Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Çarşamba, Aralık 28, 2005

mahremiyet

Yo konu Elif Şafak değil, kitabı hiç değil. Konu prayvasi denen özelim olayı. Internet uzerinde iz bırakmadan zaten dolanmak mümkün değil. Amma velakin sizin hakkınızda verilerin tutulma ihtimali ise mide bulandırıcı. Ve bunu da o çok meşhum guugıl yapınca (hani şu tutuğum blogu host eden) işler daha da ilginç hale geliyor. Aslında konu yeni değil, zaten bu jimeyl çıkınca çok fazla konuşulmuştu. Yok hiç bir imeyl silinmeyecek, böylelikle imaillerden kişisel biligi akışı sağlanacak, üstüne reklam taaruzuna tutulacağız diye(reklam olayı işin görünen yüzü). Sonra aslında yaptığımız sörçlerinde aynı titizlikle tutulduğunu öğrendik. Guugıl'ın bilgisayarlara gönderdiği çerezlerin 2038 yılına kadar geçerli olacak olması da ilginç tabii. Hatta bu kişisel bilgi tabanlarının çeşitli yerlere de gittiğini öğrendik. Fala inanma falsız da kalma misali, komplo teorisine inanma ama teorinde olsun abijim. "Catcher in the rye" derim başka bir sey demem. (gönderme süper ama, ne diim ben de süperim, hehe)
Neyse, daha fazla bilgi:
http://www.google-watch.org

Salı, Aralık 20, 2005

Gelelim fasulyanın faydalarına


Sadece biraz renk olsun dedim.

Pazartesi, Aralık 19, 2005

Hezayan algoritması

Aslındaki yukarki başlığı linç algoritması olarak da değiştirebiliriz. Türkiye'de son zamnalrda gelişen olaylarda baktığımızda aslında bir şeylerin de yapılma mantığının, yapılırken de bir algoritması olduğundan bahsedebilirz. Genelde olaylar şöyle gelişiyor:
1) Türklere hakaret ya da saldırı.
2) Türkiye topraklarında geçebilecek bir rövanş imkanı
3) Toplumu bu rövanşa psikolojik olarak "fazlasıyla" hazırlama, insanlardaki milliyetçi damarı sonuna kadar sömürme, aykırı sesleri susturma., tüm toplumu bir intikam robotu haline getirme.
4) Beklenen rövanş
5) Misliyle mukabele
6) Mukabelenin mislinin fazla kaçtığını fark etme
7) Uluslararası toplumun tepkileri
8) Olup bitenleri uluslararı toplumdan saklama çabaları.
9) Oradan buradan sızan Türkiye'yi suçlayıcı kanıtlar
10) Birkaç kişinin yem edilmesiyle suçtan kurtulma çabası
11) Sözkonusu kanıtları yayınlayanları linç etme tasarımları, tehditleri
12) Uluslararası toplumla pazarlığa oturma
13) Pazarlık sonucu başına çok büyük bir bela açılmayacağını fark etme
14) Türk toplumuna dönüp "her şeyin millet için yapıldığını" anlatma ve aykırı seslere gözdağı verme.

İlk anda İsviçre milli maçı sonrası hezayan mantığı gibi gözükse de ne kadar çok şeye uygulanabiliyor, değil mi?
Alıntıdaki yazının tamamı:http://www.birikimdergisi.com/birikim/
makale.aspx?mid=73"

Pazartesi, Aralık 12, 2005

Montrealin ardından

Kyoto'da düzenlenen tarihi konferanstan sonraki en geniş katılımlı ve kapsamlı toplantı olan Montreal'deki BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 11. Taraflar Konferansı sonunda elde edilen en önemli sonuç hiç kuşkusuz Kyoto sözleşmesinin varlığının ve gücünün pekiştirilmesi oldu. Çevre Örgütleri konferanstan umutlu ayrılırken, Yeşil Barış örgütünün Montreal'deki Uluslarası İklim Politikaları Danışmanı Bill Hare "Kyoto Protokolü bugün iki hafta öncesine göre çok daha güçlü" diyordu. Yeşil İttifak (Green Alliance) sözcüsü Guy Thompson ise "Kyoto yaşıyor ve 2012 sonrasında yasal ve bağlayıcı küresel bir çatının inşa edilmesine yönelik bir momentum sağladı" derken Dünya Dostları (Friends of the Earth) örgütünden Tony Juniper "bu toplantı küresel kararlılığı güçlendirecek tarihsel bir anlaşma yarattı" ifadesini kullanıyordu. Konferansta Avrupa Birliğinin Çevre Sekreteri Margaret Beckett ise konferansı "diplomatik bir zafer" olarak nitelendiriyordu. Konferansa katılan ülkeler genel anlamda 2012 sonrasında Kyoto sözleşmesinin geleceğini mercek altına alırken, 2012 sonrasında sözleşmeninin şekillendirilmesi için görüşmelerin devam edilmesini, 2008-2012 arasındaki sözleşmenin ilk döneminde verilen tahhaütlerin yerine getirilmesinin sağlanması ve Kyoto'da herhangi bir yükümlülük altına girmemiş olan gelişmekte olan ülkelerin de bu sürece en azından gönüllülük çatısı altında altında katılmasının artılırılmasının olanaklarını tartıştı.
Hiç kuşkusuz konferansın en önemli sonuçlarından birisi ise Kyoto karşıtlığında ABD ve Avusturalya'nın izole edilmesiydi. Kyoto sözleşmesini imzalamamakla birlikte toplantıyı bloke etmekteki kararlılığına rağmen ABD'nin toplantı süresinceki tavrı diğer ülkeleri pek fazla etkilemedi. İskoçya'daki G8 zirvesinde ABD Başkanı Bush'un iklim değişikliği konusunda ilerleme sağlanması ve Kyoto Sözleşmesini genel anlamda desteklenmesi sözlerine rağmen ABD heyeti toplantılarda daha geniş tartışmalara çekilmek istemediğini gösterdi. Hatta ABD hyeti başkanı Harry Watson toplantılardan birinde çekip gitti. Tüm bunlara karşılık Washington hükümetini by-pass edecek yeni öneriler ise toplantıya damgasını vurdu. Özellikle ABD’den 40 milyon vatandaşı temsil eden 38 eyaletten 192 belediye başkanının toplantıya katılması ile sözleşmenin genişletilerek eyaletlerin, şehirlerin veya çok uluslu şirketlerin bağımsız olarak sözleşmeye katılmalarının sağlanması en azından Bush idaresi gidene kadar ABD’nin yerel bazda yükümlülüklerini yerine getirebilmesi kapısını da araladı.
Gelişmiş ülkelerin yeni herhangi bir tahhaüt altına girmeden Kyotodaki öngördükleri azaltım değerlerine ulşılmasını ve yerine getirilmeyen tahhaütler sonucunda ise cezalandırılmalarının da tartışıldığı toplantılarda temiz kalkınma mekanizmasının ise daha da güçlendirilerek bürokrasinin azaltılması ve daha çok projeye destek verilmesi kararları alındı. Temiz kalkınma mekanızması sayesinde yeşil teknolojilerin finansmanını sağlayacak karbon ticaretinin desteklenerek hem gelişmekte olan ülkelerin küresel ısınmadan doğan zararlarının hem de gelişmiş ülkelerin salınım azaltım tahhaütlerini yerine getirirken potansiyel finansman kayıplarının en aza indirgenmesi de alınan kararlar arasındaydı.
Aslında bol laf, az iş. Bu konudaki eleştiriler neler olabir? sonra

Pazartesi, Aralık 05, 2005

Karikatürler savaşı

Geçtiğimiz haftanın en çok konuşulan olaylarından biri, Danimarka’nın bol resimli, sansayonel haber ağırlıklı ucuz tabloid gazetesi Extra Bladet’te yayınlanan basmakalıp karikatürün (Erdoğan'ının basın özgürlüğü yazan tuvalet kağıdı kullanması) seviyesini daha da aşağı çekerek Tempo dergisinde başka bir basmakalıp karikatürle (Rasmussen ve Öcalan'ın aynı yatakta çıplak gosterilmesi) verilen cevaptı. Bazı gazetelerde "karikatürün ortalığı çok karıştırması" beklentisiyle kılıçlar çekildi, başlıklar hazırlandı, eller tetikte beklenmeye baslandı. Herhalde zannediliyordu ki, bütün Danimarka basını karikatürün üzerine atlayacak, yazarlar köşelerinde bu olaydan bahsedecek, televizyonlarda tartışma programları düzenlenip Türk mallarını protesto kampanyaları başlatılacak, Türk büyükelçiliği yumurta yağmuruna tutulacak, büyükelçimiz Dışişleri bakanlığına çağrilacaktı! Türk basınına ise bunların üzerine atlayıp haber yapma keyfi ve Avrupa’da düşünce özgürlüğünün lafta kaldığı ve ne kadar da basın özgürlüğü düşmanı olduğunu kanıtlamak kalacaktı.
Ne yazık ki umulanların hiçbiri gerçekleşmedi. Ülkenin ciddi gazetelerinden Politiken biraz da bıyık altından gülerek attığı naif başlıkta “Türkiye, Danimarka’nın fikir özgürlüğünü test ediyor’ derken Extra Bladet gazetesinde çıkan haberde Türk basının intikam mantığıyla hareket ettiği ve Roj TV’nin kapatmama kararına baskı uygulamak amacıyla yayınlandığı iddia ediliyordu. Tüm bunlar ise Hürriyet gazetesinde 28 Kasım tarihli haberde “Sınıfta kaldılar” başlığıyla sunuluyordu. Sonuçta eşcinselliğin tabu olmadıgı, hatta yasal olarak eşcinsel evliligine izin verilen bir ülkede bu karıkatürün cok da fazla ilgi çekmemesi normaldi. Üstelik iş basın özgürlüğüne gelirken herhalde Danimarka’ya aşık atacak en son ülkenin Türkiye olduğu da bir gerçekti. Ama denemenin de bir zararı yok mantığıyla Danimarka başbakanı Rasmussen ve Başbakan Erdoğan arasında geçen olayın hemen ertesinde ve henüz karikatürlerin yayınlanmadığı dönemde 17 Kasım tarihli Milliyet gazetesinin Danimarkada’ki basın özgürlüğüne dair yapılan haberinde ise Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün raporlarına dayanarak Danimarka’nın tüm Avrupa ülkeleri arasında basın özgürlüğü konusunda en iyisi olduğu açıklanıyordu. Ama muhtemelen bu yüzden veri sıkıntısı çekildiğinden de suçu kabahatinden büyük bir habercilik anlayışıyla Danimarka’daki basın özgürlüğünün az olmasıyla ilgili verilen örnekte ırkçı bir radyonun kapatılması gösteriliyordu. Yerel düzeyde (başta Türkler olmak üzere) ülkedeki tüm yabancı ve göçmenlere karşı yayın yapan ve Nazi radyosu olarak da bilinen Radyo Oasis’in lisansı iptal edilmiş ve kapatma olayı mahkemeye taşınmıştı. Bu arada radyoya ülkedeki tüm radyo istayonlarına da yapılan 78 000 kronluk yardım kesilmişti ama radyo yayınına halen devam ediyordu. Ama amaç Danimarka'yı karalamak olduğundan bu olayın haberde yer almasında Milliyet Gazetesi için bir sorun yoktu.
Ekstra Bladet gazetesinin kaçırdiği nokta ise haberi veren gazetelerin sadece intikam duygularıyla hareket etmemeleri, aynı zamanda yayınladıkları haberden beklentileri. Hatırlanacağı üzere, 8 Mart Dünya kadınlar günü dolayısıyle yapılan eylemde, neredeyse tüm dünyada, Türk hapishaneleri kadar ünlü bir Türk polisi imajı yaratmasına vesile olan polis şiddetinin görüntüleri yayınlanmıştı. Bu olayın bir kaç gün sonrasında, Fransa’daki lise öğrencilerinin yaptıkları eylemde polisin göstericilere çektiği meydan dayağı okuyuculara duyurulurken, ne demokratik taleplerin sonuna kadar götürülmesinde polisin göstericilere tavrının yanlışlığı, ne de, ”siz bizi eleştiriyorken önce bir kendinize bakın” duyarlılığını, aslında sadece ve sadece ”onlar da yapıyor, o yüzden bizim de yapmamız meşrudur” popülizmini su yüzüne çıkartmaktan öteye bir amaç güdülmüyordu.
Danimarka gazetesinde çıkan karikatür yanlıştı veya doğruydu ama başbakanımızın basına tahammülü en üst seviyedeydi kuşkusuz, hiç bir şekilde ne karikatürcülere (Cumhuriyet gazetesinden Musa Kart veya Evrensel’den Sefer Selvi gibi) ne de mizah dergilerine dahi (Penguen dergisi gibi) dava açmiştı. Ama olsun kol kırılır yeni içinde kırılır mantığıyla yaklaşabılırdik tüm bunlara ve onların başbakanı hoşumuza gitmeyen bir televizyon kanalının muhabirini dışarı cıkartmadığı için suçluydu ve bunları haketmişti. Onlar bizim basın özgürlüğümüzü alaya alıyordu, o yüzden biz de onların demokrasi anlayışıyla dalga geçmeliydik. İlk bakışta haddini bildirmek veya intikam duygularıyla yayınlandığı düşünülse de veya devamında Danimarka‘daki basın özgürlüğünü test ediyoruz kılıfıyla sunulup testi geçemediler diye haberleşstirilse de asıl gerçek bu olayda da onlar yapıyorsa bizde yaparız mantığının tekrar ortaya çıkmış olmasıdır. Ve asıl değerlendirilmesi gereken yanlış ise Tempo dergisindeki karikatürün yayınlanması değildir, ona addedilen anlamdir. Karikatürün düşmana karşi kazanılan bir zafer tacı veya başka bir ülkedeki basın özgürlüğünün sınanması olarak sunulmasındadır.
Kavgacı ve hırçın çocuklar gibi kendi iç sorunlarını çözememiş bir ülke olarak önümüze gelene topyekün saldırmayı ve buna basını da alet etmeyi tarz-ı siyaset olmaktan çıkartmaktan ne zaman vazgeçecilecek, işte tartışılmsı gereken önemli bir nokta da budur.

Cumartesi, Kasım 26, 2005

gerçek vs taklit

Paris'te Louvre müzesindeki Mona Lisa tablosunun onunde beni heyecanlandıran eserin çok unlu oluşu değildi. Beni heyecanlandıran bu kadar kopyası, reproduksiyonu veya reproduksiyonunun reproduksiyonu yapılmış bir eserin gerçeğinin görme, kaynağına ulaşma arzusuydu. İmge ile gerçek arasındaki farkın sorunların başladığı noktadır bu. Mona Lisa bir görüntüdür, resmedilen o kadının, (yada her kimse o) gerçeğin görüntüsüdür, imgesidir. O ünlü resimde çoğaltılmadan önce kanlı canlı gerçektir, ama tuvale döküldüğünde görüntü halini alır, gerçekliğini yitirir. Farklı düzlemde de olsalar, sorun değişmez: peki gerçek hangisidir? Louvre'da müzede orijinali olarak gösterilen tablo mudur gerçek? Peki o tablonun gerçek olduğunu kim biliyor ki? Belki de insanların yoğun ilgisi, çalınma korkusu veya herhangi bir başka nedenden ötürü müze yönetimi gizli bir kararla gerçek tabloyu saklama kararı aldı, veya hırsızlar çok ustalıkla gerçekleştirdikleri bir planla tabloyu çaldılar, ve tepkilerden korkan yönetim tablonun yerine taklidini koydu. Ve orada büyük merkla hazla resme bakanlar gerçek sanılan taklidine övgüler yağdırdı.
Ya da gerçek sandiğımız Mona Lisa diye birisi yoksa? Da Vinci kendinei resmettiyse orada, aynadaki imgesini resmettiyse bir kadın yüzünde? Sorunlar biraz daha karmaşıklaşmaya başlar o zaman. Aynadaki görüntüsü, imgesi tabloya dömülen bir gerçek. Taklidin gerçeği. Ve o gerçeğin kopyaları, reprodüksiyonları. Kaynağın bile taklit olduğu bir gerçekten bahsetmeye başlarız o zaman. Başa dönersek eğer, imgenin gerçeği altetmesidir elimizde kalan, daha da genelleştirirsek kenidmiz kandırmaktır yaşam. İşte bu yüzden Foucolut kapağında bir pipo resmi olan kitabıbı adını "bu bir pipo değidir" koymuştur. Bu bir pipo değildir, görüntüsüdür.

Pazartesi, Kasım 21, 2005

hypercomputation vs computation


Yukardaki şekil, computational(hesaplanabilir) olan ile olmayan arasındaki sınırı çiziyor. Bu çizgiyi belirleyen ise Turing limiti. Sonuçta computation kavramının çıktığı nokta da Turing'in makineleri. Eğer Turing makinelerinin hesaplayamayıcağı (en azından) matematiksel fonksiyonlar varsa bu da bir computationalizme tezahür edebilir mi? Eğer ediyorsa, ki evet eder, bu nokta da hypercomputationalizme taşır ve insanları birer superminds olmaya götürebilir.

Cumartesi, Kasım 12, 2005

Manderlay

Menderlay Lars von Trier Amerika üçlemesinin ikinci filmi. İlk film olan Dogville'i film Dacadır diye seyretmemistim. Bayağı bir reklamı çıkmıştı. Fena etmişim, film ingilizceymiş, ama nerden bilebilirdim ki. Zaten sinema çok pahalıdır Danimarka'da, 75 DKK. Bir de üstüne yol parası. Aha birde oradan bara felan gidip gece otobüsüne kaldı mıydın, bir film keyfi olur sana 200 DKK. Aman ben almıyım, kültür neyim gıdamı Türkiye'de alırım diye gçiştirmeye başlıyorsunuz bir süre sonra.
Neyse, film ilki gibi, teatral duzende, super bir duzende başlıyor. Başlarda biraz rahatsızlık duyuyorsunuz bünyede ama bir sure sonra alişiyorsunuz dekora. Hatta hosunuza bile gidiyor bu Brechtian atmosfer. Film ise oldukça politik ve ABD'nin sözde değerlerine doğrudan bir saldırı. Ozellikle filmin sonundaki fotograflar herşeyi anlatıyor zaten diyorsunuz.
Filmin unutulmaz sahnelerinde ise beyazların yuzlerinin siyaha boyattırılıp siyahlara yemek servisi yaptırıldığı bir sahne var. Film aslında tamaıyla bir demokrasi eleştirisi olarka da okunabilir. Hürriyet gazetesinde "filmden diktatör yanlısı olarak da kalkabilirsiniz" diye bir yorum vardı. Aslında bu, bütün demokrasi oyunlarında ortaya çıkacak bir şey. Demokrasinin de aslında bir çeşit kölelik olduğunu ve ellerinde silah, gangsterlerin siyahlara demokrasi oyunu oynattıklarını düşününce nedense aklıma Türkiye geliyor.
Bu arada ben bu yönetmenle aynı semtte yaşadım yav..

Pazartesi, Kasım 07, 2005

Determinizm ve özgür irade

Determinizm ve özgür irade arasındaki ilişkideki en önemli soru özgür iradenin determinizmle tutarlı olup olmadığıdır. Determinizm, bir nedensellik(causality) imidir, varolan her olayın bir nedeni vardır, varolan bir olayın olma nedeni geçmişte olmuş olayların örgüsüdür, ki bu aynı zamanda geleceği de belirleyecek bir olgudur. Belirli koşullar altında her olay, belirli bir sonuca ulaşır. Determinizme en önemli kanıt Newton fiziğidir. Örneğin, iki bilardo topunun belirli hız ve yönde atıldığındaki çarpışma sonucu topların durumunu bilebiliriz. Peki, eğer determinizm var ise özgür iradeden bahsedebilir miyiz? Nasıl olsa herşey belirlendiyse, yaptıklarımızdan sorumlu tutulabilir miyiz? Özgür irade sahibi insan ne kadar özgürdür? Kuantum fiziğiyle kanıtlanan indeterminizm, özgür irade için geçerliyse, her şey bir "randomness" mı içerir, herşey bir raslanntı sonucu meydana mı gelmiştir? Her şey rastlantıysa biz ne kadar özgür olabiliriz? Yaptıklarımızdan ne kadar sorumlu tutulabiliriz?
Benim açımdan diğer önemli konu ise determizimin hesaplanabilirlikle (computability) olan ilişkisidir. Determinist olan herşey hesaplanabilir mi? Ornegin bilardo toplarının çarpışması oldukca determinist bir olaydır, ve topların ilk hızları ve konumları (ve diğer constraintler, sürütnme gibi) bilindiği sürece kolayca hesaplanabilir. Keza eğik atışla atılan bir topun nereye çarpacağı da (belirli etkilerinde göz alınmasıyla, örneğin havanın direnci) mutlka süretle belirlenebilir. Pek tabiiki Newton fiziğinin sınırları(constaraints)içersinde, örneğin 10 üzeri 15 lik kesinlik içerisinde yapılabilir. Peki determinist olup da hesaplanamaz olaylar da var midir? Penrose'a göre vardır. Hatta örnekleri de olabilir bunun, yaratılacak bir "toy model universe" içerisinde rahatlıkla gösterilen. Boyle bir evren içersinde yaratılan düzlem içerisinde hangi polyomino kümenin kullanılacağına dair bir hesaplanabilir bir prosedür yoktur.
Aynı şekilde daha da ileri giderek hesaplanamzlığın derecelerinden bahsedebiliriz. Gödel'in teoremleriyle başlayan Turing'in "oracle makinesi"yle devam eden ve sonunda quantum computability ve bazı farazi "hypercomputer" lar (accelerating turinng machine vs.) gibi bir derecelendirme içerisinde özgür iradenin yeri neresidir. Hah, işte zurnanın zırt dediği yer burası.
(to be continued)

Cuma, Kasım 04, 2005

Le capitalisme n'a pas la cote chez les Français

Liberation gazetesinin haberi. Fransızlar arasında yapılan araştırmanın sonuçları oldukça ilginç.
(http://www.liberation.fr/page.php?Article=335983)

Le capitalisme n'a pas la cote chez les Français

Alors que se multiplient les livres critiques, près de deux Français sur trois, selon notre sondage, rejettent le capitalisme et le pouvoir des actionnaires.
Entre le capital et les Français, c'est le grand désamour. Le sondage réalisé par LH2 pour Libération (1) est absolument catégorique : selon le panel interrogé, l'opinion publique rejette le capitalisme à près des deux tiers des voix. Le libéralisme économique ne se porte pas mieux. Le socialisme semble lui (de peu) majoritaire dans le pays (51 % d'opinions positives). Un résultat surprenant, tant la libre entreprise semblait faire consensus. Selon François Miquet-Marty, directeur de LH2 Opinion, ce palmarès «révèle certes la difficulté, déjà connue, de la société française à accepter l'idée de libéralisme économique, mais il désigne surtout l'ampleur du malaise suscité par la notion de capitalisme, alors que ce dernier n'a jamais été mieux établi». Alors, Marx pas mort ? A entendre certaines réponses, on pourrait le penser. Ainsi, 41 % des interrogés décrivent le capitalisme comme «l'exploitation de l'homme par l'homme», et 45 % comme «l'accumulation des richesses» par un petit nombre de personnes.
(...)

Çarşamba, Ekim 26, 2005

film ve determinizm

Her film determinist bir okumadır. Hikayenin, senaryonun veya yönetmenin çizdiği kapalı bir dünya içerisindeki bütün olaylar, kurgular ince bir hatla birbirine bağlıdır. Filmin varoluş nedenidir belki de bu. Bir şey olur, diğerine domino etkisi yaratır bu kapalı dünyada. Sırf bu alışkanlk yüzünden hiçbir filme başka bir türlü yaklaşım gerçekleşemez. Eğer olan birşey varsa mutlaka nedeni vardir. Bu anlamda her film bir causality (nedensellik) ürünüdür. Eğer filmde indeterminist bir şeyler varsa bu seyircinin hoşuna gitmez. Çünkü filmde anlaşılmayan birseyler olmasını hoş karşılamaz. Seyirci, kafası çatlayana kadar da anlamaya uğraşmaz. Keza kapitalist bir toplumda film de tüketilip atılacak bir nesnedir. Filme verilen süre iki saattir ve bundan ötesine yer yoktur. Belki arkadaş toplantılarında şaşırtıcı veya komik kısımlar yine tüketim alışkanlıkları içerisinde tüketim amaçlı paylaşılır ve eğlendirir. Biraz zamanı olanlar veya ilgililer ise çabalar, kare kare, söz söz tetkik edilir film, yönetmen burada ne demek istemiştir, burada kadının hareketi ne anlama gelir, kadın neden mavi renk elbise giymiş vs. anlanmaya çalışılır. Bu kapalı dünyada herşeyin nedeni vardır sonuçta. Tarkovsky güzel bir örnektir buna. Saatlerce uğraşıp mistisizmin, tarihin, politikanın, felsefenin bini bir para haline getirilip, kolajlanıp, eklemlenip çözülme uğraşılarının en güzel örneğidir Tarkovsky sineması. Aslında ne yazık ki, bu kapalı dünyada anlaşıl(a)mayan yönetmenler de pek çok kez baştacı edilir. İlgisiz seyirci için filmden bir sey anlanmamışsa, zaten anlanmamıltır, film orada biter, sonuç bellidir: film kötüdür, güldürmemiştir, yönetmende iş yoktur. Ama öteki taaftan da ilgili olanlar için anlaşılmamışsa üzerinde çalışılması için neden vardir o yüzden de yönetmen süperdir gib bir sonuca ulaşılması tehlikesi vardır.
Peki indeterminist bir film yapılamaz mı? Olur herhalde, ama seyirciyi tatmin etmeyen bir film olur. Bütün kapıların açık bırakıldığı bir film olur, sorularla terkedilen bir film olur, deneysel olur, ama güzel olur. Bilmem, belki de olmaz.

Salı, Ekim 25, 2005

Video Sanatı

Sanırım Ulus Baker ders notlarından. Vertov'un Kameralı Adam filmi sanat tarih açısından önemi kadar, kameranın insan hayatına sokulumu açısından da bir ilk.

Video sanatı nasıl başladı?

Video sanatının çok daha gerilerde ötelerde kökleri gizli olsa da esas olarak dünyada medyanın etkisinin ve buna paralel olarak medya eleştirilerinin arttığı 1960’lardan itibaren ortaya çıktığını söyleyebiliriz.Eleştiriler daha çok televizyona yönelikti ve video sanatı da başlarda televizyona bir tepki olarak ortaya çıktı. İlk kuşak video sanatçıları genelde medya toplumu hakkında eleştiriler yapmaya yöneldiler.O dönemde Amerikalılar günde ortalama yedi saat televizyon seyrediyordu ve yeni tüketici toplumu da daha çok reklam tarzı hayat biçimleriyle oluşuyordu.( Mesela Bush’un karısını aldatması hikayesi gibi vurucu reklamlar o zamanda vardı ) Paris’te ve New York’taki öğrenci ayaklanmaları,politik ilginin artışı , cinsel devrim,Paris’te ve New York’ta ve dünyanın pek çok yerinde kültürü etkiledi ve video sanatı işte bu dönemde ortaya çıktı.

Marshall Mc Luhan,medyanın yaygın etkilerini kavramlaştırarak bu kuşağın medyanın günlük yaşantılara olan etkisini anlamasına yardım etti.Luhan yeni medyanın eski dünyanın gerçeğini yeni dünyaya aktarmak olmadığını yeni dünya gerçeğini biçimlendirmesi gerektiğini söylüyordu.Onun reklam ve ticaret üzerine eleştirileri 1960 ‘ların sanatçıları ve aktivistleri için çok önemli bir kaynak oluşturdu.
Diğer yandan video sanatının esas kökenleri üzerine Martha Gever ve Martha Rosler gibi feministler bir tartışma ortaya attılar.Onlar iki tip video pratiği olduğunu söylüyorlardı. Başlangıçta aktivistlerin yaptığı belgeseller alternatif bir haber biçimiyle ilişkilendirilebilirdi bir de tamamıyla video sanatı diye adlandırabileceğimiz sanat videoları vardı.
Video sanatının öncülerinden olarak gerilla videografiden bahsedebiliriz. Her ne kadar şimdilerde videografi genellikle akademilerden dışlanan ve sanatsal olarak değerlendirmeyen işler olarak değerlendirilse de Kanadalı Levine ve Amerikalı sanatçı Frank Gilettte politik gelenekleri ve haber olarak değerlendirilen olayları kaydederek çalışmışlardı .Gilette 1968 yılında sokaktaki hippilerle ilgili beş saatlik bir belge hazırlamıştır.Levine ve Gilette doğaçlama biçiminde filme aldığı güncel olayları kaydederek , sanatsal önyargılardan uzakta ve malzemeyi yönlendirmeden çalışmışlardır.
Bu noktada Vertov’un Kameralı Adam filmini de, Vetov’un deyişiyle ‘kentin girdabında kamera’, gerilla video biçimine benzetebiliriz tabii Vertov filmini kentin mekanlarına dalarak film aygıtıyla ve 1920’lerde yapmıştı..

KENTİN GİRDABINDA KAMERA

Atölyeyi terkettik --hayata, gözle görülen herşeyin itişip kakıştığı bir girdabın içine dalmak için. Orada güncel olan herşey bir arada --karşılaşıp ayrılan insanlar, tramvaylar, motosikletler ve trenler, kendi hatlarında dolaşıp duran otobüsler, her biri kendi uğraşının peşine düşmüş arabalar --ve gülümsemeler ve gözyaşları ve ölüm ve görevler... hiçbiri bir rejisörün megafonundan çıkacak talimata boyun eğmez.
Kameranızla yaşamın içine dalıyorsunuz ve hayat alıp başını gidiyor. Akışı durmuyor hiç. Hiç kimse takmaz sizi. Çalışmanızı başkalarını rahatsız etmeden sürdürmeye alıştırmalısınız kendinizi.
Sonra ilk sıkıntılar başlar. Size bakarlar; çocuklar etrafınızı sarar, çektiğiniz insanlar kameraya bir bakış fırlatmadan geçmemeye başlarlar. Deney kazanırsınız. Farkedilmeden geçmek ve işinizi başkalarını rahatsız etmeden yapabilmek için bir sürü yol bulursunuz.İnsanları yürürken, yemek yerken, çalışırken filme kaydetmek uğruna yapılan bütün denemeler her zaman başarısız olurlar. Kızlar saçlarını başlarını düzeltmeye, erkekler ise Fairbanks ya da Conrad Veidt pozlarına girmeye başlarar. Herkes kameraya sevimli sevimli gülümser. Bazen trafiğin durduğu bile olur. Bir meraklılar kalabalığı kameranın önünde çakılır kalır ve çekim yerini tıkar. Akşam çekimlerinde işler daha da kötüdür --projektörlerin ışığı bir meraklılar kitlesini oraya üşüştürür. Oradaysa, hayat beklemez, insanlar kımıldar. Herkes kendi uğraşının peşindedir.Kameraman, çalışmasında çok yaratıcı olmalıdır.Aygıtın hareketsizliğini reddetmek gerekir. Azami hareketliliğe ve yaratıcılık ruhuna erişilmelidir artık.

Çarşamba, Ekim 19, 2005

Kyoto Protokolu ve Turkiye

Peki Kyoto Protokolu ile Turkiyenin ilişkisi nedir?
Türkiye 140 ülkenin imzaladığı Kyoto protoklunu imzalamayan ülkelerden birisi. Bunun altında yatan en önemli neden ise sanayisinin gelişiyor olamsı, bunun sonucunda da karbon salınımına devam etmeye devam etmesi olarak açıklanıyor. Kyoto Protokolunu imzalamak ise herşeyden önce bu sanayi üretiminin çevresel kural ve mevzuata uydurulması demek. Ama Çevre Bakanı Osman Pepe’ ye göre ise durum üretimin durmasıyla eş anlamlı:
Türkiye sanayileşmekte olan bir ülke, dolayısıyla, en çok karbondioksit salan ülkelerden biri. O nedenle, AB bize, fabrika kurmayın, yani sanayileşmeyin, diyor!.. Onlar sanayileşmiş, şimdi bize dönmüşler, tabiatı koruyun, diyorlar. Bunu kabul etmemiz mümkün değil!..
(17 Şubat 2005)
Bir insanın, hele hele bir Çevre Bakanının bu sözleri söyleyebilmesi aslında Türkiye'nin nin kimler tarafından yönetildiğinin bir ipucu olarak gözüküyor. Her ülkenin kendi üretimine nasıl kaynak yaratacağı ve bunları nasıl yöneteceği o ülkenin bileceği bir iştir, ama olaylara bu kadar at gözlüğüyle bakabilmek de oldukca beceri isteyen bir durum. Sonuçta herseyden önce protokolu imzalayan 140 ülkenin ekonomisi durmuş mu bunu sorgulamak lazım gelmez mi? Veya üretimin, kömür veya petrol türevleriyle yapmadan, alternatif teknolojilerin neler olduğu konusunda bilgi sahibi olmak gerekmez mi? Örneğin, rüzgar enerjisi oldukça ciddi bir alternatifken, kullanımını oldukça kısıtlı hale getirmeden önce, insanına daha sağlıklı bir çevre sunmanın yollarını aramak gerekmez mi? Günübirlik politikalar yerine torunlarına daha yaşanabilir bir dünya bırakmanın koşulları nedir peki?

Pazartesi, Ekim 17, 2005

Bir hikaye nasıl yazılmaz?

Bir hikayenin konusu ne olmalı, nasıl baslamalı, nasıl bitmeli sorusu kafamı kurculuyordu. Ben de oturdum, su anki yazdigim seyleri yazdım tek oturuşta. Aslında aklımda yazı yazarken kı sistemimi (yani kafamda ucusan cümlelerin ilk elde orantısız da olsa yazıya dokulmesi, donup dolasıp yeni seyler ekleme, dilbilgisinin duzeltilmesi) hikayeciliğe uygularsam ne oluru denemek istedim. Bütün bu düşüncelerin üzerine bir de acaba hikayelerin illa hoş tatlar bırakan eğlenceli, heyecanlı, veya mesaj kaygısı içeren konusu olmalı mıdır sorusunu da ekledim. Asagıdakiler 3. deneme.:
Yuzumu yıkamak icin banyoya gidip geri dondugumde gozlugumu bulamadim. Koymuş olabilecegimi dusundugum yerleri kah ellerimle, kah da aradığım yerlere yaklasarak bakındım. Ellerimi kullanma nedenim gözlüğümün çerçevesiz diye tabir edilen şeffaf gözlüklerden olması idi. Gerçi çercevesiz olmasa da çözüm değişmezdi. Aradığım şeyi en hızlı bu şekilde bulabilirdim, bir kör gibi hissederek. Gozlugumu ararken ise aklıma aradıgım seyi daha iyi arayabilmek icin gözluge ihtiyacim oldugu dusuncesi geldi. Bu ikilem beni gülümsetti, aramaya devam ettim. Zaten oldum olası birşey kaybetmekten nefret etmisimdir. Nereden çıktığını bilmiyorum ama sanırım Anadolu lisesine ilk başladiğım yılın sonunda babamın tayini nedeniyle başka bir şehre gitmek zorunda kalmamızla basladı. Çok sevdiğim bir arkadaşıma gittiğim yerden mektup göndermek için ev adresini almıştım. Sonra o ev adresi bir şekilde kayboldu. Daha dogrusu kayboldugunu zannettım. Evin içinde adresin yazılı oldugu o kagıt parcasını buyuk bır hırsla aradıgımı hatırlıyorum. O zamanlar evlerinde kaldıgım anneannemi ne kadar sucladıgımı da hatırlıyorum. Isın garıbı o kaybettıgım zannettıgım kagıt parcasının aslında kagıt parcası degıl deftere yazılmıs bır adres oldugunu yıllar sonra kesfettım. O arkadasımın adı ve adresı en cok kullandıgım defterımın en on sayfasında arzı endam etmıs ve benı beklıyordu. Aslında adresın kaybı degıldı onemlı olan, arkadasıma verdıgım bır sozu tutamamaktı. Pek tabııkı su an dusundugumde işin içinde kendımı sartlandırma düşüncesinin de olduğunu düşünüyorum. O adres o kagıtta, oradan ogrenılıp arkadasıma gonderılecekti. Başka yolu yoktu. O kağıt parçası benim ve arkadaşım arasındaki bağdı. O olmadan ona ulaşmam imkansızdı. Zaten okulun adresını bulmak hıc de zor degıldı, okula arkadaşımın sınıfına adını soyadını yazdıgım zaman da ona ulasılabılırdı. Ama dedigim gibi boyle bır sartlanma vardı ve bunun bır turlu ustesınden gelememistım. Bu olayın etkisiyle sanırım hala evın ıcınde bulunan bır kagıt parcası atılmadan once mutlaka bana sorulur.
Bir sure sonra arayisim can sıkıcı bir hale gelince arama tarzım da degisti ve agresiflesti. Kendime söylemeye başladım, bir gözlüğe bile sahip çıkamıyordum sonucta. Masanın uzerınde nazik bir sekilde dolasan ellerim masayı yumruklamaya ve elimi acıtmaya basladi. Bununla birlikte bu yumruklardan birini gozluge isabet etmesi durumunda gozlugun haşat olacagi gercegi de beni rahatsiz etmeye basladi. Zaten bu gözlüğü ilk kırışım da olmayacaka tı ki. Özellikle lise yıllarında neredeyse ayda bir bir gözlük değiştirirdim. Top oynarken, koşarken çok kırıldı. Kırıldıgı zaman ise çözüm çok basitti: Kırılan ve dört bir tarafa dagılan cam parcalarından en buyugunu gozune kestirip gozlukcuye gıtmek ve onların senın gozluk numaranı tesbit etmelerini sagladıktan bir kac saat sonra da gozlugunü geri almak. Hatta bir keresinde pencereden aşağı bakarken gözlük burunumun ucundan kayıverdi, altı kat aşağıya uçuverdi. Bana da aşağıdan cam parcalarını toplamak kaldı, zaten parça marça kalmamıştıkı ortalıkta. Sadece ikiye ayrılmış bir çerceveydi elime geçen.Esas sorun cercevenin kırılmasıydı aslında. Ama geçıcı cozumler her zaman vardı. Degiştirilen gozluk cercevesi ve camı sayısı ortalamanın uzerıne cıktıgi vakitlerde en kolay yontem cercevenin kirildigi yereden selo bantla baglamakti. Bu sekilde gozluk bir sure daha kendine ikame eder, artik zamani geldiginde de yenisi alinirdi. Gozlugume para odemekten sikilan eyzem ve annmler ise kendilerine gore yontemler gelistirirlerdi. Ornegin gozluk cercevelerinden en kalinini almak gibi. Bu ilk bakista beni kalin gozluklu bir inek yapacagini dusundurse de isin gercegi oyle degildi. Keza ben gozlugu sadece derslerde takiyordum. Hatta tam takma da denemezdi, sadece tahtadan defterime birsey gecirecegim zamanlarda, bir durbunmuscesine gozlugumu kullanirdim, tahtaya bakarken bir elim gozlugumde tahtaya odaklanmis,yakina bakarken gozlugu kullanamadigimdan havada asili duran bir parcaydi diger elimle yazi yazarken. Gozlugun bu kadar cok elimde de tasimaktan hasadi cikardi zaten. ama bir keresinde yole bir isme yaradi ki muzakere yarimasini kazandirdi bana. Teknolojinin yararli olup olmadigi uzerine bir muzakere konusu vardi, ve bizim grup teknolojini insan ellerinde pek cok defa kotu amaclar icin kullanildigina dair tezi savunuyordu. Muzakere devam ederken sonlara dogru oteki gruptan birisi, "Eee, maden teknolojiyi bu kadar sevmiyorsunuz, o gozundeki gozluk de ne peki" diye bir seyler zirvalamisti. Ben de hemen " Ben bu gozlugu isimi gordugu icin kullaniyorum, eger istersem kullanmam" deyip gozlugu cikartmis ve atmistim bir kenara. Butun salon alkistan yikilmsit. Neyseki bu hareket bize muzakarayi kazandirmisti.
Bunun uzerine aramaya daha sakin ve mantıklı bir sekilde baslamaya karar verdim, banyoya geri döndüm. Sonuçta bu gozluk bu evdeydi, bu odadaydi, hic bir yere gitmis olamazdi. O yüzden kendimi daha da sinirlendirme sınırını aşmıyorsum. Pek tabii ki gozlugun olması gerektıgı yerde, yani gozumde, olmamasi gozlerimi bir sure sonra rahatsız etmeye, gozumun sulanmasına neden olmaya baslamisti. Ama sonucta bunun devası da gozlugun bulunmasıydı. Kafamdan gozlugu asla bulamıyacagım, gozlugun ev ve masa girdabında kayboldugu gibi dusunceler gelmeye basladı. Hatta bir ara aklıma "seytan aldı goturdu satamadan getirdi" tekerlemesini soylemek bile geldi. Gözluğümü bu kadar sık kaybetmeme çözüm bulmam gerektiğini düşündüm. Gözlüğü her iki tarafından birbirine gecirecegim iple birbirine bağlamak fikiri ilk anda hoş bir fikir olarak çıkıverdi. Bu sayede gözlüğü çıkarsam bile gozluk bana bağlı olacaktı. Yalnız gozlüğü yatarken veya duşa girerken gibi nadiren cıkardigimı düşünürsek bu da çok sacma bir oneriydi. O an duşa girdigimde hemen çenemin altında benim her hareketimi takip eden bir nesne olduğu fikirine kapıldım. Bu fikrimden de pek çabuk vazgeçtim.
Neden sonra gozlugumu masada dikkatli bakmadigim bir yerde buldum. İlk birkac saniye icerisinde gozun dunyayı yeniden net gormesini şaşkınlığıyla gözümü kırptım, ama sonra tekrar alıştım. Evet, nerede kalmıştım, diye sordum kendime. Kafamdan gözlüğü kaybetmemek için neler yapmam geretiğiğne dair fikirler uçuverdi. En azından bir daha ki sefere kadar.

Cuma, Ekim 07, 2005

yazi

Bilge Erenus'un Gece adlı kitabinin son cümlesidir,daha dogrusu sorusudur, "Bunları yazmakla çıldrmaktan kurtulunur mu?" Yazmazsan, yazamassan nedir peki cozum? Belki farkına bile varmadan bulmussundur. Belki de sen farkında degilsindir yolda yururken konustugunu farkettiklerinin. Belki de karşına gecirip konustugunu sandigin insanlar da orada degildir, hic de olmadilar.
Edebiyat Dostları diye bir dergi vardı cok eskiden. Bu sozler de oradan:
"Bir hareketlenmenin, bir kalkışmanın temel sorunlarından birisi, belki de en önemlisi, bir kalkışmanın her anlamda doğru olup olmamasından önce nereden ve nereye doğru yapıldığı, sözünü nereye götürmek istediğidir."
Yazdıklarımın defterlerde eskimesinde sıkıldım. Bakarsın kullanıveririm bir yerlerde. Hem baksanıza kardesimin de hosuna gitmis olmalı ki o da üzerinden gecmis.

Cuma, Eylül 30, 2005

Kehle

Baska bir yerden alintidir:

"olacak bir kisinin bahti kavi,
talihi yar kehlesi dahi
mahallinde anin ise yarar."

rüstem pasa'nin donunda tesbit edilince pasanin talihini döndüren hasere. zira kanuni kizi mihrimah sultan'i rüstem pasa ile evlendirmek istediginde "pasa cüzzamlidir" deyu bir söylenti çikmis. o sirada diyarbakir'da imis pasa. artik beylerbeyi mi vali mi ne. tiz elden bir tabip gönderilmis diyari bekr'e. pasanin donunu inceleyen tabip vermis müjdeyi payitahta, "müsterih olunuz. donunda kehle vardir. cüzzam degüldür" inanisa göre cüzzamli adamda bit barinmazmis çünkü.

pasa için yazilan bir gazelde ise "olacak bir kisinin bahti kavi, talihi yar kehlesi dahi mahallinde anin ise yarar!" denilmistir. yani eger kisinin talihi iyiyse biti bile yerinde ise yarar.

Çarşamba, Eylül 21, 2005

H.C Andersen

"Çirkin Ördek Yavrusu", "Küçük Denizkızı", "Kar Kraliçesi", "Kibritçi Kız" gibi çocukluğumuzun çok sevdiğimiz masallarının yaratıcısı Hans Christian Andersen'in (1805-1875) doğumunun 200. yıldönümü bu yıl. Yarattığı büyülü atmosfer, kullandığı metafor ve psikolojik unsurlar, farklı türden kahramanları ve hüzünlü sonlarıyla masallara getirdiği farklı soluk onun evrensel bir yazar olarak tanınmasına neden olmuştu. Ülkesi Danimarka'nin yazın dünyasına Kierkegaard' la birlikte en güzide armağanlarından biri olan Andersen aslında sadece masallarıyla değil roman, şiir, tiyatro metinleri ve gezi kitaplarıyla da biliniyor.
Çirkin bir Ordek Yavrusu
Bütün dünyanın masallarıyla tanıdığı Andersen kendini hiç bir zaman basit bir masal yazarı olarak görmedi. Diğer yazın türlerindeki kitapları ise dönemi içersinde edebiyat çevrelerinde dikkat çekse ve başka dillere çevrilse de ona istediği ünü ve başarıyı getirmedi. "’Şair Andersen Beyefendi, Şair Bey, siparişleriniz en kısa zamanda Hamburg'dan getirteceğim.' dedi bana bugün terzim. Şu sıradan hayatta bana verilecek en güzel isim bu." diyordu Andersen, 1836 yılında, henüz 31 yaşındayken yazdığı mektupta. O zamana kadar sadece şiir değil, tiyatro oyunları, gezi kitapları, opera metinleri, çok sevdiği İtalya üzerine bir roman, "gelecek nesilleri kazanmak amacıyla" yazılmış "Çocuklara Masallar" adında iki masal kitapçığı yayınlanmıştı. Yakın arkadaşlarından elektromanyetizmin babası fizikçi ve felsefeci Ørsted ona yazdığı bir mektupta söyle diyordu: " Yazdığın romanlar seni ünlü yapacaksa da, masalların seni ölümsüzleştirecek". Bu sözleri dikkate almadı o zamanlar Andersen çünkü roman yazmak, çocuk hikayeleri yazmaktan çok daha ciddi, modern ve saygı uyandıran bir uğraşti önün için. " Danimarka'nin ilk romancısı olacağım" diyordu başka bir mektubunda. " Eğer İngiliz veya Fransız olsaydım bütün dünya adımı çoktan duymuş olurdu. ama şimdi ben ve şarkılarım birlikte soluyoruz, bu uzak ve köhne Danimarka’da." Ne var ki bütün dünyanın adını duyması ve İncilden sonra yapıtları en çok çevrilen yazar olma onuruna o pek de önemsemediği masalları sayesinde ulaştı.
Hayatına dikkatlı bir bakış başarısının ardında yatan trajik gerçeği, masallarında ve diğer çalışmalarında kendi yaşamının resmedilisini açığa çıkarır. Andersen fakir bir ayakkabıcının oğlu olarak toplumun en alt tabakasından geliyordu. 11 yaşındayken babasını kaybettikten sonra da kah terzi olarak kah fabrikalarda işçi olarak çalışmıştı. Proleter kökeni daha sonra bütün hayatını etkileyecektir.
Genel anlamda Andersen, hem insan hem de yazar olarak sürekli değişen ve gelişen fakat aynı zamanda kendisiyle sürekli bir diyalog ve kavga içerisinde olan birisiydi. Biyografisinin yazarlarından Johan de Mylius'a (2005) göre sosyal yükselişi, masallarında, romanlarında ve oyunlarında hem daha yeni ve çağdaş bir kimlik arayışındaki üretkenliğinin hem de sürekli ve sonu gelmez travmalarının kaynağı olarak ona dolaylı veya doğrudan bir motif oluşturmuştu. İki şehir çok önemliydi hayatında: Odense ve Kopenhag. Fakir bir çocukluk yaşadığı Odense hayatının daha sonraki dönemlerindeki edebi yönelimleri belirleyen izlenim ve tecrübelerini edindiği şehirdi. Andersen gençliğinin otobiyografisi olan kitabında (Levedsbogen -1926 yılında öldükten sonra yayınlandı-) Odense’deki yaşamı eskinin gelenekleri ve batıl inançlarını koruduğu ve böylece önün hayal dünyasına renkli bir katkı sağladığı bir şehir olarak tanıtır. Daha da önemlisi ise toplumun en alt katmanlarından gelen birisi olarak edindiği rahatsız edici sosyal tecrübeler, sosyal mirasını reddederek fakirlik zincirini kırmak ve kendinde farkına vardığı sanatsal potansiyele ulaşmak için harekete geçişini sağlaması açısından da önemliydi.
Andersen’in hayatındaki yönelimlerin ve Kopenhag’a gitmesinin en önemli nedeni ise başkent dışında ülkede tiyatro bulunan tek şehrin Odense olmasıydı. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında Odense’de tiyatroyla her zaman etkileşim içinde olmuştu, bu da Andersen’in hayallerini ve arzularını yerine getirmesi için sağlam bir taban oluşturuyordu. 14 yaşındayken evini terketti ve Kopenhag’da onu beklediğini düşündüğü tiyatro dünyasında geleceğini aramak için yola koyuldu. Kopenhag’daki ilk yıllarında tiyatronun renkli dünyasında herhangi bir yer edinmek için uğraşti durdu. Baletlik, aktörlük veya şarkıcılık denemeleri boşa çıktı. En sonunda oyun yazarlığında karar kıldı; bu da onda gördüğü hamurun yoğrulması ve okula gönderilmesi için ona burs sağlayan yönetmenlerden birisi sayesinde oldu. Her ne kadar şansı performans sanatçısı olarak yaver gitmese de Andersen hayatının sonuna kadar tiyatroyla ilişkisini sürdürdü; gerek oyun yazarı olarak, gerek tercüman veya farklı dillerdeki oyunların uyarlanmasında. Ne var ki, Kopenhag’daki hayatı sefildi, ekonomik açıdan başkalarına bağlı olarak yaşıyor, iki aileden sürekli yardım alıyordu. Günlüğünde bahsettiği gibi parasızlıkla geçen bu yıllar boyunca edindiği acı tecrübeler onu alsa terketmiyecektir. Geçmişinden kopuşu, kendindeki potansiyelin farkına varısıyla birlikte fakirlikten kaçmak için verdiği mücadele temel bir kişilik sorunu olmuştur onun için. Kim olduğu, nereye ait olduğu, onu kimin kabul edeceği soruları kafasını kurculuyordur. İşte böyle bir güç ona "Çirkin Ördek Yavrusu" (1843) masalını yazmasını sağlamıştı. Gerçek kişiliğini bulana kadar itilip kakılan çirkin bir ördek yavrusuydu kendisi de. Her zaman bir kuğuydu ama asla farkına varılmamıştı, her zaman gözardı edilmiş, itilip kakılmıştı.
Kopenhag’da farklı çevrelerde bulundu; hem burjuva hem de proleter ortamlara girdi. Odense’yi ve kendisine sunulan kaderi reddedip sanatı seçen Andersen’in önünde tek bir seçenek vardı: ayağa kalkmak ve devam etmek. Bir dünyayı terkedip diğer yüksek dünyada henüz kabul edilmemiş olmanın verdiği ıstırap ve aşağılanma duygusu iste tam bu noktada karşısına çıkıyordu. ”Küçük Denizkızı” (1837) masalini, aşık olduğu prensi için hayatı pahasına insan olan ama sevgisini söyleyemediği için kalbi buruk bir şekilde hayata veda eden deniz kızının hikayesini, bu duygularla yazdı. Her yine de Slagelse ve Helsingør’daki okul yılları proleter Andersen’e Danimarka'daki mutlak monarşinin son zamanlarındaki ”Altın Çağı”nda burjuva çevrelere girmesini sağlayan gerekli kültür ve eğitimi almasını sağladı. Andersen'in çalışmaları realizmin yeni yeni kök salmaya ve modern dünya görüşü insan anlayısını etkilemeye başladığı yıllarda ortaya çıkmıştı, sosyal anlamda bir yabancı olarak edindiği düşünce yapısı onu diğer çağdaş Danimarkalı yazarlardan daha modern ve ilerici yapmıştı.
Asla bir yerleşik hayatı olmadı, hiç bir zaman bir yere bağlanmadı, hep değişim içindeydi. Ne bir ailesi oldu, ne de bir evi. Otellerde, yurtlarda ve malikanelerde misafir olarak kaldı. Hep gezdi, hayatının 9 yılını dünyayı gezerek geçirdi. Victor Hugo, Heinrich Heine, Balzac, Alexandre Dumas ve Charles Dickens'la tanıştı. Ününe ve ölümsüzlüğüne karşın ödediği bedel yalnızlıktı. Ölüm hikayelerinde her zaman ana bir rol oynamıştı. "Her hikayenin bir sonu vardır" demişti bir yılbaşı ağacının hikayesini anlattığı masalında. Öldüğünde arkada, o çok ünlü masallarının yanısıra 1000’den fazla şiir, 5 gezi kitabı, 6 roman ve 30’a yakın opera metni ve oyun bırakmıştı.

Pazar, Eylül 18, 2005

Kyoto Protokolu bizi kurtarir mi? [2]

Gercekte emisyon (salinim) ticareti sayesinde yaratilan karbon pazari gelismekte olan ulkeler icin yeni bir somuru aracindan baska bir sey degildir. Emisyon ticaretinin kurallarini belirleyenin Dunya Bankasi olmasi da bu iddiayi guclendirmektedir. Karbon havuzu projelerınin ormanlar ve dıger ekosistemler uzerındeki etkisini gözlemleyen bir sivil toplum kurlulsu olan SinksWatch,un web sitesine gore, Kyoto Protokolu, gelismis ulkelere her yil kucuk bir azgelismis ulke topragi kadar alanda Temiz Kalkinma Mekanizmasi adi altinda karbon kredisi kullanimina olanak tanimakta.(sinkswatch) Yine, internetten yayin yapan CDM Watch web sitesine gore de, yurutulmekte olan Temiz Kalkinma Mekanizmasi projelerinin yoksul ulkelerin ve yoksul halklarin yararindan cok, biraz daha zengin addedilen gelismekte olan ulkeler uzerinde yogunlastigi, surdulebilir kalkinma veya yoksullugu azaltacak projelerde degil; daha cok kimyasal tesislerden, komur madenlerinden veya toprak dolgulari projelerinden dolayi aciga cikan gazlarin azaltilmasi islerine yoneldigi iddia edilmektedir.
Yerel seviyede bu kullanimlar ise yerel halkin yerinden yurdundan olmasina, topraklarinin kullaniminin engellenmesine, yiyecek kaynaklarinin kisitlanmasina neden olacak sonuclar dogurmaktadir. Dunya Bankasi tarafindan desteklenen Plantar S.A. Reflorestamentos sirketinin projesi kapsaminda Brezilya'nin Minas Gerais eyaleti kirsal kesimindeki okaliptus plantasyonu bu mekanizmanin nasil yerel halki etkilediginin guzel bir ornegidir. Sonucta okaliptus plantasyonunu destekleyen gelismis ulke sirketleri atmosferi biraz daha kirletmek icin biraz daha hak sahibi olurken bunu doguracagi sonuclari ise dusunmek lüx kacabiliyor. Okaliptusun biyolojik cesitlilige darbe vuran tek kulturlu bir ekolojik sistemi yaratacak olmasini, okaliptusun cok su isteyen bir bitki turu oldugu icin su tablasini dusurerek halkin su kaynaklarini yoketmesini, plantasyon sirasinda kullanilan tarimsal ilaclardan dogan kirlenmeyi dusunmek karbon pazarindan gelecek dolarlari dusunmekten biraz daha siradan bir is olarak gozuktugu de ortada. Bir de bunlarin ustune halkin plantasyon alani olarak belirlenen topraklardan surulmesi de cabasi. Plantar'in “devolutas” adi verilen sahipsiz ama yasal olarak uzerindeki koylulere ait olan topraklari devletten satin alarak gasp ettigi, koyluleri yillardir uzerinde yasadiklari topraklardan surdugu, yeni ekilen okaliptus agaclarini tozdan koruma amaciyla yerel halkin kullandigi yolun yerine daha uzun baska bir yolu kullanmaya zorlandigi, plantasyon icin kullandigi iscileri de kole kosullarinda calistirdigi Brezilyali sivil toplum orgutlerini hazirladigi raporlarda mevcut. Ayni sekilde, bir Norvec sirketinin Uganda'daki projeleri icin 13 koyde toplam 8000 kisinin evlerinden surulmesi buna da baska bir ornek. Balikcilik yaparak yasiyan Brezilyali koylulerin tarimsal ilac kullanimi sonucunda kirlenen su kaynaklarinda yasayan baliklarin olmesi sonucunda acliga biraz daha mahkum olmalari da yine Dunya Bankasindaki ilgilelerin ilgisini cekmemis olmali ki plantasyon alanlarinin buyuklugunun daha arttirilarak 23400 hektara cikartilmasinda sakinca gormemekteler.
Peki, cozum nedir veya alternatifler neler olabilir? Daha sonra..

Cumartesi, Eylül 17, 2005

Kyoto Protokolu bizi kurtarir mi? [1]

ABD'nin New Orleans sehrindeki buyuk kasirga felaketinden sonra, dogrudan ilgisi bulunmasa da, dunya iklimindeki degisikliklerin etkisinin biraz daha belirgin bir sekilde arttigi soylenebilir. Felaket sonrasi, Kyoto Protokolu'nu imzalamayan ABD'nin, iklim degisikliklerinin yaratacagi potansiyel sonuclari biraz daha ciddi bir sekilde dusunmesi gerektigine dair gerek sivil toplum kuruluslari ve bilimsel kuruluslar tarafindan gerek de hukumetler duzeyinde cesitli aciklamalar yapildi. Bunlardan en ilginci dis politikasini neredeyse ABD gudumunde olusturan Ingiltere'nin basbakan yardimcisi Prescott'un Katrina ile Kyoto prokolu arasinda dogrudan bir iliski kurarak ABD'nin protokolu imzalamamasini elestirmesi oldu. Tabii bunda meydana gelebilecek iklim degisikliklerinin en büyük müzdariplerinin ada devletler olacagının da etkisi büyük. Herseyden once ise siradan halkin gozunde cevresel konulardaki duyarliliklar, biraz da ilerde meydana gelebilecek yeni dogal felaketlerin korkusuyla, daha fazla mesruiyet kazandi. Olan biteni anlama yetisinden uzak ABD baskani W. Bush'un deyimiyle yeni "fesat" kaynaginin iklim degisiklikleri sonucunda dogacak felaketler olabilecegi de daha yuksek sesle telaffuz edilmeye baslandi.
Kyoto protokolu, malumunuz sera etkisi yaratan gazlarin saliniminda belirli bir sure icerisinde belirli olculerde indirime gidilmesi konusunda belirli bir eylem planidir. Bu protokolde belirsiz olan ise bu isin nasil yapilacagina dair prosedurler, pek fazla bilinmeyen ise Kyoto protolukunun mekanizmalaridir.
Genel kabul gormus dusunceye gore Kyoto protokolu gelecegimizi kurtaracak formulu iceren panzehirdir. Evet, dogrudur: dunya da sera gazi etkisi yaratan gazlarin, ve ozellikle de karbondioksidin (karbonun degil), salinimi normalin kat kat ustundedir. Bu sekilde giderse de bilimsel modellemelerin gosterdigi gibi iklim degisikleri yasanmasi sonucunda da ileride oldukca ciddi problemlerle karsilasilacaktir. Kyoto Protokolu bu anlamda ileriye dogru atilmis iyi niyetli bir adim olsa da protokelle hedeflenen sera gazi salinimlari duvara karsi bodoslama 150 kilometre hizla giden bir arabanin hizini 130 kilometreye dusurmesı olarak degerlendırilebilir.
Tum bunlarla birlikte protokolun nasil yurutulecegine iliskin uluslararasi mekanizmalar isin rengini kacirmaktadir. Bu mekanizmalardan ilki emisyon (veya karbon) ticaretidir. Protokole gore, "kirletici" olarak adlandirilan butun ulkelere 1990 yili salinim seviyelerine binanen emisyon kredisi verilmistir, ve bu krediler ulkeler icindeki cesitli endustrilere yaptiklari kirletim miktarlarina gore (en cok kirletene daha cok kredi) dagitilmistir. Bu mekanizma sayesinde, limit emisyonunu gecen, yani atmosfere salabileceginden daha fazla salinim yapan bir firma, gidip atil durumda olan, yeteri kadar salinim yap(a)mayan baska bir firmadan parasini odeyerek emisyon kredisi alabilir. Yani atmosfere yapilan salinimda bir azalma yoktur ama bu mekanizma sayesinde atil olan firma "hava"dan para kazanmaktadir. Boylece endustri carki donmekte, cevresel nedenlerden oturu uretim durmamaktadir. Ikinci makenizma, temiz kalkinma mekanizmasidir. Bu mekanizmaya gore, yine limitinden cok salinim yapan bir firma, emisyonunu dusurmek yerine gidip gelismekte olan ulkelerden birindeki cevresel bir projeye katkida bulunabilir. Boylece yaptigi bu katkidan dolayi da yeni emisyon kredileri kazanir. Firma, atmosfere gonderdigi salinimda azalma olmamasina ragmen kendini iyi hissetmekte, neden oldugu kirlilikten dogabilecek sucluluk duygusu ise birazcik olsa azalmaktadir, ne de olsa cevresel bir projeye katkida bulunmustur. Ucuncu mekanizma, ortak uygulama mekanizmasidir. Bu mekanizma bir onceki mekanizmanin aynisidir, ama firmamiz gidip de gelismekte olan ulkeyle ugrasmasin, zengin ulkeler kendi aralarinda paslassin, harcanacak para da birbirlerine kalsin diye (miras aile icinde kalsin misali) gelismis ulkeler arasindaki projeler icin uygulanmaktadir. Kisacasi, protokolun nasil yurtulecegi konusunda oncelikli dusuncenin cevresel degil ekonomik oldugu ve bu protokolun gozuktugu kadar da masum olmadigi sonucu ortaya cikmaktadir. Ozellikle, herseyi bir kar mekanizmasi olarak goren kapitalist toplumlarda da bunun tam tersini dusunmenin biraz safdillik olacagi de asikar.
Peki bu mekanizmalarin uygulamalari nasil yapilmaktadir ve kazanilan emisyon kredileri nasil hesaplanmaktadir? Iste bu sorularin cevabini yine kirleticiler vermektedir. Kazanilan emisyon kredisi, proje olmadan onceki potansiyel emisyonun, firmanin cevresel projeye yaptigi katkidan sonraki emisyon arasindaki fark olarak hesaplanmaktadir. Pek tabii ki bu hesabi yapan firma, proje oncesi emisyonu oldugundan cok daha fazla gosterme olanagina ve de boylelikle bir tasla uc kus vurma hakkina sahip olmaktadir. Soyle ki, firma, gosterdigi buyuk emisyon farkiyla havadan kredi kazanmaktadir; sonrasinda bu krediyi daha cok kirletmek icin kullanma hakkina sahiptir ya da bu krediyi baska bir firmaya satarak para kazanmaktadir. Sonucta olmayan bir azaltim sayesinde daha cok kirletme veya kirlettirme hakkini bulabilmektedir. Pek tabii sirketin kasasini da doldurarak.

Carpici ornekler.. Azzzz sonraa...

Çarşamba, Eylül 14, 2005

Beyaz Mantolu Adam

Beyaz Mantolu Adam Oguz Atay'in "Korkuyu Beklerken" adli oyku kitabinin ilk hikayesi. Oldukca yalin ve akici bir dille yazilmis, bana nedense Bartelby'yi cagristiran guzel bir hikaye. Belki de biraz da Oblomovluk var kahramanimizda. Nihilizmin doruklarinda gezen bir oyku, hos tatlar birakiyor. Neyse, konumuz oyku elestirisi degil. Konumuz bu oykudeki kahramanimizin ayni zamanda Cem Akas'in "Olgunluk Cagi Uclemesi"nin (Baligin Esir Dustugu Yer, Sonmemis Kirec ve Oyun Imparatorlugu) adli kitaplarinda da rol aliyor olmasi. Ayni zamanda kisa filmi de cekilmis. (gereksiz bilgi)
Aslinda fikir cok guzel. Nereden estigin hatirlamiyorum, ama sanirim Auster'in Leviathaninda geciyordu ve romanin kahramanlarindan Benjamin Sachs'in yazdigi iddia edilen kurgu romanin tasvirinden esinlendim. Olay su: Yazacagin romanin kahramanlari, olaylari, olay orgulerini gercekmiscesine bu dunyada oldugunu kabul ettigin bir roman yazmak. Yani roman kahramanlarinin (kurgu kahramanlarin) gercekmiscesine, veya baska yazarlardan "caldigin" (hadi odunc aldigin diyelim) kahramanlarin senin romanlarinda arz-i endam etmesi. Butun karekteristik ozelliklerinin senin elinde tekrar yazilmasi. Hos oyunlar barindiran bir roman haline gelebilir sonucta. Terry Eagleton'un "Azizler ve Alimler" kitabi buna kismi bir ornek. Ludwig Wittgenstein, Nikolay Bahtin ve James Connolly ve Joyce'un Ulysses romanından kaçıp gelen Leopold Bloom bir araya geldigi bu romanda gercek kisiler ve bir roman kahramanimiz bulusuyor. Eagleton da bazi "derin mevzulari" bu kahramanlara tartistirir. Benim dusuncem ise biraz daha olaylarin da gercek olay haline gelebilmesi, roman kahramanlarinin karakteristik ozelliklerini koruyarak gerekirse de romana maydanoz olabilmesi.
Tabii ki bu post-modern roman teknigi olarak kullanilmistir, bildigim ornek yok ama du bakalim.

Çarşamba, Eylül 07, 2005

6-7 Eylul olaylari

Ntv'den bir haber:
"Tarih Vakfı tarafından düzenlenen “50. Yılında 6-7 Eylül olayları” fotoğraf sergisi, kendilerini ‘Türk Mücadele Birliği’ olarak adlandıran bir grubun saldırısına uğradı.
Yaklaşık 10 kişiden oluşan gruptakiler slogan atarak bastıkları sergi alanında fotoğraflara önce yumurta fırlattılar, ardından da yerlerinden söktüler. Sergide 1955 yılında azınlıkları hedef alan yağma olaylarını araştıran ve yargılayan mahkemenin başhakimi Fahri Çoker’in arşivi gün ışığına çıkarılıyor."
Nato kafa nato mermer.
Sen adamlarin uzerine yalan haberlerle kiskirttigin yagma taburlarini gonder, kes bic, mahver, Istanbul'u Istanbul yapan herseyi bir gecede "Turklestirmek" adina cop haline getir, senin atalarindan yuzyillar onceden beri bu sehirde yasayan insanlari kov, katlet, korkut, sehri alt ust et, sonra da 50 yil sonrasinin sergisindeki fotograflara bile tahammul edememe. Azgin kafatasciligini sonu nereye kadar varacak bakalim? Kitaplarin bir meydanda toplanip yakilacagi gunler de yakindir.
Eh, ona da kilif bulunur, bolucu veya yikici dersiniz, sonra da medyadaki dostlariniz sizleri alkislar, canak tutar. Tarihe gececek basliklarla cikar gazeteleriniz. Evet, kara bir leke olacak basliklar.
Sirada ne olabilir diye cok fazla dusunmeye gerek yok. Iste Kurtler, ne gune duruyorlar, Aksam gazetesinde Sedat Peker'i "salonda cok seven" G. Komurcu ve gecirdigi kaza sonrasi kafayi yiyen Serdar Turgut'un surekli uzerine gittigi uzere sermaye onlarda (tipki azinlarda oldugu gibi), ulkeyi yikacak faaliyetlerde bulunuyorlar, televizyon, anadilde egitim istiyorlar, (evet azinliklarda farkli dinlerdeydiler, farkli kulturleri, okullari ve dilleri vardi). Benzerlikler ne kaddar da yakin.

Cumartesi, Eylül 03, 2005

Katrina

Sen neymissin be Katrina?
Tam da kovboy filmlerindeki gibi. Goruntu var ama arkasi bos. Amerikan ruyasi dedikleri sey buymus meger. Sen tut Irak'a "demokrasi" goturmek icin bilmem kac milyar dolarini harca, ama kendi eyaletindeki kasirgaya mudahale edecek gucun bile olmasin. Insanlar evsiz kalsin, sevk icin gerekli isler yapilmasin, yolladigin yardim yerine ulasmasin, yagma olaylari baslasin, insanlarin selden kacip siginacaklari tek bir yer bile ayarlanmasin, siginilan stadyumda altyapi iflas etsin, insanlar salgin hastalikla burun buruna gelsin. Hurriyet gazetesindeki habere gore durum "3. Dunya ulkesi manzarasi"na benziyormus. 1.3 milyon kisi evsiz kalirken, bu rakamin 400 bini cocukmus. Kac kisini oldugu de tam olarak bilinmiyormus. New Orleans'in (ya da Franszilarin deyimiyle La Nouvelle-Orléans) belki de hic bir zaman eskisi gibi olamiyacagi soyleniyormus.
Bu gece CNN'deki haberleri seyrederken, sehirle ilgili istatistiklerden de bahsedildi. Sehirdeki 10 cocuktan 3'u yoksulluk seviyesinin altinda yasiyormus, halkin %60'dan cogu siyahi, sadece %27'si beyaz, ve %40'inin egitim seviyesi lise mezunu veya alti. Bu durum ABD'deki esitsizligin geldigi noktayi gosteriyor, cunku New Orleans'ta da kasirgadan en cok etkilenenler, en cok zarar gorenler, hep siyahiler, azinliklar, fakirler. Butun bunlarin gun yuzune cikmasi, aslinda Amerikan ruyasinin herkes icin ruya olmadigi, bazilari icin kabus haline gelebildigini gosteriyor.
(Devam edecek)(Belki:))

Cuma, Eylül 02, 2005

Leviathan

Paul Auster'in Leviathan kitabini gecen hafta bitirmistim, su an baska bir kitap okuyorum, ama kitabi kutuphaneye vermeden once hakkinda birkac biraz yazmak istedim. Auster'i seviyorum, kolay okunan bir yazar. Benim gibi okudugu veya gordugu detaylari kacirmayi sevmeyen birisi icin Ingilizce roman okumak, Ingilizcemin kotu olmasindan kaynaklanmasa da, bir sorun olagelmisti. Sonucta, kitapta elimde olmadan bilmedigim kelimeler olacakti, bu da beni rahatsiz edecekti diye dusunmusumdur hep. O yuzden cekinerek basladigim Ingilizce kitap okuma olayina Auster'in kitaplariyla hiz kazandirdim. Danimarka'da bayagi bir kitabini okudum. Bu da sonuncusuydu.

Auster, guzel yaziyor, kurmaca dunyalara insanlari cekmekte zorlanmiyor asla. Hikayeleri, kendi yasadigi cevreden oldukca etkilenmis oldugunu gosteriyor. Bu ise onu, tipik bir sehir yazari (New York) haline getirmekten oteye tasimiyor ne yazik ki. Sayesinde Manhattan adasini, Brooklyn'i sokaklarina kadar ogrendiginizi hissettiginiz bir Amerikan evreni buluyorsunuz. Ama bu da beni itiyor gercegi soylemek gerekirse, cunku karsiniza butun siradan kaliplariyla bir yazar cikariyor. Amerika kitasini butun dunya olarak goren, kendi yaptiklari herseyin en dogrusu, mukemmeli, en yenisi, oldugunu zannneden bir basmakaliplik bu bahsettigim. Auster de bundan muzdarip, dunyayi bilmiyor, politik roman yazacagi zaman da yine bu kisirdongu icerisinde kisilip kaliyor.
Leviathan da gecen oykude bu kisirdongunun bir sonucu. Leviathan'a politik bir roman demek haksizlik olur gerci. Icerisinde polisiye de psikolojik ogeler de barindiran, surukleyici, dikkat cekici bazi detaylara sahip (ornegin Guney eyaletlerinin baskanin esinin, unlu bir zenci politikaci ve anarist Alexander Berkmanla bir tesaduf eseri bulusmasini anltildigi) ama politik kimligin bir arac olarak kullanildigi (roman kahramanlarinda Benjamin Sachs kisiliginde), bazi anarsist kisiklerin cerez niyetine sunuldugu bir roman. Ama dunyayi anlamak konusunda yine Americanism'in ucubelerini sunan bir roman. Cunku guya ozgurluk heykeli butun ozgurluk hareketlerinin simgesiymis, guya butun dunyaya aitmis, ("[The Statue] stood for an idea that belonged to everyone, to everyone in the world..." Cin'de 1989 yilindaki baskaldirmada ogrenciler bu heykeli tasiyormus da. Sachs'in "The Phantom of Liberty" takma adiyla yaptigi bu bombalamalar ise aslinda tamaiyla kendi ozgurlugunu arayan bir insanin sonucu kestirilebilir bir eylemi olarak gorulmeli.
Kitabi okurken Benjamin Sachs'in Unabomber oldugunu dusunmekten kendiniz alamiyorsunuz. Sonucta ortada cok fazla benzerlik var. Sachs, oldukca basarili, gelecegi olan bir yazarken (nasil Kaczynski matematik profesoruyse), birden basina gelen bir olay sonucunda ulkedeki degisik sehirlerdeki Ozgurluk heykellerinin kopyalarini patlatarak (nasil Kaczynski etrafa bombali paketler gonderiyorsa) , insanlari dusunmeye zorlamaya, degistirmeye calisiyor. Basa gelen tesadufler, beklenmedik olaylar, hikayeyi (ve tabiiki yasami) degistiren en onemli oge olarak sunuluyor.

Perşembe, Eylül 01, 2005

Smørrebrød

Kelime anlamiyla yagli ekmek. Aslinda Danimarka sandvici de denilebilir. Yapmak cok basit, adindan anlasilabilcegi gibi. Tek bir dilim cavdar ekmegi, yag ve uzerine sizin tercihiniz ne varsa. Ama genellikle peynir, salam, balik, et oluyor. Yaninda da havuc yiyorsunuz, evde soymus oldugunuz, yenmeye hazir. Katir katir. Hepsi hazir zaten madpakke'nin icinde. Yani yemek kutusu, yemeginizi koyup getirdiginiz kutu. Zaten Danimarkalilar ogle yemeginde kafteryaya gitmiyorlar. Hazirladiklari bu sandvicleri yiyorlar. Aliskanlik bence. Sonucta parasizliktan olmadigi kesin. Zaten kafeteryada yemek yiyenler genelde hep yabanci ogrenciler oluyor. Danimarkali goruyorsaniz yaninda getirdigi madpakkesini cikarmis yiyordur, muhabbete gelmistir. Benim anlamadigim ise bu sure sonra Danimarkalilasan yabancilar da ayni seye basliyorlar. Ben baslayamadim; gerci yemekler dusunulebileceginizden de kotu, butun ise yaramaz ahcilari Danimarkaya toplamislar. Ama ne yapalim diyorsunuz, yemek kotuyse, siz de gidip smørrebrød aliyorsunuz, kaziklandiginiz bile bile.

Salı, Ağustos 30, 2005

Dada

cikolata yiyiniz,
beyninizi yikayiniz,
dada dada
su iciniz.
Neden bilmem, beynime kazinmis bir dize. Sanirim Iletisim yayinlarinin eskiden cikarttigi ozel konular uzerine hazirlanmis kitapciklardan birinde, "Gercekustuculuk" adindaki kitapciktan kalmis aklima. Universiteye ilk basladigim yillarda, buyuk bir merakla okuyordum boyle seyleri. Iste bazi seyler de kalmis, gitmemis bir yere.
Bakalim dadacilar ne diyor:
Bir sanat yapiti hiçbir zaman nesnel olarak herkes için karar yoluyla güzel olamaz. Öyleyse elestiri yararsizdir, her kisi için öznel olarak ve en küçük bir genellik izi tasimaksiziýn vardir. Su sonsuz ve biçimden yoksun degisimi, insani olusturan kaos nasil düzene konmak isteniyor ki? "Yakinini sev" ilkesi bir aldatmacadir. "Kendini tani" bir ütopyadir ama daha kabul edilebilir bir seydir, çünkü kötülügü içerir. Acimak yok. Katliamdan sonra bize arinmis bir insanlik umudu kalir. DADA, toplumdan bagimsiz olma, topluma karsi güvensizlik duyma gereksiniminden dogdu. DADA soyutlamanin bayragidir. Ailenin bir yadsimasi durumuna gelmeye elverisli olan her tiksinti ürünü DADA'dir; yaratiklar arasindan güçsüzlerin dansi olan mantigin ortadan kaldirilmasi DADA'dir; her hiyararsinin ve uþaklarimiz tarafindan, degerler için kurulan her toplumsal denklemin ortadan kaldirilmasi DADA'dir; her nesne, bütün nesneler, duygular ve karanliklar, hortlaklar ve paralel çizgilerin kesin soku savasmak için araçtir; Iste bu da DADA'dir; bellegin ortadan kaldirilmasi DADA'dir; arkeolojinin ortadan kaldirilmasi DADA'dir; gelecegin ortadan kaldirilmasi DADA'dir.

Ne olcak bu Genclerbirligi'nin hali?

Ne olacak gercekten bu Genclerbirligi'nin hali yav? Ziya Dogan'da gitti. 4 hafta sen gol atama, ustune bir de butun transferlerini yaptirdigin, onemli oyuncularini (ornegin Skoko) teknik direktor istemiyor diye yolladigin takimi teknik direktorsuz birak.
Butun bunlarin tek bir sorumlusu var bence. O da baskan Ilhan Cavcav. Cavcav, bu takim olmazsa olmazi olsa da, ayni zamanda bu takimin en buyuk handikapi. Ve artik, gitmesini zamani da geldi bence.
Hikaye bilindik aslinda. Ama ne kadar da guzle tarif ediyor:
Bu ellinci kattan asagi dusen bir adamin hikayesidir
her katta, asagi dususu boyunca
durmadan tekrarlamaktadir:
buraya kadar hersey yolunda
buraya kadar hersey yolunda
buraya kadar hersey yolunda
oysa önemli olan asagi dogru düsmek degildir.. yere çarpmaktir

Pazar, Ağustos 28, 2005

Siya Siyabend

Bazi Siya Siyabend sarkilarini iceren bir link.
http://www.yerarti.net/siyasiyabend/
Triktrak (yutkuna yutkuna) bence cok iyi.
Vur Allah vur,
Vur kula kula vur ...
Vur baba vur, vur baba vur.

Cumartesi, Ağustos 27, 2005

Crossing the Bridge-The sound of Istanbul

“Hiç, hiç bir şey bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar
Şu cahillere bak, dünyaya egemen onlar.
Onlardan değilsen eğer, sana kafir derler
Onlara aldırma Hayyam, yoluna devam et.”
Siya Siyabend'in "Istanbul Hatirasi" filminde gecen sarkisinin sozleri bunlar. Bizon Murat, sarkiyi soylerken Istanbul'u gosteriyor bize uzaklardan, tas ustunde tas Istanbul'u. Hic birsey bilmeyen, bilmek istemeyen, evlerindeki televizyonlari, buzdolaplari, boktan herseyleriyle dunyaya sahip olduklarini zanneden, insanca yasamanin uzagindan gecmeyen, hayatlari boyunca yarin korkusu olmadan bir tas corba icemeyecek ama kendinden olmayan herseyi tu kaka ve tabu ilan eden, herseyden, herkesten korkan kara cahilleri gostererek.
Dortluktekiler sizlerseniz yahu. Aynaya baktiginizda ne gordugunuzu saniyorsunuz; kariyer, para, kadinlar..
Yasadiginiz hayati kendinizin sectigini mi saniyorsunuz?
Hahaaa. (Simpsonlardaki su hasari cocuk efekti)

Cuma, Ağustos 26, 2005

Ayni Hikaye

Hikayeyi biliyorsunuz. Londra'daki patlamalardan sonraki takip eden cadi avi sirasinda, metroda supheli davranislariyla dikkat ceken, polisin daha onceden takip ettigini iddia ettigi, bombalama olaylarindan sorumlu olabilecegi ihtimali bulunan, o gun uzerinde "nedense" genis kiyafetler bulunan (genis dediysek icine bomba konacak kadar) ve polisin dur uyarisina uymayarak, bilet noktalarinun uzerinden atlayarak kacmaya calisan esmer vatandaslardan birisi (esmer dediysek Pakistaliya benzeyecek kadar) polis tarafindan kafasina kursun sikilarak oldurulmustu. Gupegunduz, herkesin ortasinda. Basina yapilan aciklamada oldurulmenin ne kadar yerinde oldugunu ispat edecek kanitlardi bunlar. Insanlar rahatlamis, kamuoyun nezdinde polisin davranisi onaylanmisti, ne de olsa bir terorist daha listeden silinmisti. Ta ki birkac gun sonra oldurulenin Brezilya asilli Jean Charles de Menezes oldugu, (Brezilyali Islamci terorist?) o gun de hergunku gibi isine gittigi, muhtemelen de kacak calisan bir elektrikci oldugu ortana cikana kadar. Hikayenin bundan sonrasi oldukca bilindik: Basbakan Tony Blair cikmis ozur dilemisti, polis sefi ne yapalim, yanlis istihbarat demisti, basin da olur boyle vakalar, Scotland Yard yakalar, stres mtres diye gecistirmisti. Ne iktidardaki Isci Partisi milletvekilleri ne de mufalefetteki Muhafazakar Partinin onde gidenleri olayin oyle cok da fazla uzerine gitme niyetinde de degildi. Sonucta ozur dilenmis, ulkeye gelen Brezilyali bakan da bir kac gun agirlanip, ekononomik isbirligi mesajlari verilip ulkesine gonderilmisti. Nedense kimse de polisin ne hakla sokak ortasinda kafaniza kursun yagdirabilecegini tartismamisti. Bir gun evinize giderken bu kursunlarin adresinin siz olabilecegi gibi konular dusunelerek can sikilmamisti.
Sonra, hikayeyi biraz daha "bilindik" hale getirmeye calisan yazarimiz isin icine aslinda o gun neler olduguna diger bilgiler sarpistirmeye karar vermisti. Meger o gun Menezes polisten kacmiyormus, bilet kontorlerinin uzerinden atlayarak gecmemis, meger o gun siradan, modayi pek de takip ettigin soyleyemiyecegimiz bir ceket giyiyormus, cektetten de bomba duzenegi parcalari, teller filan sallanmiyormus, ve de daha da onemlisi kafasina yedi kursun (siz bir insani oldurmek icin kafasina tek kursun yeter sananlardan misiniz?) sikilirken zaten teslim olmus, ve butun bu kursunlarin maktulun hemen dibinden sayildigi ortaya cikmis. Guardian gazetesinden Simon Hattenstone' nin haberine gore bu durum Inglitere'de de ilk degil.
Ya Turkiye? Yargizisiz infaz tartsimalarindan bu duruma cok da fazla uzak oldugumuz soylenemez. Daha yeni, Kasim 2004 de, Mardin Kiziltepe'de babasiyla birlikte oldurulen 12 yasindaki Ugur Kaymaz'in vucudundan 11 kursun cikarildiktan sonra nedense ellerinde kalasnikof tufeklerin olmasi raslanti degil tabii. Ne de olsa hava yagisli ve kapaliydi, net gorememisti polis ama teroristler de haklanmisti, degil mi?

Polis bunu hep yapiyor

We cannot take them at their word
'Police sources' routinely vilify victims and excuse police actions
Simon Hattenstone
Thursday August 18, 2005 The Guardian

When the Metropolitan police promptly apologised for killing Jean Charles de Menezes, it looked as if this could signify the new era of openness promised under Sir Ian Blair's leadership. After all, the police had never issued such an unequivocal apology after a death in custody.
This week leaked documents suggested that the story the Met had told about the shooting, and the media had dutifully reported, could not have been been more different from the truth; the "suspected terrorist" was not wearing a suspiciously heavy or padded jacket, let alone with wires sticking out; he never ran from the police; he didn't jump a ticket barrier. Worst of all, it emerged that Mr de Menezes had already been restrained when shot seven times in the head at point-blank range.
Now let's return to the initial reports. The press were pretty much as one - this was undoubtedly a tragedy, but the police had at least apologised for the enormity of the error, tensions were high after the bombings, the police had a hellish job and, to be fair, Mr de Menezes was hardly acting like a law-abiding citizen. No newspaper or broadcaster seriously questioned the validity of the reports from "police sources".
If the allegations contained in the leaks turn out to be true, this would not be a one-off. The police and the media have a distinguished history of misrepresentation in such cases; there have been more than 1,000 deaths in police custody in Britain in the past 30 years - most involving restraint, either in the cells or during arrest - and many of these people have subsequently been demonised.
In 1994 Richard O'Brien died after being restrained by police at a party they had been called to - reports focused on the fact that he was overweight (ie vulnerable) and had just been in a fight. In fact, the fight had involved two women.
In the same year Shiji Lapite was stopped by two police officers for "acting suspiciously". Half an hour later he was dead. The cause of death was asphyxia from compression of the neck, consistent with the application of a neckhold. One officer told the inquest that Mr Lapite was "the biggest, strongest, most violent black man" he'd ever seen. In fact, he was 5ft 10. At the inquest an officer admitted kicking him twice in the head as hard as he could, and said he was using reasonable force to subdue a violent prisoner.
In 1999 Roger Sylvester died after being restrained on his stomach by six police officers. He was portrayed as a feral, naked black man prowling the streets of Tottenham - in fact he was an average-sized naked man with mental health problems locked outside his house. He was also described as a crack addict, although no traces of cocaine were found in his blood or urine. Newspapers published first and apologised afterwards.
Scotsman Harry Stanley was killed by police after leaving a London pub in 1999. It was a particularly controversial case - he had been shot, well before the police began to operate their shoot-to-kill policy. The police had received reports that an "Irishman" with a suspicious package that looked very much like a wrapped-up sawn-off shotgun was on the loose. Mr Stanley was actually carrying a table leg. He was not a black man so he was demonised in a different way - portrayed as a feckless drunk.
It was reported that he raised the table leg as if to shoot. One story even suggested that he was depressed because he had cancer, so it was all an elaborate suicide attempt - in fact, he was in recovery and hopeful for the future. It was reported that Stanley was facing an officer with his "gun" - they had no choice, it was them or him. The entry and exit wounds to Mr Stanley's head later suggested that this was unlikely.
In 2003 Mikey Powell, a man without a criminal record, died after police officers drove their car at him, sprayed him with CS gas and restrained him. Soon after, an article in a local paper said that the police had driven their car at him only because he pointed a gun at them. He was actually holding a belt. When the family complained to West Midlands police, they were told it had been a mistake made by a source close to the investigation. By then the damage had been done. In the public mind, Powell was a crazed gunman who deserved to die.
Few deaths at the hands of the police have been as clear-cut as that of Jean Charles de Menezes. None has been as high profile. But the subsequent police distortion is all too familiar. So how should a responsible media treat these official statements or unofficial "police sources" that invariably excuse police actions or vilify victims? With caution, at the least. We know that the reality is so often complex and multidimensional. The police should be regarded as one player in the story. Just as witnesses are "reported" or "alleged" to have seen an incident, so should the police - rather than being allowed to issue reports (often anonymously) as if they were objective purveyors of the truth.

Perşembe, Ağustos 25, 2005

Madalyon

Öyle veya böyle; biraz politika, biraz cevre, biraz spor, ya da hayata dair hersey, ama daha cok kendi bellegim olacak.
Ya herru ya merru...