Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Çarşamba, Aralık 28, 2005

mahremiyet

Yo konu Elif Şafak değil, kitabı hiç değil. Konu prayvasi denen özelim olayı. Internet uzerinde iz bırakmadan zaten dolanmak mümkün değil. Amma velakin sizin hakkınızda verilerin tutulma ihtimali ise mide bulandırıcı. Ve bunu da o çok meşhum guugıl yapınca (hani şu tutuğum blogu host eden) işler daha da ilginç hale geliyor. Aslında konu yeni değil, zaten bu jimeyl çıkınca çok fazla konuşulmuştu. Yok hiç bir imeyl silinmeyecek, böylelikle imaillerden kişisel biligi akışı sağlanacak, üstüne reklam taaruzuna tutulacağız diye(reklam olayı işin görünen yüzü). Sonra aslında yaptığımız sörçlerinde aynı titizlikle tutulduğunu öğrendik. Guugıl'ın bilgisayarlara gönderdiği çerezlerin 2038 yılına kadar geçerli olacak olması da ilginç tabii. Hatta bu kişisel bilgi tabanlarının çeşitli yerlere de gittiğini öğrendik. Fala inanma falsız da kalma misali, komplo teorisine inanma ama teorinde olsun abijim. "Catcher in the rye" derim başka bir sey demem. (gönderme süper ama, ne diim ben de süperim, hehe)
Neyse, daha fazla bilgi:
http://www.google-watch.org

Salı, Aralık 20, 2005

Gelelim fasulyanın faydalarına


Sadece biraz renk olsun dedim.

Pazartesi, Aralık 19, 2005

Hezayan algoritması

Aslındaki yukarki başlığı linç algoritması olarak da değiştirebiliriz. Türkiye'de son zamnalrda gelişen olaylarda baktığımızda aslında bir şeylerin de yapılma mantığının, yapılırken de bir algoritması olduğundan bahsedebilirz. Genelde olaylar şöyle gelişiyor:
1) Türklere hakaret ya da saldırı.
2) Türkiye topraklarında geçebilecek bir rövanş imkanı
3) Toplumu bu rövanşa psikolojik olarak "fazlasıyla" hazırlama, insanlardaki milliyetçi damarı sonuna kadar sömürme, aykırı sesleri susturma., tüm toplumu bir intikam robotu haline getirme.
4) Beklenen rövanş
5) Misliyle mukabele
6) Mukabelenin mislinin fazla kaçtığını fark etme
7) Uluslararası toplumun tepkileri
8) Olup bitenleri uluslararı toplumdan saklama çabaları.
9) Oradan buradan sızan Türkiye'yi suçlayıcı kanıtlar
10) Birkaç kişinin yem edilmesiyle suçtan kurtulma çabası
11) Sözkonusu kanıtları yayınlayanları linç etme tasarımları, tehditleri
12) Uluslararası toplumla pazarlığa oturma
13) Pazarlık sonucu başına çok büyük bir bela açılmayacağını fark etme
14) Türk toplumuna dönüp "her şeyin millet için yapıldığını" anlatma ve aykırı seslere gözdağı verme.

İlk anda İsviçre milli maçı sonrası hezayan mantığı gibi gözükse de ne kadar çok şeye uygulanabiliyor, değil mi?
Alıntıdaki yazının tamamı:http://www.birikimdergisi.com/birikim/
makale.aspx?mid=73"

Pazartesi, Aralık 12, 2005

Montrealin ardından

Kyoto'da düzenlenen tarihi konferanstan sonraki en geniş katılımlı ve kapsamlı toplantı olan Montreal'deki BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 11. Taraflar Konferansı sonunda elde edilen en önemli sonuç hiç kuşkusuz Kyoto sözleşmesinin varlığının ve gücünün pekiştirilmesi oldu. Çevre Örgütleri konferanstan umutlu ayrılırken, Yeşil Barış örgütünün Montreal'deki Uluslarası İklim Politikaları Danışmanı Bill Hare "Kyoto Protokolü bugün iki hafta öncesine göre çok daha güçlü" diyordu. Yeşil İttifak (Green Alliance) sözcüsü Guy Thompson ise "Kyoto yaşıyor ve 2012 sonrasında yasal ve bağlayıcı küresel bir çatının inşa edilmesine yönelik bir momentum sağladı" derken Dünya Dostları (Friends of the Earth) örgütünden Tony Juniper "bu toplantı küresel kararlılığı güçlendirecek tarihsel bir anlaşma yarattı" ifadesini kullanıyordu. Konferansta Avrupa Birliğinin Çevre Sekreteri Margaret Beckett ise konferansı "diplomatik bir zafer" olarak nitelendiriyordu. Konferansa katılan ülkeler genel anlamda 2012 sonrasında Kyoto sözleşmesinin geleceğini mercek altına alırken, 2012 sonrasında sözleşmeninin şekillendirilmesi için görüşmelerin devam edilmesini, 2008-2012 arasındaki sözleşmenin ilk döneminde verilen tahhaütlerin yerine getirilmesinin sağlanması ve Kyoto'da herhangi bir yükümlülük altına girmemiş olan gelişmekte olan ülkelerin de bu sürece en azından gönüllülük çatısı altında altında katılmasının artılırılmasının olanaklarını tartıştı.
Hiç kuşkusuz konferansın en önemli sonuçlarından birisi ise Kyoto karşıtlığında ABD ve Avusturalya'nın izole edilmesiydi. Kyoto sözleşmesini imzalamamakla birlikte toplantıyı bloke etmekteki kararlılığına rağmen ABD'nin toplantı süresinceki tavrı diğer ülkeleri pek fazla etkilemedi. İskoçya'daki G8 zirvesinde ABD Başkanı Bush'un iklim değişikliği konusunda ilerleme sağlanması ve Kyoto Sözleşmesini genel anlamda desteklenmesi sözlerine rağmen ABD heyeti toplantılarda daha geniş tartışmalara çekilmek istemediğini gösterdi. Hatta ABD hyeti başkanı Harry Watson toplantılardan birinde çekip gitti. Tüm bunlara karşılık Washington hükümetini by-pass edecek yeni öneriler ise toplantıya damgasını vurdu. Özellikle ABD’den 40 milyon vatandaşı temsil eden 38 eyaletten 192 belediye başkanının toplantıya katılması ile sözleşmenin genişletilerek eyaletlerin, şehirlerin veya çok uluslu şirketlerin bağımsız olarak sözleşmeye katılmalarının sağlanması en azından Bush idaresi gidene kadar ABD’nin yerel bazda yükümlülüklerini yerine getirebilmesi kapısını da araladı.
Gelişmiş ülkelerin yeni herhangi bir tahhaüt altına girmeden Kyotodaki öngördükleri azaltım değerlerine ulşılmasını ve yerine getirilmeyen tahhaütler sonucunda ise cezalandırılmalarının da tartışıldığı toplantılarda temiz kalkınma mekanizmasının ise daha da güçlendirilerek bürokrasinin azaltılması ve daha çok projeye destek verilmesi kararları alındı. Temiz kalkınma mekanızması sayesinde yeşil teknolojilerin finansmanını sağlayacak karbon ticaretinin desteklenerek hem gelişmekte olan ülkelerin küresel ısınmadan doğan zararlarının hem de gelişmiş ülkelerin salınım azaltım tahhaütlerini yerine getirirken potansiyel finansman kayıplarının en aza indirgenmesi de alınan kararlar arasındaydı.
Aslında bol laf, az iş. Bu konudaki eleştiriler neler olabir? sonra

Pazartesi, Aralık 05, 2005

Karikatürler savaşı

Geçtiğimiz haftanın en çok konuşulan olaylarından biri, Danimarka’nın bol resimli, sansayonel haber ağırlıklı ucuz tabloid gazetesi Extra Bladet’te yayınlanan basmakalıp karikatürün (Erdoğan'ının basın özgürlüğü yazan tuvalet kağıdı kullanması) seviyesini daha da aşağı çekerek Tempo dergisinde başka bir basmakalıp karikatürle (Rasmussen ve Öcalan'ın aynı yatakta çıplak gosterilmesi) verilen cevaptı. Bazı gazetelerde "karikatürün ortalığı çok karıştırması" beklentisiyle kılıçlar çekildi, başlıklar hazırlandı, eller tetikte beklenmeye baslandı. Herhalde zannediliyordu ki, bütün Danimarka basını karikatürün üzerine atlayacak, yazarlar köşelerinde bu olaydan bahsedecek, televizyonlarda tartışma programları düzenlenip Türk mallarını protesto kampanyaları başlatılacak, Türk büyükelçiliği yumurta yağmuruna tutulacak, büyükelçimiz Dışişleri bakanlığına çağrilacaktı! Türk basınına ise bunların üzerine atlayıp haber yapma keyfi ve Avrupa’da düşünce özgürlüğünün lafta kaldığı ve ne kadar da basın özgürlüğü düşmanı olduğunu kanıtlamak kalacaktı.
Ne yazık ki umulanların hiçbiri gerçekleşmedi. Ülkenin ciddi gazetelerinden Politiken biraz da bıyık altından gülerek attığı naif başlıkta “Türkiye, Danimarka’nın fikir özgürlüğünü test ediyor’ derken Extra Bladet gazetesinde çıkan haberde Türk basının intikam mantığıyla hareket ettiği ve Roj TV’nin kapatmama kararına baskı uygulamak amacıyla yayınlandığı iddia ediliyordu. Tüm bunlar ise Hürriyet gazetesinde 28 Kasım tarihli haberde “Sınıfta kaldılar” başlığıyla sunuluyordu. Sonuçta eşcinselliğin tabu olmadıgı, hatta yasal olarak eşcinsel evliligine izin verilen bir ülkede bu karıkatürün cok da fazla ilgi çekmemesi normaldi. Üstelik iş basın özgürlüğüne gelirken herhalde Danimarka’ya aşık atacak en son ülkenin Türkiye olduğu da bir gerçekti. Ama denemenin de bir zararı yok mantığıyla Danimarka başbakanı Rasmussen ve Başbakan Erdoğan arasında geçen olayın hemen ertesinde ve henüz karikatürlerin yayınlanmadığı dönemde 17 Kasım tarihli Milliyet gazetesinin Danimarkada’ki basın özgürlüğüne dair yapılan haberinde ise Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün raporlarına dayanarak Danimarka’nın tüm Avrupa ülkeleri arasında basın özgürlüğü konusunda en iyisi olduğu açıklanıyordu. Ama muhtemelen bu yüzden veri sıkıntısı çekildiğinden de suçu kabahatinden büyük bir habercilik anlayışıyla Danimarka’daki basın özgürlüğünün az olmasıyla ilgili verilen örnekte ırkçı bir radyonun kapatılması gösteriliyordu. Yerel düzeyde (başta Türkler olmak üzere) ülkedeki tüm yabancı ve göçmenlere karşı yayın yapan ve Nazi radyosu olarak da bilinen Radyo Oasis’in lisansı iptal edilmiş ve kapatma olayı mahkemeye taşınmıştı. Bu arada radyoya ülkedeki tüm radyo istayonlarına da yapılan 78 000 kronluk yardım kesilmişti ama radyo yayınına halen devam ediyordu. Ama amaç Danimarka'yı karalamak olduğundan bu olayın haberde yer almasında Milliyet Gazetesi için bir sorun yoktu.
Ekstra Bladet gazetesinin kaçırdiği nokta ise haberi veren gazetelerin sadece intikam duygularıyla hareket etmemeleri, aynı zamanda yayınladıkları haberden beklentileri. Hatırlanacağı üzere, 8 Mart Dünya kadınlar günü dolayısıyle yapılan eylemde, neredeyse tüm dünyada, Türk hapishaneleri kadar ünlü bir Türk polisi imajı yaratmasına vesile olan polis şiddetinin görüntüleri yayınlanmıştı. Bu olayın bir kaç gün sonrasında, Fransa’daki lise öğrencilerinin yaptıkları eylemde polisin göstericilere çektiği meydan dayağı okuyuculara duyurulurken, ne demokratik taleplerin sonuna kadar götürülmesinde polisin göstericilere tavrının yanlışlığı, ne de, ”siz bizi eleştiriyorken önce bir kendinize bakın” duyarlılığını, aslında sadece ve sadece ”onlar da yapıyor, o yüzden bizim de yapmamız meşrudur” popülizmini su yüzüne çıkartmaktan öteye bir amaç güdülmüyordu.
Danimarka gazetesinde çıkan karikatür yanlıştı veya doğruydu ama başbakanımızın basına tahammülü en üst seviyedeydi kuşkusuz, hiç bir şekilde ne karikatürcülere (Cumhuriyet gazetesinden Musa Kart veya Evrensel’den Sefer Selvi gibi) ne de mizah dergilerine dahi (Penguen dergisi gibi) dava açmiştı. Ama olsun kol kırılır yeni içinde kırılır mantığıyla yaklaşabılırdik tüm bunlara ve onların başbakanı hoşumuza gitmeyen bir televizyon kanalının muhabirini dışarı cıkartmadığı için suçluydu ve bunları haketmişti. Onlar bizim basın özgürlüğümüzü alaya alıyordu, o yüzden biz de onların demokrasi anlayışıyla dalga geçmeliydik. İlk bakışta haddini bildirmek veya intikam duygularıyla yayınlandığı düşünülse de veya devamında Danimarka‘daki basın özgürlüğünü test ediyoruz kılıfıyla sunulup testi geçemediler diye haberleşstirilse de asıl gerçek bu olayda da onlar yapıyorsa bizde yaparız mantığının tekrar ortaya çıkmış olmasıdır. Ve asıl değerlendirilmesi gereken yanlış ise Tempo dergisindeki karikatürün yayınlanması değildir, ona addedilen anlamdir. Karikatürün düşmana karşi kazanılan bir zafer tacı veya başka bir ülkedeki basın özgürlüğünün sınanması olarak sunulmasındadır.
Kavgacı ve hırçın çocuklar gibi kendi iç sorunlarını çözememiş bir ülke olarak önümüze gelene topyekün saldırmayı ve buna basını da alet etmeyi tarz-ı siyaset olmaktan çıkartmaktan ne zaman vazgeçecilecek, işte tartışılmsı gereken önemli bir nokta da budur.