalar I

Yatağa uzanıp yorgunluğun keyfini çıkartarak bir o yana bir bu yana dönüyor, yüzün yastıkla temasından zevk alıp geriniyordum. Birden duvardaki o çok renkli reprodüksiyonu farkettim. Kendimi onun üzerinde gezinirken hayal ettim. Tıpkı bir böcek gibi o kaygan pürüssüz, sert ve soğuk yüzeyde rahatlıkla hareket ettiğimi düşündüm. Yooo, aklıma hiç de örümcek adamı getirmedim. Aslını söylemek gerekirse flmini bile seyretmişliğim yoktur. Burada hoşuma giden duygu, bu yeteneğimi sadece benim bilecek olmamdı. O an bu yeteneğin sahibi olacağımın bilincine vardım. İstersem yapabilirdim. Denedim, yaptım, ve bu sırrı kimseyle paylaşmamaya karar verdim.

Pazartesi, Ekim 23, 2006

özgürlük vs.

Fransız devriminin en önemli sloganı bilindiği üzere "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" şiarı. Bu sloganın başarısı bu üç terimin de birbirini tamamlamasında yatıyor. Örneğin tek başına bir özgürlük, eşitlik veya kardeşliğin olmadığı durumlarda anlamsız. Ama neden özgürlüğe dereceler biçebiliyoruz da kardeşlik veya eşitliğe (herkes eşit ama bazıları daha da eşit gibi ironilerden kaçarak) biçemiyoruz? Özgürlüğün sınırları olmalı mı?
Aslında bu soru ilk bakışta oldukça banal bir konunun da içeriğin oluşturur. Üzerinde binlerce kitabın yazıldığı, herkesin artık üzerinde düşünmesine gerek kalmadığını hissettiği, söylenecek sözün eskisinin reprodüksiyonu olma gibi bir sıkıntıya düşebileceği bir konu. Biliyorum ama arkadaşımla konuşurken bana özgürlüğün sınırları olması gerektiğini anlatmaya çalışması bugün ABD'nin 11 Eylül sonrası, geçmişin de bürokratik ülke deneyimleri ışığında tekrar tartışılmaya başlanması ilgilendiriyor. Evet, özgürlük tek başına ne kadar anlamlı sorusu önemli bir sorudur? Peki tek başına eşitlik ne kadar anlamlıdır? Veya özgür veya eşit olmadan kardeş olmak ne demektir? Birisinin fazlalığı diğerini bastırdığı zaman mı sorun olur, birisinin azlığı diğerlerini manüple ettiği zaman mı?
Karar sizin..

Cuma, Ekim 06, 2006

Yine Gençler

Ankara'ya geldiğim ilk yıllarda gittiğim bir Ankaragücü-Gençlerbirliği maçinda kale arkasinda Gençlerbirlikli taraftarlarin arasına düsmüstüm. O zamanlar henüz ne Ankaralı ne de Gençlerli olmuştum. Sade bir futbolsever olarak tıklım tıklım tribünler önünde oynanacak heyecanlı bir Ankara derbisini izlemeye umarak gelmiştim maça. İlk hayalkırıklığım boş tribünlerdi. İkincisi ise Ankaragücü seyircisinin tezarühatıydı: "Bugun Gençlerli, yarın Fenerli!" Bağıranlar çok uzakta da değillerdi. Gençlik Parkı kale arkasında Gençlerbirliği'ne ayrılan bölümü sahayı çaprazdan gören kısmına çöreklenmiş Ankaragücü seyircisiydi onlar. Taşradan geliyordum ve benim geldiğim yerde kendi tribününüzde sizin aleyhinize böyle bağırılacak olsa büyük cingar çıkar diye düşünüyordum. Ama Gençlerbirliği seyircisi hiç kaale almadı bu tezahüratı. Gençlerbirliği forması giymiş bir ihtiyar çıktı “Haydii Gençler” diye bağırdı. Etrafından ona destek geldi. İhtiyarlar tribünü (o zamanlar tabii ki bilmiyordum böyle adlandırıdıklarını) arada sırada kendi kafasına göre bağırdı maç içerisinde. Çok da fazla ateşli seyirci yoktu ortalıkta. Oynayanı alkışlayan, faullerde kızan bir seyirci topluluğu. O sıkıntıyla “tabii ya”, dedim kendime, “Ankara seyircisinin tek takimı olsa gerek, seyircisi daha fazla tek takımı, o da Ankaragücü muhtemelen. Tek amaci ligde tutunmak olan bir takımın zaten taraftarı da olamazdi, olsa bile o da zaten baska bir takimın taraftarıdır. O gün maçta kerhen destekliyordur”. Kendimce böyle bir açiklama getirebilmistim bu tezahürata o zaman.

Bugün o noktadan çok uzaktayiz, en azindan ben tribünlerden bu tezahürati Ankara'da uzun zamandir duymuyorum. Ankaragücü ise zaten o eski “bastır Angaragücü” günlerinden çok uzak, kümede kalma savaşı veriyor her yıl. Gençlerbirliği ise o oynadığı sezon herkesin takdirini ve sevgisini kazanıp İstanbul oligarklarına saha dışında yenilip 3.lügle yetinmek zorunda kaldığı ve UEFA’da Avrupa’nın adı-sanı iyi duyulmuş rakiplerini içerde-dışarda yenerek 4. tura kadar yükselmesiyle ve sonunda sempatizanlarını taraftarlığa devşirmesiyle Ankara’nın en iyi takımı haline geldi.

Cuma, Ağustos 25, 2006

Geçen bir senenin ardından

Biraz önce farkettim, tam bir sene oluyor bu bloga başlıyalı. Aslında daha önce, tezime yardım etmesi amacıyla başka bir blog tutuyordum. Bu başladıktan sonra maymun iştahımı yenip devam ettiğim bir blog oldu. Başlarken demiştim, benim belleğim olsun diye. Şimdi geriye dönüp baktığımda ortada ne var ne yok diye soruyorum kendime. Aslında elim çok gitmemişti eski postalarıma bakmaya. Arada sırada göz gezdirdiğimde ise gerçekten de unuttuğumu farkettim nelerle ilgilenip, neler yazdığımı. Evet, bir şekilde belleğim olmuş ama ya peki biligisayar başında harcadığım zaman bunları yazmak için?
Pişman mıyım? Hayır tabiiki, yine olsa yine yapardım.
Ya herru, ya merru...[zafer işareti]

North by Northwest



Alfred Hitchcock'un başarılı filmlerinden 1959 yapımı North by Northwest'in (türkçeye Gizli Teşkilat adıyla çevrildi) en bilindik ve ünlü sahnesi hiç kuşkusuz Cary Grant'ın mısır tarlasında üzerine doğru gelen planörden kaçma sahnesidir. Cary Grant açık alanda, kaçabileceği hiç bir yer yokken planörle yüzyüze gelir. Planör Cary Grant'ın üzerine doğru alçalır, alçalır, Grant koşar, uzaklaşmaya çalışır, yüzündeki korku ve dehşetle birlikte. Planör tam çarpacakken Grant kendine yere atar. Bu durum bir kaç kez tekrarlanır. Burada çaresizliktir verilmesi istenen duygu. Dev makinalara karşı insanın yalnızlığı ve yetersizliği. Ama aynı zamanda komiktir bu sahne. Denk olmayan iki gücün mücadelesi ve belki de uçağın asla yere bu kadar yakın geçemeyecek olmasıyla beraber abartılı yüz ifadeleri ve hareketler. Vincent Gallo, Kusturica'nın Arizona Dream (Arizona Rüyası) filminde bir yarışmada bu sahneyi canlandırır. Sahnede uçak yoktur, sadece görüntüsü vardır uçağın. Vincent Gallo'da perdeden gelen uçağı gerçekmişcesine karşısına alır ve uçak yaklaştıkça Cary Grant'ın yaptıklarını aynısını yaparak kendini yere atar. Yarışmayı kazanamaz Gallo ama (çöl şehirlerinde kimsenin bu ironilere aldırdığı yoktur zira) bu taklitle oldukça başarılı bulunur.

Salı, Ağustos 22, 2006

yalan da yalan-- yalan argosu

Her ne kadar içeriğini, daha doğrusu akış hızını, çok dabeğenmesem de Amat, dil açısından oldukça zengin bir kaynak sağlıyor. Kitabı okurken yakaladığım eftamintokofti (bana Yunanca geliyor) kelimesinin internette izini sürerken Türkçe'deki yalanla ilgili diğer argo sözcüklere rastladım. İşte bunlardan bazıları:

afiş, afsiyon, atmasyon, ayak, bom, derav, dolma, dubara, dümen,endaht, eftamintokofti, film, gır, güm, hikaye, kafes, kantin,kaşkariko, katakofti, kıtır, kıtırbom, kofti, koftiden, manita, mantar, martaval, masal, maval, numara, palavra, pandispanya gazetesi, perdah, pestil, piyaz, polim, sinema, tav, tıraş, tırışka, tırışkadan nağmeler, tirişko, torpil, ufak at da civciler yesin, ustura, uydurmasyon, uyduruş, yaldız, yüksek ustura.
(http://listweb.bilkent.edu.tr/kadin/2001/Feb/0021.html) den

Cumartesi, Ağustos 12, 2006

Ama't

Romanın konusunun bütünlüksüz, birbirinden kopuk olduğu, tarih bilgisinin kitaba iyi yedirilemediği, roman mı yoksa gemicilik tarihi üzerine ders notları mı sorusunun cevabının verilmekte zorlanldığı, tüm o Osmanlı gemiciliği üzerine detaylı bilgilerin nedense gerek okurken gerekse sonrasında okuyucada belgesel tadı bırakamadığı, bilakis neredeyse çömez bir yazarın ilk kitabı havası veren, ve daha önemlisi bir çömezin yapabileceği tematik ve içeriksel hatalar içeren, gereksiz detaylarıyla sıkıcı olabilen, ve en önemlisi büyük bir hayalkırıklığına neden olan bir kitaptı Amat benim için. Keşke okumasaydım ve yazar bende o eski güzel kitaplarının adıyla anılsaydı dedirten bir başarısızlık bu benim için. Bir mistisim havası, bilinemezlik takıntısı, metafiziksel öğeler, başarısız masal öykünmeleri . Bu kitabı anlatacak kelimeler benim için. Aynı şey Elif Şafak’ta da hisediliyor. İçselleştirilmiş tasavvuf, dini bezirganlık. Bende artık afakanlar uyandıran bir eftamintokofti silsilesi. Eminim, kitabı beğenenler de çıkmıştır. Onlarla arama kesin bir ayrım koyuyorum------------, ki bu çizgiler bu ayrımı betimlesin.

Cuma, Ağustos 11, 2006

Baba ve piç

Başlık Elif Şafak'ın kitabından. Biraz üzerinde düşününce kitabın adının aslında siyah ve beyaz, ying ve yang gibi bir ikilem yarattığını farkettim. Sonuçta piç, babanın olmaması durumu. Nasıl siyah, beyazın karşıtıysa, baba da piçin karşıtıdır dedim kendime. Ama biraz da irdeleyince aslında başlığın bu kadar net ayrım yaratmadığını, ama başlığa en yakışan karşılığım Jane Austin'in Sense and Sensibility romanının adı olacağını keşfettim. Zira, sense isim, sensibility ise bu kelimeden üretilmiş bir isim oluyor. Belki bir zıtlık yok "sense and sensibility" kelimelerinde ama bu başlık Elif Şafak'ınkine daha uygun geliyor (en azından formal olarak).

Cuma, Temmuz 14, 2006

Kyoto Sözleşmesi ve Türkiye (A)*

(A)*: Dikkat! Akademik özellikler barındırır. (Kısacası, ilgisi olmayanları bayabilir.)

"Türkiye, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında ve sürdürülebilir kalkınma ilkesi doğrultusunda, bir yandan kalkınma hedeflerini gerçekleştirirken, diğer yandan iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin azaltılmasına yönelik olarak yürütülen bu küresel ortak eylemde yerini almak için sözleşmeye 24 mayıs 2004 tarihi itibariyle 189. taraf olarak katılmıştır. "

Türkiye, Kyoto Sözleşmesi'ni imzalamamış olmasına rağmen Sözleşmeye taraf ülkelerden birisi. Sözleşmeye taraf olması ise Sözleşmenin yükümlülüklerini yerine getirme anlamına gelmiyor. Hatta Sözlşemeyle ilgili eleştirileri de bertaraf etmek konusunda yardımcı oluyor, küresel ısınma sorunlarını halının altına süpürülmesine hem içte hem de göz boyayarak yapılmasını sağlıyor.

"Türkiye’nin küresel ısınmaya sebep olan karbondioksit (CO2)emisyonu üretme bakımından kişi başına düşen sorumluluğu diğer OECD ve Avrupa Birliği ülkelerine göre daha azdır." "Türkiye kalabalık nüfusuna rağmen ekonomisinin küçük olması nedeni ile, karbondioksit emisyonları açısından, hem toplam, hem de kişi başına yıllık değerlerleriyle, OECD ülkeleri arasında arka sıralarda yer almaktadır Türkiye'nin kişi başına elektrik tüketimi de aynı şekilde, OECD ülkeleri arasında sonuncu gelmektedir. Türkiye’de enerji üretim ve tüketimi hızlı bir artış göstermekle birlikte, henüz yeterli düzeye ulaşılamamıştır. Ayrıca, kişi başına toplam birincil enerji arzı açısından, 1,07 TEP/kişi olan Türkiye değerinin dünya ve OECD değerlerinin altında olduğu görülmektedir."

İşine geldiği zaman dünyanın en büyük 20. ekonomisiyiz diye övünüp iş salımların azaltımı konusuna gelince ama bizim ekonomimiz küçük, salımlarımız diğer ülkelere göre düşük demek bir çeşit ikiyüzlülüğe işaret etmez mi? "Bizim küresel ısınma konusunda suçumuz yok, dünyanın iklim değişikliği konusunda geldiği durumda sorumluluk size ait, siz nasıl gelişirken, endüstiriyelleşirken hiç bir kurala bağlı kalmadan olarak bu gazların salınımını yaptıysanız, biz de sizin geçtiğiniz yollardan geçerken aynı şeyleri yapacağız. Ne zaman ki sizin gelişmişlik seviyenize geliriz, o zaman oturup konuşuruz. O zamana kadar bizim de kirletme hakkımız var" mantığına karşı ne söylenebilir ki? İyi de biz de aynı gezegende yaşamıyor muyuz? Bizim de dünyalı olarka sorumuluk almamız gerekmez mi? Sadece bizim değil, ekonomileri bizden daha hızlı büyüyen Çin'in ve Hindistan'ın da bu sürece dahil edilmesi gerekmez mi? soruları geliyor aklıma.

"Türkiye’de elektrik enerjisi talebi, ağırlıklı olarak termik ve hidrolik kaynaklardan karşılanmaktadır. Jeotermal ve rüzgar enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının payı ise henüz hayli düşüktür. Termik üretimde, enerji kaynakları arasında linyit önemli bir yer tutmaktadır. "

Bir de buna nükleer enerjiyi eklemek gerekecek ileriki dönemler için. Nükleer enerjiyi kullanım bizi nükleer ülke sınıfına getirmeyecek ki. Sadece atom santraline sahip bir ülke olacağız. Çünkü, nükleer teknoloji kullanımı tamamıyla dışa bağımlılığa bereberinde getirecek. Türkiye'de potansiyeli fazla biyoyakıtların kullanımı, en azından yerel düzeyde enerji ihtiyacını sağlanmasında dışa bağımlılığı azaltabilecekken, aynı şekilde rüzgar enerji potansiyeli tamamıyla gözardı edilirken olcak bunlar.

"Türkiye tüm bu gerçekler ışığında, uluslararası anlaşmalara uymakla birlikte her şeyden önce ekonomik büyümesini sektörel kalkınma politikalarında çevre boyutunun gözetildiği sürdürülebilir kalkınma anlayışı çerçevesinde gerçekleştirmek zorundadır." (İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Ve Türkiye Raporu'ndan)

Yani nasıl bir sürdülebilir bir kalkınma anlayışıdır ki bu işin içinde gelecek kuşakların küresel ısınma sorununu göz ardı etmekte beis görmüyor?

Salı, Temmuz 11, 2006

Resim ve Tasvir (3)


Bir zamanlar bir Danimarka krali varmış. Bu kral merdiven çıkmaktan hiç hazzetmezmiş. Bir gün başmühendisini çağırmış yanına ve "Bana öyle bir kule yap ki merdiven çıkmak zorunda kalmayayım" demiş. Mühendis, düşünmüş taşınmış ve asansörü bulmuş, demiyeceğim çünkü henüz 17. yüzyıldayız o zamalar, nerede o asansör teknoloijisi. Neyse, mühendisimiz asansörü bulmak yerine kolay yolu seçmiş ve içerisinde kralının hafif eğimle yolda yürür gibi çıkabileceği bir kule yapmış. Kral da çok mutlu olmuş.
- İyi ama kral, merdivenlerin çıkmasının zor ama inmesinin kolay olduğunu bilmiyor muymuş?
-Üfff, kral işte, tembel adam, ne olacak.

Salı, Temmuz 04, 2006

Resim ve Tasvir (2)



Resime baktığımda kafamda bu merdivenlerden kimin ineceği sorusu vardı. Nedendir bilmem, cırtlak kırmızı elbisesi, kırmızı şapkası, topuklu ayakkabıları ve pürüzsüz cildiyle, Hollywood filmlerinden fırlamış bir aktris beklediğimi düşündüm. Sonra aklıma bir duvar saati geldi, her tik-takıyla atılan bir adımın topuklu ayakkabıdan çıkan sesinin tuğla duvarda çınlamasını istediğim. Her saniyede yavaş yavaş aşağı indiğini bildiğimiz bir kadın. Ama ne yazık ki ne zaman karsımıza çıkacağını bilmediğimiz birisi.

Cumartesi, Temmuz 01, 2006

2. şahıs hikayeleri (2): nibbana

Tayland'lı arkadaşınla konuşurken Budizm hakkında bilgi almaya çalışırsın. Genelgeçer veya kulaktan duyma bilgilerinle "şu nedir, bu nedir" şeklinde sorular sorarsın, o da elinden geldiğince sana bilgi verir. Sıra nirvanaya gelir. "Nedir şu nirvana mevzuu, mirim" dersin? "Nasıl ulaşılır, harbiden de uçuyor musunuz" diye geyik modu yüksek sorular sorarsın. O ise elini gitar gibi yapar ve cevap verir, "Haa, Nirvana, müzik grubu. Severim" der.
Sonradan öğrwenirsin, senin Nirvana diye bildiğinin aslı Nibbana'dır. Karmanın aslı Kamma olduğu gibi..

Perşembe, Haziran 29, 2006

umarsızca

Beden egitimi öğretmenin bir gün yine sınıfına okulun bahçesinde yürüyüş yaptırmaktadır. Sen artık sıkılmışsındır otoritenin seni sınamasından. Eller havada, başlar dik, bir adım, hep beraber, rap, rap, rap. Kendince bir tavır geliştirirsin, en umursamaz halinle, kollar inik, baş öne bakar vaziyette, yürümüş olmak için yürürsün. Birden beden eğitimi öğretmenin kolundan tutar seni, sıranın en sonuna atar. Ne olduğunu anlamamişsındır. Biraz sonra sınıfın en şişko, işe yaramaz çocuklarından birisi daha yanına gelir. Bir süre daha yürürsünüz, sıranın en arkasında bu sefer ama hala umarsızca. Neyse ki, zaman geçer ve öğretmenin yürüyüşü durdurur. Eliyle senin bulunduğun yeri işaret ederek "buradan öncesi okulun bando takımında olacak" der.
Başından kaynar sular dökülür. Bilmiyorsundur bunun okuluun bando takımı seçmeleri olduğunu. O renkli formayı giyip, "çabalama kaptan, çabalama kaptan, çabalama çabalama" ritmiyle, elinde o yandan bağlanmış bateriyle geçiş yapmanın ve derslerden kaytarmanın zevkinden mahrum kalmışsındır.
Hayatın boyunca da o günkü umarsızlığına bir küfür sallarsın. Neyi nerede yapman gerektiğini öğrenmen konusunda tecrübe edinirsin. Çocuksundur, asker gibi, başında sert bir öğretmen eşliğinde yürümek istemezsin, ama o renkli bando takımı yok mu? İşte sadece o zaman; elinde borazan, sırtında bateri, müzik eşliğinde, eğlenerek yürürüm dersin.

Çarşamba, Haziran 21, 2006

ne zaman "biliriz"?



Bildiğimizi veya öğrendiğimiz an nedir?
Hangi ana kadar edindiğimiz bilgi (knowledge) sadece bilgidir (information)?
Bilmediğimizin ne kadar farkındayız?
Bilmek, bilmemek ve belirsizlik arasındaki geçişleri ne belirler? Bilmekle diğerleri (bilmemek ve belirsizlik) arasında geçiş var mıdır? Olmamamlı mıdır?
Geçiş dönemi, gerçekten de belirsizlik dönemi midir? Ya da geçiş dönemi basbayaği bilememek midir?
Bütün hayatı boyunca bu belirsizlikte (geçiş döneminde) yaşamak gerçekten de rahatsız bir durum değil midir?

Pazar, Haziran 04, 2006

lekesiz aklın sonsuz günışığı

Charlie Kaufman'ın mükemmel senaryosuyla Mixhel Gondry'nin çektiği film en sonunda TR'de de gösterime girince kaçırmamak gerektiğini düşündüm. Sonuçta film iki yıllık bir gecikmeyle gösterime girdi burada; seyredenler VCD'sini, olmadı DVD'sini buldu ve seyretti. Benim gibilere ise adını duyduğumuz bir efsane gibi bu güzel ve uzun adlı filmi kerhen de olsa yaşamın bir yerinde, kah tezgahta, kah DVD'cide, kah bir arkadaşın evinde VCD'sini görünce alıp seyretmek kalmıştı. Altyazı dergisinin eski sayılarının birisinde de TR'de gösterime girememiş filmlerin listesinde ilk sırada görünce adını zihnimize de kazımıştık. İşte böyle duyguların eseriydi bu filme gidişim.
Jim Carrey'in adını görüpte gülmekten kopacaklarını düşünüpte filme gelen zavallıları düşününce hoşuma da gitmiyor değildi. Salonda filmin başında her lafa gülme eğiliminde olanlar bir süre sonra dumura uğrarken, filme kalabalık gelen yaşlı başörtülü teyze guruhu ise antraktan sonra kaçtı. Eeee, ne de olsa birazcık da olsa zeka gerekmiyor değil, bu kadar zekice kurgulanmış flash-back ve flash-forwardları kapabilmek için. Kurgu, evet, süperdi. Memonto gibi ustaca kotarılmiş, dahiyane denebilecek bir anlayış. Hikayede ilginç ve Kaufmanvari olunca bundan iyisi Şam'da kayısı diyesimiz geldi.
Kurgu konusunda söylemek istediğim bir şeyler var aslında: son yıllarda oldukça moda bu. Tarantino'yla başlayan (benim sinema hayatım için söylüyorum) kurgunun başının sonunun birbirine girmesi olayı (ve baş kahramanın filmin orta yerinde ölüvermesi gibi) Pulp Fiction'daki sıradışılık, sonrasinda Irreversible, Memento gibi filmlere kayıvedi. Momento örneğin tamamıyla sondan başa düz bir hatta giden bir filmdi (onu ilginç kılan da buydu), hafıza sorunsalına da eğiliyordu ama Eternal Sunshine ise tam anlamıyla çorba diyebileceğimiz bir yapıda. Dikkatle seyrettiriyor, üzerinde düşündürtüyor ve sizi en can alıcı konuyla vuruyor. Hatıralar, geçmiş ve bittabi aşk.
Kusursuz olmayan, olmayacak, sonucu belli olsa dahi sonuna kadar gidilecek, o anın yaşanacağı aşk. Zihinde sadece onunla yer etmeyen, bilakis onunla yaşananalarla yer eden, örneğin seyredilen bir filmin onunla seyredilmiş olmasından dolayı hafızaya kazınmış olmasından müstarip, o an zihinden silinirken o anla birlikte silinen bir filmin meşekkatli varlığına selam eden bir duygu olsa gerek aşk.
Bilişsel bilimlerden az biraz anlayan bir insan herhalde filmdeki hafıza konusuyla kafa yormalıdiye düşünüyorum. Hafızanın Lacuna şirketinin elemanlarının bilgisayarlarında yaptığı gibi belirli öğelerinin tek tek silinmesnin sağlanması biraz boşa kürek çekmek gibi geliyor bana. Çünkü beyin, evet oldukça, modüler olsa da, hafizanın bir şekilde compute edilebilir hale getirilmesi, beynin neuroscience alanındaki diğer çalışmalarının (örneğin rüya) çözülmesi anlamına geliyor. Eğer spesifik konulardaki hafızayı silen bir yazılım programı geliştirirseniz, beynin yapısını da çözersiniz derim ben.

Perşembe, Mayıs 25, 2006

cok yazmak veya yaz(a)mamak

Bloga başlarken ki amacım aslında yazmak, çok yazmak ve bir şekilde de yazabilmeyi de öğrenmekti. Amma ve lakin insanın yazacak durumumun olmamasi gibi bir durumu hiç düşünmemiştim. Bilgisayarın başında olmanın ne kadar da önemli bir lüx olduğunu bilememiştim. Şu an öğrendim aslında ama bunu değiştirebilecek durumda değilim ne yazıkki. En azından bu durum bir süre daha böyle devam edecek gibi görünüyor. "Ey siz blog cemaatinin üyeleri, en azından yazabilecek kadar zamanınız varsa, bunun kıymetini bilin" gibi geyik bir mevzuya da girmek istemiyorum ama bununla birlikte özlüyorum bloglamayı.
Ben yokken yine gündem değişmiş, neler olmuş neler. Cin Ali serisinin çılgınları yine birilirini vurmuş, Eurovision'da Lordi birinci olmuş (Bilmiyorum Athena'ya Eurovision'da ne işi var diye laf atanların bayağı bayağı bir metal parçasının birinci seçilmesine ne gibi yorumda bulunduklarını. Keza 2004 yılındaki yarışmada Athena'nın ska parçası bomba gibiydi, arkadaşların evinde yarışmayı seyrederken hem kafamın hem de şarkının güzelliğinden bir bardak şarabı o süper koltuğun üzerine boca etmiştim. İşin kötüsü bu o geceki üçüncü sakarlığımdı ve artık utandığımdan mı sarhoşuğumdan mı söyleYEmedim, ama ev sahibi cocuk durumun farkındaydı, o da benim durumuma bakarak la havle mi çekti ya da nerden çattık buna mı dedi bilmiyorum. Velhasıl kelam kafa bir çocuktu ve sorun yapmadı. Sonuçta güzel güzel eğleniyorduk, ama bazıları (bunu ben kendime söylüyorum) ağzıyla içmiyordu. Ama ben içimde hep bunu taşıdım, ben o koltuğa o şarabı döktüm ve doktüğümü söylemedim, ama bir sorun niye? Valla çok utanmıştım, bir kez daha bir sakarlık yaptığımı göstermek istememiştim. Ağlamak istiyorum ben niye bu kadar sakarım diye yaa...), başka başka, hmm, dolar euro artmış, Nuri Bilge Ceylan maaile Cannes'da döktürüyormuş, eksi sozlüğe erişim (güya- sadece www.eksisozluk.com- çünkü diğer adresleri sourtimes.org gibi, duruyor) engellenmiş...
Neyse ki gundem olmaktansa gundemi az bucuk sonradan da takip etmek idare eder:
Eksi sozlük le ilgili banner:
http://www.netlarus.com/eksisozluk/

Çarşamba, Nisan 19, 2006

Atık mevzusu

"Kim yapıyor vatan toprağını ve suyunu kirletmek ahlaksızlığını? "
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4276996.asp?gid=0 deki haberden sonra yapılmış bir yorum ilgimi çekti.
"biz türküz bizim halkımıza bişey olmaz. o koca koca varilleri oraya gömen hangi firmaya ait olduğuna söyliyemicek kadar kadar güclü bi siyasi iradeye sahibiz. yasaşın biz türküz
yaşasın biz müslümanız."
Pek çok şey, anlatıyor aslında yukardaki sözler.
Hürriyet gazetesinin arşivinden bu konuyla ilgili linkler:
http://www.hurriyet.com.tr/sondakika/4259760.asp?sd=2
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/4259153.asp?yazarid=93
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4278458.asp?m=1&gid=69
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4276989.asp?gid=0
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4276994.asp?gid=0
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4276995.asp?gid=0
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4276996.asp?gid=0
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=4252266&tarih=2006-04-13
http://www.hurriyet.com.tr/sondakika/4220985.asp?sd=2
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4263919.asp
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4268571.asp
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4266264.asp?gid=0
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4255732.asp?gid=69
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4255194.asp
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/4267102.asp?gid=0

Cuma, Mart 31, 2006

astronotu öldürmek

Astronotu öldürmek ya da topu havaya dikmek. Futbol argosunda gerçekten yaratıcı deyimler var. Örneğin:
agd olmak: kotu bir calim yiyerek dengesini kaybetmek.
bacağını eline vermek: rakibini ikili mücadelede kotu sakatlamak.
çift yumurta sarısı olmak: iki sarı karttan kırmızı kart görmek.
çokoprens almaya göndermek: etkili bir çalımla rakibini geçmek.
çuval: çok gol yiyen kaleci.
dansa kaldırmak: futbolcunun rakip oyuncuyu top sürmek ya da koşmak konusunda engellemek için sarılması.
dilenci çükü gibi girmek: çok zorlanarak gol atmak.
di büdü şakire dudu: dört büyükler için anadolu takımları taraftarlarınca alay yollu olarak kullanılır.
el şeyde beklemek: hiç koşmadan kendisine pas verilmesini bekleyen beleşçi forvetler için söylenir.
eşeği götünden yemlemek: kötü pas vermek.
kızı kaçırıp babasına iade etmek: penaltı kaçırmak.
Tam liste:
http://www.pisburun.net/betikyurdu/argo/index.htm

hatim şut!

Hatim Şut. Finito. It's over. Bitti.
(Salman Rushdie'nin "Harun ile Öyküler Denizi" kitabının kahramanlarından birisi. Hatim Şut'un ne demek olduğu kitapta yazıyordu ama Rushdi'nin bu kelimenin orijinali olarak ne kullandığını merak ettim ve biraz araştırmayla Khattam Shud olduğunu buldum. Ha, ne işine yaradı diyeceksiniz. Sadece merakımı gidermiş oldum. Ama kelime zaten Fars kökenli, bunun İngilizce yazılış şekli bu. Zaten Hatim kelimesi TDK sözlüğünde de son anlamında geçiyor.)
Tez bitti, tez bitmedi belki ama sonunda bitti.
İyi biten herşey iyidir.
Hatim Şut.

yeşil gol

Goller bu sefer küresel ısınmaya karşı atılıyor. Kitlesel spor etkinliklerinin genelde göz ardı edilen çevresel etkileri Almanya'da düzenlenecek olan 2006 FIFA Dünya Kupası'nda en aza indirgenmeye çalışılacak. Yaklaşık 3.2 Milyon seyircinin, 15000 gazeteci ve 12000 gönüllü ordusuyla birlikte 64 kupa maçını izlemek için Almanya'ya gelmesiyle birlikte oluşacak su, atık, enerji ve ulaşım kaynaklı çevresel sorunların ötesine geçebilmek amacıyla kurulan yeşil gol inisiyatifi, dünya kupası sırasında oluşacak yaklaşık 100 bin tonluk sera gazı salınımın etkisini de azaltmayı hedefliyor. Birleşmiş Milletler Çevre Programı(UNEP)'nın Kupa organizasyon komitesi ile 2005 Eylül'ünde yaptığı anlaşma, Haziran ayında başlayacak turnuvanın bu tarihe kadar yapılmış en çevre dostu etkinlik olabilmesi için gerekli önlemlerin alınmasını da içeriyor.
Bunun için atıkların gerek stad içinde ve gerek dışında daha verimli ve çevreci bir şekilde yeniden değerlendirilerek daha az atık üretilmesinin ve ortaya çıkacak atıkların en hızlı şekilde yok edilmesinin sağlanması, sera gazları salınımının artmasının en önemli nedeni olan artacak ulaşım talebinin toplu taşıma araçlarıyla minimize edilmesini, stadların aydınlatılmasından, havalandırılması ve ısıtılmasına kadar gerekli kaynakların daha teknolojik ve temiz enerji kullanımıyla sağlanması, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı ve kullanılan temiz suyun gereksiz tüketimin en az indirgemek için gerekli önlemlerin alınmasını içeriyor.
Pek tabii ki bunların hepsinin yapılması sonucunda bile sera gazı salınımlarında artış engellenemiyecek. Bu yüzden de yeşil gol 'ün hedeflerinden birisi olarak Kyoto sözleşmesinin Temiz kalkınma Mekanızması dahilinde Hindistan'ın Tamil Nadu bölgesinde tsunamiden zarar görmüş köylülere yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanacakları bir şekilde köylerinin yeniden inşasına yardım etmek olacak. Bunun için Alman Futbol Federsayonu projede kullanılmak üzere 500000 Euro ayırmış durumda.

Cuma, Mart 24, 2006

bulanık

Yaz tatillerinde hiç bir şey yapmadan geçen günler. Elinde nereden bulduğunu bilmediğin sütçocuğu yüzbaşı Tommiks, direnişçi Teksas veya sihirbaz Mandrake. Sıcağin tepede olduğu ve biraz da zorunluluktan evde geçen saatlerde aynı sayının defalarca okunması, yatağın üzerindeki uyuşukluk, lojmanın koridorunda kardeşle beraber yaratılan oyunlar, çorapların bir araya getrilmesiyle yapılan toplar, sonu mutlaka kavgayla biten maçlar. Akşam saatiyle sokağa iniş, özgürlük saatleri. Günlerin geçişine çakılan selam, mutlaka deniz kenardında yapılan tatil ve okulun başlayışı. Arada sırada çıkartılan ekstra aktiviteler, spor salonunda boyumuz uzasın diye gönderildiğimiz basketbol kursları. Tüm yaz tatilinin belki de boşa harcanışı. Olması gerektiği gibi geçti sanırım.

Çarşamba, Mart 22, 2006

akşam

Tartışmaya son nokta:
"Akşam herkesin kabul ettiği kadar akşamdır". (İsmet özel)

Perşembe, Mart 09, 2006

özgür iradeye deneysel bir yaklaşım

Özgür irade ve bilinçlilk konusuna nörofizyolojik bir yaklaşım olarak Libet'in bir makalesini okudum. Libet, özgür iradeye bağlı (ihtiyari, kendi isteğiyle gerçekleşen) hareketlerin hareketin başlamasından yaklaşık 550 milisaniye öncesinde özel bir elektriksel değişim ( "readiness potential (RP)" hazır olma potanisyeli) ile öncelendiğini gösteriyor. İnsan deneklerin harekete geçme niyetleri RP başladıktan 350-400 milisaniye, hareketin tam gerçekleşemesinden ise 200 milisaniye öncesinde farkında oldukları da gösteriliyor. Libet'e göre irade sürece bilinçsiz olarak başlamasına rağmen; bilinçlilik, hareketi veto etme veya etmeme, yani harekete olur verme konusundaki kontrolde açığa çikiyor.
Burada ilginç nokta şu: Bir hareketi yaptiğimız anda onu seçmiş bulunuyoruz. Yani hareketi yaptığıımız an zaman olarak sıfır anı ise, hareketi yapmayı seçme anımız zaman çizgisi içerisinde eksi bir noktada duruyor. Yani zaman içerisinde geriye doğru bir yönelim var. Tüm bunları ise şöyle okumak mümkün: Bir hareketi yapmayı seçiyorsak, öncesinde o hareketi seçmeyi seçmemiz gerekiyor. Hareket, hareketin yapıldığı anda değil, daha öncesinde yapılmış oluyor. Ve hareketin 200 milisaniye öncesine kadar da bu hareketi yapıp yapmayacağımız belli değil. Hareketi yapmak için hazır olma durumu 550 milisaniye öncesinde başlıyor ama geçen 350 milisaniye içerisinde hareketi yapmayı onaylayıp onaylamıyacağımız belli değil. Ne olursa olsun, hareketi başlatma işi belli bir özneye (agent) bağlı değil, ki bu da özne nedensellemeye karşı geliştirilebilir bir argüman olsa da, hareketi onaylama mekanızması bir öznenin eli altında. Keza bu nokta da bilinçli bir sürecin başlama noktası. Kısacası özne nedenselleme hala sapasağlam duruyor.

Cuma, Mart 03, 2006

çeviri mevzuu


Çevirmenlik zor zanaat. Kendi yaptığım amatör çevirilerden de bildiğim kadarıyla gerçekten de uğraşı gerektiren, bunun yanında çevridiğiniz dile hakimiyetinizi sınayan, çevirirken de öğrendiren bir iş. Dil biliyorum diyen herkesin bile üstesinden kolay kolay gelemeyeceği bir zorluklar bütünü. Çevirmenin çevirirken, çevirdiği kitabı yeniden yazdığını düşünmüşümdür. Pek tabii ki bir şiir kadar olmasa da, keza şiirdeki özgürlüğü bulmanız her zaman olası değildir, roman çevirmek de başlı başına yeni bir yazmadır. Bu da çevirmene istediği özgürlüğü verir. Peki bu özgürlük yazarın kendi çevirdiği kitabı da sansürlemesi hakkını da doğurur mu? Pek tabii ki değil. Eğer kitap hoşunuza gitmiyorsa çevirmezsiniz olur biter, yok kitap da hoşunuza gitmeyen paragraf(lar), satırlar varsa da herşeyden önce okura saygınızdan dolayı da sansür mekanızmanızı harekete geçiremezsiniz. Kitabınızda 1453 yılı "gülyabanilerin" geliş yılı geçiyor diye bu cümleyi Türklüğe hakaret gibi bir mefhum içerisine koyarak sansürlemeniz de doğru değildir, olamaz. Gerçekten de bu çeviri olayını "Çılgın Türkler çeviri işinde" gibi içinde Çılgın Türklerin olduğu Cin Ali serisine de sokmanızı mümkün hale getirir.
Bir de (tekrar olacak ama) Perec'in Disparation (Kayboluş) romanıyla ilgili, daha doğrusu çevirisiyle, olarak yeni tartışmalara var. Hani şu "e" harfinin hiç kullanılmadığı kitap. Gerçi kitabın yazarı gereken cevabı vermiş. Örneğin kitapta 5. bölüm neden atlanmış (ve çeviri de 6. bölüm olmuş) da, yok kitaba olmayan bölümler (26 bölüm yerine 29 bölüm) eklenmiş ve çevirmen de orjinal kitapta olmayan şeyler yazmış şeklinde. Çevrimenin lafı gediğine sokarak verdği cevapta, orjinal kitapta 5.bölümün olmamasının nedeni (bir düşünün bakalım) "e" harfinin alfabede 5. harf olması, ve bu harf Türkçe'de 6. harf olduğu için, ve evet doğru tahmin, Türk alfabesi 29 harften oluştuğu için çevrimenin kendi tercihi doğrultusunda yeni bölümler eklenmiş olmasından kaynaklanıyor. Bu tercih sorunsalı İspanyolca çeviride "e" harfi yerine "a" harfinin kullanılmasına da vesile olmuş yine aynı cevapta öğrendiğimiz üzere.
Bu polemik devam eder gibime geliyor..

Pazar, Şubat 19, 2006

Run, Forrest run!


Eeee, sizin için sorun yok. Kapatıyorsunuz pencereyi, başka bir sayfaya geçiyorsunuz. Sıkılıyorsunuz, olmadı, kapatıyorsunuz bilgisayarı. Gece oluyor uykunuz geliyor, yatıyorsunuz. Uyanıyorsunuz, işinize gidiyorsunuz. Peki ya yukardaki garibimi kim düşünüyor bakalım? Siz bu pencereyi kapatsanız, hayatınız bir şekilde devam etse de o koşmaya devam edecek. Sürekli, durmadan. Nereye koştuğunu bilmeden, niye koştuğunu bilmeden, bu soruyu bile kendine soramadan orada kalacak. Aklıma mitolojide Tanrı Zeus'un gazabına uğradığı için sürekli olarak bir dağın tepesine taş taşımak zorunda kalan ve her seferinde tam taşı yukarı çıkracakken kayıp tekrar başlamak zorunda kalan bir Tanrı (şu an adını hatırlamaıyorum) geldi. Sonsuz döngü denir bilişimde buna.
Zavallı adam...

Cuma, Şubat 10, 2006

Çevre üzerine

Aklımı son günlerde kurcalayan olaylardan birisi de çevreci tavır. Çevrecilik sürekli olarak bardağın boş tarafını mı göstermektir diye soruyorum kendime. Geçenlerde ABD Başkanı Bush'un yaptığı ve petrol yerine biyoetanole geçilmesi için çalışmalar yapıldığna dair açıklama sonunda düşünmeye başladım. Yani adamların her türlü önerisi yanlış mıdır? Eğer petrol yerine tamamıyla biyoetanolden oluşan arabalara binseydik dünya daha iyi bir durumda mı olurdu? Küresel ısınmanın etkisi azalmkla kalmayıp, petrol için yeni savaşlar çıkmaz mıydı? Sonuçta kapitalizm oldukça esnek bir sistem. "Eğer sorunu biz yaratıyorsak çözümü de biz buluruz" mantığıyla her durumdan kar üstüne kar elde etmesini bilen bir sistem. Bush'un açıklamalaında önemli bir nokta da zaten küresel ısınmaya karşılık teknolojiden istifade edileceğine dair bir güvenceydi. Beni de rahatsız eden de bu nokta. Diyelim ki biyoetanolle atmosfere gönderieln karbondiyoksit salınımı yüzde yetmislere varan bir azaltıma gidiyor. Peki, ama bu trend devam ederse, ulaşım sektorundeki talep patlamasıyla birlikte biyoetanol kullanımının da etkisi sıfıra inmeyecek mi? Yani biz kirletelim, kirletirken para kazanalım, sonra da kirlettiğimizi temizlerken de para kazanalım denim olmayacak mı? Biyoetanolle çalışan arabalar şu an Brezilya'da aktif durumda ve konvansiyel araba sayısını satış sayısını geçen sene geçti. Peki bu arabaları imal eden kim? Ford, Saab, vb büyük otomobil devleri. Sonuçta büyük şirketler ülkelerin kendi durumlarına uyum sağlayarak ceplerini doldurma işlerini iyi yapıyorlar. Ama bence bu mide bulandırıcı. Artı, bir de çevreci karşıtı olan ve iklim değişimiyle ilgilenen bilim adamlarının veya Birleşmiş Milletler İklimlerarası Çerçeve Sözleşmesinin değil Dünya Ticaret Örgütünün reçetelerinin geleceğimiz için daha iyi olacağinı savunan, küresel iklim değişikliğiyle harcanacak paranın gelişen ülkelerin su, temizlik ve gıda gibi sorunlarını çözmeye harcanması gerektiğini söyleyen, aslında petrolun kirli bir yakıt olmadığını savunan, petrol stoğunun azalmadığını,tam tersine daha minimum 500 yıl daha petrolu kullanabileceğimizi savunan kendilerine bilim adamı diyen insanlar da var. Hepsinin ortak noktası ise istatistik bilimin kullanmaları. Bir süre sonra grafiklere, tablolara boğulduğunuz bu açıklamalarda aslında çevrecilerin ne kadar da yanlış düşündüğü, bardağın dolu olduğu kanıtlanmaya çalışılıyor. Öteki tarafta da aynı şeyler oluyor. Çevreciler de aynı yöntemlerle aslında herşeyin köyüye gittiğini, modellemelerle, tablolarla, geçmiş yılların verileriyle açıklıyor. Sonra da hangisine inanacağınızı anlayamadığınız bır durum çıkıyor. Aslında çevreci karşitlığının (örneğin Lomborg'un) haklı olduğu bir nokta var. Tüm bunların nedeni aslında politik duruş. Nasıl bir dünya da yaşamak istediğinize dair bir soru. Eğer insana saygılı, çevreyle uyumlu bir dünya istiyorsanız seçiminiz farklı oluyor. Ya da tüm çözümü kirletenlerin kar etmesine dayalı bir yapılanamya bırakıyorsanız seçiminiz öteki türlü oluyor. Kısacası, dünyaya nasıl baktığınız neye inanmanızı gerektiğini size fısıldıyor. O yüzden çevrecilerin sürekli olarak bir şeylerden rahatsız olmaları bu seçimlerden kaynaklanıyor. Neyse biraz dağittım konuyu ama şeytanın avukatlığı da biraz gerkiyordu. Ama şunu da untmamak gerekiyor. Çevreciler olmasa madalyonun ters yüzünü gösterecek kalmıyacak gibi. Örneğin bu etanol nasıl üretilecek? Artan ulaşım yakıtı olarak tüm dünyaya yetebilece mi?Biyoetanolün üetimi eğer mısırdan, şerker kamışından, şerekr pancarından yapılıyorsa, elimizde tarla kalacak mı? Ya da madem gelişen ülkelere yapılacak yardım, küresel ısınmadan döğacak zarar yerine daha mantılı bir çözümse daha önce aklınız neredeydi?

Çarşamba, Şubat 08, 2006

Resim ve Tasvir (I)


Resim, New Yorker dergisinden. Dergide yayınlanan bir film eleştirisiyle ilgili olarak yayınlanmış. Yazıyı okumadım, dolayısıyla film hakkında bir bilgim yok. Sadece resimi gördüm ve o an aklıma bir fikir geldi. Acaba, ben bu resime bakarak bir tahminde bulunabilir miydim filmin konusu hakkında. Sadece resime bakarak herhangi bir yorum okumayarak film hakkında neler çıkarsayabilirdim? Ve bunlar gerçekten filmle ilgili olabilir miydi?
Bilinmesi gereken herşeyden önce bu resim filmin afişi değil. Üzerinde ne filmin oyuncular ne de adı var, ama yeni çekilmiş bir film olduğu da derginin son sayısında yer alıyor olmasından kaynaklanıyor. Başrolde Tommy Lee Jones var. En karakteristik özelliği yüz çigileri olan bir oyuncu kendisi. Yüzünde ona belirli bir karizma sağlayan ve güldüğünde daha da derinleşen bir çizgisi olan ve yaşlandıkça sanki bu çigilerin sayısı artan bir oyuncu. Oynadığı filmleri düşündükçe hep aklıma ilk önce Men in Black filmi geliyor. Siyah takım elbisesiyle uzaylı avlayan bir kahraman. Ama bu son filmi muhtemelen bir Western. Kovboy şapkası ve uzamış, yer yer beyazlaşmış sakalıyla bir kovboy bu sefer. Gözlerinde tek görülen ise umutsuzluk, yenilgi. Büyük bir menununiyetsizlik ifadesi olarak gerilmiş yüz ve dudaklar. Film Amerika'nn çöllerinde geçen bir hikayesi olan güncel bir filmde olabilir aslında. Zamanın pek öneminin olmadığı bir film de olabilir kısacası. Arkadaki çıplak vadi, bulutsuz gök, filmin en azından bir kısmının çölde geçtiği düşüncesini pekiştiriyor. Ama Western düşüncesisini artıran ise kanunsuzluk: arkada elleri kelepçeli yalvarır gözlerle bakan saçsız veya çok kısa kesilmiş saçları olan kişi. Görünütüden kim olduğunu çıkartmak, hangi oyuncu olduğunu anlamak çok zor. Ama üzerine giydiği elbise hem sıcaktan hem de geceleyin inen soğuktan onu koruyacak tek parça bir elbise. Genelde beyaz olduğunu düşünmüşümdür çölde giyinen elbiselerin. Bu da sanırım saçları ortadan ayrılmış, çekikimsi kara gözleri, kalın kaşları, mutlaka ama mutlaka bıyıkları ve kirli sakalıyla Meksika'lılalırın filmlerde çizilmiş prototip gözrüntülerinden kalmış olmalı. Ama karşımızdaki ne bir Meksika'lı ne de beyaz giynimiş. O zaman bunun iki beyaz arasında geçen daha çok bir intikam veya kaçırma filmi olduğu düşüncesini uyandırıyor. Ellleri bağlı ve çölde ölümünü bekleyen, artık bilinmez hangi hata sonucu yakalanmış ve tutsak edilmiş birisinin hikayesi. İyi ama Tommy Lee Jones bu kadar umutsuzsa, arkadaki neden yalvarmaktadır? Belki de Tommy görevinin yapmak istemeyen bir katildir. Zorlukla görevini yerine getirip getirmeme kararı vermektedir. En arkada ise konuyla hiç bir ilgi bulunmayan bir eşekimsi at. Çölü geçmek için bir zaruret. İlgisizce otlanıyor. Aynen benim gibi.

Cumartesi, Şubat 04, 2006

Dizi Manyağı

Televizyonda Las Vegas'ı seyrettikten sonra oda ma doğru yürürken yavaş yavaş dizi manyağı olmaya başladığımı düşünmeye başladım. Evet, gerçekten de, biraz da yapacak işleri olmayan ev hanımları gibi, özellikle CNBC-edeki dizilerin sıkı bir takipçisi oldum. Bir çırpıda saydım kendime seyrettiğim dizileri: Las Vegas, Scrubs, Gilmore Girls, South Park, Simsons, One and a Half Man, Arrested Development, bir aralar Cine 5 te yayınlanan Sopranos (Müjde! Tekrar CNBC-e'de başlayacakmış yayınına Mart ayında), Danimarka'da kaçırmadığım Spin City. Bunlardan bazılarını ise (Gilmore Girls ve Scrubs) ise özel olarak kaçırmamaya çalışıyprum, plan ve programımı (örneği yemek saatimi) ona göre yapıyorum. Bunun nedenleri hakkında çok düşünmedim aslında. Sadece hoşuma gisiyor, zekice kurgulanmış senaryo ve espriler bana zevk veriyor. Özellikle biryerlere gönderme yapanları. Özellikle bu tarz esprileri kaçırmadığmda acaip mutlu oluyorum.
Ama neden bunları seyrediyorum da, örneğin, OC'yi, Rome'u veya Buffy'yi sevmiyorum. Bilmiyorum.

Cuma, Şubat 03, 2006

Selülozik etanol de nereden çıktı?

demeyin, biraz dinleyin.
Evet, böyle arada sırada çevreyle ilgili yazılara bakınıyorum, ilginç olanlarını kendime ayırıyorum. Bugünkü konumuz da bu:
Kyoto Sözleşmesi'ni imzalamadığı içiin uluslararası toplumdan oldukça tepki gören ve en son Montreal'deki konferansta da küresel ısınma konusundaki duyarsızlığı ve yalnızlığı tescillenen Bush hükümeti çevre konusunda yeni açılımlar peşinde. 2 Şubat tarihinde W. Bush'un Tenneesse'de yaptığı ve çevresel bir konuyu içerdiği için pek de ses getirmeyen konuşmasında W. Bush Ortadoğu petrollerine bağımlılığı yüzde 75 oranında azaltmak için alternatif yakıtlar konusunda adımlar atmaya karar verildiğini açıkladı. Teklif, tarımsal ve odun artıklarından, taneli ekinlerden ve hızlı büyüyen ağaçlar ve otlar gibi selüloz malzemelerden elde edilen selülozik etanolun araba yakıtı olarak kullanımının 6 yıl içerisinde sağlanmasını öneriyor. Hükümet etanol ve diğer temiz enerji türlerine sağlanan federal fonları yüzde 22 artırmaya söz verirken, gerçekte önerilen miktarlar göz boyamaktan öteye pek de geçemedi. Dostlar alışverişte görsün mantığıyla, federal bütçeye göre oldukça düşük kalan bir düzeyde, selülözik etanol için 59 Milyon dolarlık artış (neredeyse Avrupa'da transfer edilen bir futbolunun maliyeti kadar, yaklaşık 900,000 YTL) ve temiz kömür teknolojileri için 54 Milyon dolarlık (yaklaşık 850000 YTL) ekstranının henüz Clinton dönemindeki değerlere bile ulaşamadığını söylemek gerekiyor. Bush hükümetinin bu teklifine Amerikalı çevreci grupları iyimser yaklaşmayı tercih ettiler.
Amma ve lakin Ortadoğu petrollerinden yüzde 75 lik bir azaltım ise tüm petrol tüketimi içerisinde sadece yüzde 15e karşılık geliyor. ABD'de 1990 seviyelerine binaen sera etkisi yaratan gaz miktarındaki artış 2003 yılında yüzde 13 olarak belirlenmiş durumda. Aynı şekilde, Bush idaresi döneminde petrol tüketimi daha önceki dönemlerdekine oranla yüzde 53 ten yüzde 60 a çıkmış durumda. Kısacası "petrol bağımlılığı" had safhada. Tüm dünyadaki 500 milyon arabanın 220 milyonun ABD'de olduğunu düşünürsek, ve mısırın fermantasyonu ile elde edilen biyoetanol ile çalışan araba oranı ise sadece yüzde 2 olduğunu bilirsek bir şeylerin yapılmasının gereklililği anlaşılır.
Araba yakıtı olarak bile biyoetanole geçiş ABD için yüzde 15 daha az sera gazı salınımı demek. Enerji Departmanı 2025 e kadar en azından petrolun yüzde 25inin biyoyakıt ile değiştirmek istiyor.
Ama gül bahçesi de değil bu konu. Örneğin bu işi 20 senedir yapmaya çalışan Brezilya'da ancak geçen sene benzin ve şeker kamışından elde edilen etanolla çalışan araba sayısı geleneksel araba sayısını geçmiş durumda.
Tüm bunlar yeterli mi peki? Biyoetanol veya biyoyakıtlar ne kadar bizi kurtatır? Her ne kadar çevre dostu arabalar önemli birer adım olsalar da, 15 yıl içerisinde tehlikeli ve geri dönülemez addedilen kirlenmenin önüne geçemeyecek. Sorunun köküne inmeden yapılacak çalışmaların hiç birisi küresel ısınmanın gerçek sorununua eğilmiş olamayacak. Ağaçlara bakmaktan ormanı göremiyen zihniyetler için sera gazı salınımlarının azaltılması sorunu, atmosfere gönderilen karbon diyoksitle sınırlı olduğu için karbon diyoksit salınım yapmayan ama hiç de çevre dostu olmayan nükleer enerjinin kullanımında patlama yapılmasına neden olacak. Veya olayı sadece ve sadece arabada kullanılacak yakıtın cinsini değiştirerek dünyanın geleceğinin kurtaracağını zannedenler de yanılacak. "Ekolojik arabalar arabalarınızı şimdikinden iki kat daha fazla sürmeniz anlamına gelmez diyor" University College London Bartlett'in yaptığı bir çalışmada Banister. Çevre konusunda duyarlılık artmadıkça ve yaşam tarzlarında değişiklik yaratılmadıkça şu enerjiyi kullanmışsın veya bu enerjiyi kullanmışşsın farketmez. Kapitalizm ve yaşanabilir bir çevre iki zıt kavramdır ve birarada bulunamaz ne de olsa.

St.Pauli..

Sankt Pauli'nin Almanya kupasinda (bizim federasyon kupasi gibi) 1. lig ekibi Werder Bremen'i elemesiyle tekrar hatırladık. Bilindiği üzere Hamburg'un (Amsterdam'in Red Light District'i gibi) kerhane ve barlarıyla ünlü semti olan ve adını sanırım Türkiye'de yaşamış bir aziz olan St. Paul'dan alan takım 3. lige kadar düşmüştü. 2000 li yıllarda birinci lige çıktığını ve aynı yıl tekrar düştüğünü (aslında 1977 2002 arası 7 kez çıkıp, 5 kez düşmüşler) hatırlıyorum, kahverengi beyaz renklere sahip takımın o çok ünlü kurukafa resimli pankartlarıyla punk ve anarşist taraftar grubunu da keza. Roskilde Rock festivalinde açtıkları standlarıyla sattıkları ürünleriyle ve endüstriyel futbola karşı benim hep Gençlerbirliği'yle hissettiğim, Don Kişot'vari bir savaşa girişini de çok seviyorum. Biraz da aynı şeyi Danimarka'da zenginlerin kolaj ve yapay toplama takımı FC Kobenhavn'la yaptıkları maçta Enternasyonali söyleyen bir taraftar grubuna sahip takım olan FC Frem'de hissediyorum. Ve bu takımların hemen hemen hiçbirinde olmayan bir seyirci ortalamasıyla seviniyorum St. Pauli için. Takımın 10 bin kişilik kombine biletlerinin 45 dakikada tükenmesiyle haz alıyorum. Almanya'da 3. lig takımının kupada yarı final oynamasıyla (Türkiye'de dönen çarklar içerisinde neredeyse imkansız olan bir durum) mutlu oluyorum. Sanırım futbolu bu yüzden seviyorum.

Salı, Ocak 31, 2006

Kralice Loana

Kraliçe Loana'nin Gizemli Alevi, Eco'nun son romanı. Oldukça akıcı bir uslubu var. Biraz Proustvari "Geçmiş Zamanın İzinde" hatıralar, kitaplar, sanat eserleri, kentin ve kırsalın girdabı.
Kitap 60 yaşlarında kitap kolleksiyonucusu Giambattista "Yambo" Bodoni'nin geçirdiği kaza sonrası hafizasını kaybetmesiyle başlıyor. Ama kaybedilen hafiza sadece anlamsal hafıza olarak nitelendirilebilecek duygusal olayları kapsıyor. Yani, Yambo okuduğu kitapları satırlarına kadar hatırlıyor, şiirler onun ağzında belki de tekrar hayat buluyor, dizeleri kendi yazmişcasına içsellendirebiliyor. Müthis bir birikimi var ama aslında herşey bir kağıttan hafıza gibi. Çünkü, Yambo, kendi geçmişine dair hiç bir şeyi hatırlamıyor. Yaptığı şeyleri biraz da alışkanlıkla üzerinde düşünmediği zamanlarda kolaylıkla yerine getiryor ama ne kızlarının adını hatırlıyor, ne yüzlerini, ne de kaç tane olduklarını. Bütün hatıralar silinmiş kısacası. O yüzdendir ki dişini kaza sonrası ilk fırçaladağında sanki ilk defa yapıyormuşcasına zevk alıyor, ilk defa tadıyor çünkü diş macununu, unuttuğu tadı yeniden öğrenmesi gerekiyor.
Bütün bunları yazma nedenim şu: Eminim Eco, bu kitabı yazmadan önce bu amnezyik durum hakkında öğrenebilmek için oldukça zaman harcamıştır. İnsanlara ilginç gelebilecek bu bu hafıza kaybı sorununun kitabına yedirebilmek için uğraşmistır (ve oldukça başarılı olmuştur pek tabii ki). En azından kitabı için gerekli olacak geri dönüşleri ona sağlamıştır. Aklıma Momento filmi geliyor, kısa dönem hafıza kaybı olan birisiyle ilgili müthiş konulu ve kurgulu bir film.
Sanırım bu tarz bilişsel sorunlar daha pek çok yazarı ve yönetmeni etkiliyecek. Sonuçta insan beyni bir okyanus, bilinebilen özellikleri bilinmeyenlerin yanında denizde kum tanesi kalıyor.

Cumartesi, Ocak 21, 2006

şüpheci çevreci

Kitabın adı Skeptical Environmentalist. Bjorn Lomborg tarafından yazılmış bir kitap. Yeni keşfettiğimden değil (bir kaç yazısını ve tabiiki karşı yazıları okumuşluğum var) ama tezleri nedeniyle ilginç ve her daim gündemde. Öncelikle kimdir bu Lomborg? Lomborg bir istatistikçi, Danimarka'da Aarhus Üniversitesinde öğretim görevlisi. 2004 yılında Time dergisi tarafından dünyanın en etkili yüz kişisinden biris olarak seçiliyor. Yine 2002 yılında Business Week dergisi onu Avrupa'nın 50 yıldızından birisi olarak ilan edilmiş. Tüm bunların nedeni ise çevreci- karşıtlığı. Kısacası Lomborg çevrecilerin doğru söylemediğini, dünyanın çevresel konularda daha kötüye gitmediğini, doğal kaynakların yok olmadığını, nüfus patlamasının bir balon olduğunu, biyolojik çeşitliğinin azaldığını fakat bu azalmanın abartıldığını, kirlenmenin söylendiği kadar olmadığını, küresel ısınmanın bir mit olduğunu, ve karbon emisyonlarının azaltılmasıyla ekonomik olarak hesaplanan maliyetin 5 milyar dolar olduğunu, ama küresel ısınmanın en iyi tahminlerle sadece ortalama 2-3 derece olacağını, karbon salınımını azaltmaya harcanacak paranın gelişmekte olan ülkelerde insanlara ve onların sağlık, su gibi sorunlarına harcanması gerektiğini cünkü Kyoto sözleşmesinin küresel ısınmaya etkisinin çok az olacağını ve 2100 yılındaki sıcaklıktaki ortalama 2.1 derece yükselemenin sözleşenin yükümlülüklerinin yerine getirilmesiyle sadece 1.9 olarak ortaya çıkacağını, kısacası 2094 yılındaki sıcaklık yükselmesinin 2100 yılına ertelenmiş olacağını, Kyoto sözleşmesinin dünyanın 6 yılını çaldığını istatistik bilgilerle gösteriyor. Kısacası Lomborg'un düşünceleri petrol şirketleri tarafından, özellikle Amerkan sağını tüm katmanları tarafından oldukça seviliyor ve destekleniyor. Sonuçta ekonomik büyümenin her şey olduğu dünyamızda çevresel tepkilerin pek para etmediği ortada. Ve bunun "kanıtları" da ortaya çıktığında mal bulmuş Mağribi gibi atlamak oldukça kolay.
To be continued..

simülakr

İkonlara tapanlar, Tanrı'yı övmek adına onu betimlediklerini ileri süren usta insanlardı, ama gerçekte Tanrı'yı simgeleriyle bir simülakra dönüştürürken aynı zamanda onun varlığı sorusunu ortadan kaldırıyorlardı. Her imge, Tanrı'nın varlığı sorusunu sormayı engellemek için bir bahaneydi. Gerçekte Tanrı, her imgenin ardında görünürlüğünü yitiriyordu. Ölmemişti, görünürlüğünü yitirmişti yani artık böyle bir soru sorulmuyordu. Tanrı'nın varlığını ya da yokluğuna dair sorulan soru simülasyon aracılığıyla çözülmüştü.
(Baudrillard'dan)
Simülakr orijinali, gerçeği, ilk örneği olmayan; kendisi zaten kopya olan birşeyin kopyasını anlatan bir terim. Simüle edilen veya edilebilen her şey orijinalliğini kaybeder. Her görüntü bir simülasyondur, ergo simülasyonun simülasyonu simülakrdır. O yüzdendir resim yıkıcılığı.
Neyse konumuz resim yıkıcılığı değil zaten. (Bu terim aklıma Bilge Karasu'nun bir hikayesinden kalmış olmalı. Nasıl ki İslam resime karsi çeşitli nedenlerle bir tavır geliştirdiyse, yasaklmaya çalıştıysa, Hristiyanlık ta aynı şekilde ilk zamanlarında resime karşı bir tutum almıştı. Hatırladığım kadarıyla hikayede Istanbul'daki resim yok etme olaylarından bahsediyordu.) Neyse, Baudrillard'ın simülakr ile bahsettiği dünya aslında Matrix filminde de anlatılan bir simülasyon mu gerçek mi dünyası. Baudrillard'ın gerçekten ilginç tezleri var. Hepsi de anlaşılır değil bana kalırsa. Sanırım postmodern dile yatkınlıkla da ilgisi var bu düşüncenin. Ama bazen bazı şeyleri gerçekten anladığınızı hissedersiniz. Bu bir andır, geçicidir genellikle, o kısacık anda her şey aslında çok mantıklıdır, çözülmüştür. Sanki iki nöron fiberı birbirini stimüle etmiş ve eksik parça tamamlanmıştır. (Bütün büyolojik mekanizmalar büyle yürü zaten.) Baudrillard'da onu hissediyorum, ama anladığım şey biranda uçup gidiveriyor sanki:) Sanırım bu bir bilinçlenme (consciousnes) anı. Bilinç dediğimiz "şey"in de aynen bu anlarda ortaya çıktığını, sürdülebilir olduğu şekilde insanlarda yereleşebileceği gibi bir fikir ileri sürülebilir. Ya makinalar? Burada aklıma "Pi" filmi geliyor, David Arnoffsky'nin. (Gerçi tüm Matrix filmi de bu temel üzerine kurulmuştur.) Kabala felsefesinin kullanarak Tevrat'taki matematiksel kodları çözmeye çalışan ve bu sonuçları borsada kullanan birisini hikayesiydi bu film. Filmin ana noktasında bilgisayar kendi bilincinin farkına varıyor ve iflas ediyordu. Biraz zihin felsefesi veya bilişsel bilimler bilen birisi için oldukça spekülatif olsa da bilincin nasıl simüle edilebileceği, veya edilirse bilgisayarların veya herhangi bir finite state automatanın (Turing makinaları örneğin) bu işte ne kadar başarılı olabilecekleri sorusu cevaplanması zor bir soru değildir. Denersiniz, modellersiniz, compute edersiniz. Tamam. Ama bilincin vüku bulduğu anı yakalayamazsınız.(En azından şu an için) Aynı şey özgür irade için geçerli midir peki? Özgür irade de sonuçta bilinçle aynı kalıba sokulup simüle edilse bile hiçbir zaman tam anlamıyla hesaplanamaz. Peki o zaman simgeleştirelim ve simülakra dönüştürelim. Büylece sorun kalmaz. (mı?)

Cuma, Ocak 20, 2006

no nukes

Yine bir ağır mevzu ile karşınızdayız sayın seyirciler. Konumuz nükleer enerji, nükleer silahlar ve ilişkileri. Kendimle yaptığım mülakaat aşağıda huzurlarınıza sunuluyor. (B: Ben, YB: Yine Ben)
B:Küresel ısınma denince aklımıza ne geliyor?
YB:Sera etkisi yaratan gazlar (CFCler ve en önemlileri olan Karbondioksit).

B:Peki bu gazların salınımını engellemek için birşeyler yapılıyor mu?
YB: Evet, yapılıyor, 150 küsür ülkenin imzaladığı ve gelişmiş ülkeler için de çeşitli yaptırımları olan bir sözleşeme bulunuyor: Kyoto Sözleşmesi. Bu sözleşmeyle 2010 yılına kadarki ilk dönem içerisinde gelişmiş ülkeler (doğrusunu söylemek gerekirse Annex 1 ülkeleri) 1990 yılı salınımlarına binaen ortlama yüzde beşlik bir indirime gitmeleri gerekiyor. Amma ve lakin bu sözleşmeyi imzalamayan ve karbon (doğrusu karbon dioksit ama kısaca karbon denegelmiş) salınımınlarının yaklaşık yüzde ben deyim 22 siz deyin 25ini atmosfere salan ABD (daha doğrusu Bush hükümeti) sözleşmenin uygulanmasına ekonomik zarara uğraycağı iddiasıyla taş koyuyor.

B: Ama ABD olmazsa bu sözleşme uygulanmıyor mu?
YB: Uygulanıyor, hatta en son Montréal'de Kyoto'dan sonraki en geniş katılımlı hükümetlerarası ve sivil toplum örgütlerinin katıldığı bir toplanti yapıldı ve Kyoto'nun yürütülmesi konusunda çeşitli önlemler alındı. Örneğin sözleşemeye ABD'den eyaletler düzeyde katılım sağlandı. ABD ve Avustralya toplantı süresince hiç destek bulamadılar.

B: İyi ama Sözleşme nasıl yürütülecek?
YB: (So far so good deyimim buraya cuk diye otururdu) (İç çekerek) Hmm, işte zurnanın zırt dedği yer de burası çünkü sorunlar da burada başlıyor zaten. Sözleşme mekanızmaları vasıtasıyla karbon salınımın azaltılmasını hedeflerken çevreden çok ekonomik kıstasları düşünüyor. Ve burada pragmatik davranarak gerek ülkeler arası karbon ticaretini gerek de nükleer enerjinin kullanımının artırılmasını destekliyor. Zira nükleer enerji fosil yakıtlara göre daha "twmiz" bir enerji türü.

B: (Buraya kadar okumaya dayanabilen okuyucularımız var ise) Nükleer enerjinin kullanımının artırılmasının sonuçları neler olabilir?
YB: Nükleer enerji veya nükleer santrallarin tehlikelerine girmeyeceğim. Zira artık yazmaktan sıkılmaya başladım. Kardeşim senin bitirmen gereken tezin yok mu? Nedir bu çevre, Kyoto, nükleer enerji ya. Aç tezinle ilgili bişeyler yaz, iki satır karala. Uff ya. Sen adam olman, walla. Neyse, ne diyordum. Nükleer enerjiye sahip kaç ülke var. ABD, Rusya (SSCB'den kalma), İngiltere, Çin, Hindistan ve Pakistan. İsrail'in de nükleer güce sahip olduğu sanılıyor. Şimdi sorun şu: Bu ülkeler nükleer güce sahip ve o yüzden barışcıl amaçlı nükleer kullanımını da kendi ellerinde olmasının istiyorlar. O yüzden üçüncü ilkelerin bu enerjiye sahip olup da başka aşamalara geçmelerini istemiyorlar. O yüzden sen nükleeri kullan ama biz sana teknolojiyi transfer edelim diyorlar. Artı bu konuyu da barışcıl amaçlarıyla sunar gibi yapıyorlar. Bu yıl ki Nobel Barış ödülünü Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu başkanını almasınının da nedeni bu.

B: Hmm, evet, seni komplocu seni. Bu Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu başkanı sabetayist olmasın.
YB: La get, canın sıkıldı herhalde.

Pazartesi, Ocak 16, 2006

Döğme sözcük


Edebiyat ve sanatta yaratıcı fikirlerin nezdimde her zaman büyük değeri var. Farklı olan bana her zaman ilginç gelmiştir. Yeter ki metalşmasın ve piyasayaya düşmesin. Yaratıcı fikre bir örnek Shelley Jackson'un beden üzerinde döğmelerle oluşturduğu edebiyat metni. Fikir şu: Kendi bedenleri üzerinde 2095 sözcüklük "Skin" (Deri) adlı öykünün her sözcüğünün bir döğmesi yer alacak insanlar aranıyor. Gönüllüler Jackson'un kendisine gönderdiği sözcüğü bedenleri üzerinde istedikleri yere döğme olarak yaptiriyorlar. Böylece ortaya yaşayan bir metin çikiyor, sadece katılımcıların bildiği ve katılanlar öldükçe (belki de) öykünün değiştiği bir metin.
Muhtemelen bu esere katılmak için geç kaldik ama benim aklımı başka bir şey kurculuıyor. Eğer bedenime bir sözcük döğmelettirsem hangi sözcüğü seçerim. Biraz düşündükten sonra buldum. Tabbi ki söylemiyecem ama şimdiki sorun şu: Hangi fontu kullanmalıyım?
http://www.ineradicablestain.com/skin.html

Perşembe, Ocak 12, 2006

Maradona es mi dios

Boca Juniors. Arjantin'de Buenos Aires sehrinin Boca semtinin takımı. Rakip River Plates'in tam tersine halkın takımı olarak bilinirler. Arjantin'deki futbol karşılaşmalarının 3 dakikalık bile görüntülerinden ne kadar çılgın oldukları konusnda biraz fikir vermişerdir. Atılan her gol sonrasi kale arkasındaki tellere doğru hücüm eden ve tüm kale arkasını ön tarafta 3-5 sıra halinde getiren görüntüler aklımdadır. Zengin takımı River Plates'e los millionarios diye burun kıvırırlar. Stadları la bombonera'nın yakınlarında taraftarlarının isteği üzerine mezarlık yaptıracak kadar sevilirler. Her altyapı seçmelerinden önce "birgun hepiniz Maradona olabilirsiniz ama bir Che asla" pankartı asan taraftar grubuna sahiptirler. Ve herşeyden önemlisi stadlarının kapısında şu yazar:
Boca es mi religion,
Maradona es mi dios,
La Bombonera es mi iglesia.
(Dinim Boca, Tanrım Maradona, Mabedim Bombenera)

Daha ne diim.

Çarşamba, Ocak 04, 2006

o gülüş


Yani kızacam bu Amsterdam Üniversitesi'ndeki amcamlara, başka işiniz gücünüz yok mu diye, ama ne kızamıyorum. Adamların kafaları sürekli güzel, ne diyiim. Bob Marley'e de sormuşlar, Zimbabwe'daki isyancılar başarıya ulaşacak mı diye. O da cevap vermiş:" Çok iyi cins ot içiyorlari zafere ulaşmamaları mümkün değil." (Zimbabwe, Bob Marley ilişkisi, nereden çıktı, azzz sonra!)
Internet sitelerinden 15 Aralık tarihli bir haberden:

Leonardo da Vinci'nin ünlü Mona Lisa'sının gülümsemesi "çözümlendi". Bilim adamları, gülücüğün yüzde 83 oranında mutluluk, yüzde 9 küçümseme içerdiği sonucuna vardı.
Amsterdam Üniversitesi uzmanları, 500 yıldır sırrını koruyan Mona Lisa'yı duyguları, analiz edebilen bir bilgisayar yazılımıyla inceledi.
New Scientist dergisinin haberine göre, yazılımda kullanılan algoritma, Mona Lisa'nın yüzündeki ifadede yüzde 6 korku, yüzde 2 de öfke tespit etti.
Yazılım; dudak kıvrımı, göz kenarındaki kırışıklıklar gibi ana yüz hatlarını insandaki temel 6 duyguyla harmanlayarak sonuç üretiyor.

Pazar, Ocak 01, 2006

how to write and speak postmodern?

Tez danışmamını kapısında görmüştüm ve hoşuma gitmişti.Postmodern yazmanın kurallarını ironik bir dille anlatyor ve oldukça da doğru tesbitler var. Kafa açıcı yani.
"We should listen to the views of people outside of Western society in order to learn about the cultural biases that affect us". cümlesinin postmodern dilde söylenişi:
"We should listen to the intertextual, multivocalities of postcolonial others outside of Western culture in order to learn about the phallogocentric biases that mediate our identities."
Hoş bir makale:
http://www.unm.edu/~bquint/postmodern.html

malum harf

Georges Perec abimizin La disparition (ingilizceye a void adıyla çevrilmişti) romanı Türkçe'ye de Kayboluş adıyla çevrilmis sonunda.
Hani şu malum harfi kullanmadan 300 sayfalık bir romanı yazmak çok kolay olmasa. Hatta ve hatta bu kitabı aynı durumu koruyarak bizim lisanımıza kazandırmak oldukça zor bir iş. Şu yazdiğim paragrafta da aynı koşulu korumaya çalıştım ama oldukça güç durumlara düştüğüm oldu. Hangi sözcüğü kullanmalı, uygun olan, aynı anlamda nasıl bir sözcük koymalı ki anlam bozulmasın. Kısacası bu konuda zorlanmakla kalmıyorsunuz ama aynı zamanda kafanızın içindeki gri sıvıyı da kullanmak zorunda kalıyorsunuz. Aslında fikrim bunun gibi aynı mantıkta bir roman yazmak ama bırakın malum harfi kitapta hiç harf olmayacak. Nasıl ama?
Harbiden gerçekten övgüye değer bir çalişma.