Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Cuma, Eylül 30, 2005

Kehle

Baska bir yerden alintidir:

"olacak bir kisinin bahti kavi,
talihi yar kehlesi dahi
mahallinde anin ise yarar."

rüstem pasa'nin donunda tesbit edilince pasanin talihini döndüren hasere. zira kanuni kizi mihrimah sultan'i rüstem pasa ile evlendirmek istediginde "pasa cüzzamlidir" deyu bir söylenti çikmis. o sirada diyarbakir'da imis pasa. artik beylerbeyi mi vali mi ne. tiz elden bir tabip gönderilmis diyari bekr'e. pasanin donunu inceleyen tabip vermis müjdeyi payitahta, "müsterih olunuz. donunda kehle vardir. cüzzam degüldür" inanisa göre cüzzamli adamda bit barinmazmis çünkü.

pasa için yazilan bir gazelde ise "olacak bir kisinin bahti kavi, talihi yar kehlesi dahi mahallinde anin ise yarar!" denilmistir. yani eger kisinin talihi iyiyse biti bile yerinde ise yarar.

Çarşamba, Eylül 21, 2005

H.C Andersen

"Çirkin Ördek Yavrusu", "Küçük Denizkızı", "Kar Kraliçesi", "Kibritçi Kız" gibi çocukluğumuzun çok sevdiğimiz masallarının yaratıcısı Hans Christian Andersen'in (1805-1875) doğumunun 200. yıldönümü bu yıl. Yarattığı büyülü atmosfer, kullandığı metafor ve psikolojik unsurlar, farklı türden kahramanları ve hüzünlü sonlarıyla masallara getirdiği farklı soluk onun evrensel bir yazar olarak tanınmasına neden olmuştu. Ülkesi Danimarka'nin yazın dünyasına Kierkegaard' la birlikte en güzide armağanlarından biri olan Andersen aslında sadece masallarıyla değil roman, şiir, tiyatro metinleri ve gezi kitaplarıyla da biliniyor.
Çirkin bir Ordek Yavrusu
Bütün dünyanın masallarıyla tanıdığı Andersen kendini hiç bir zaman basit bir masal yazarı olarak görmedi. Diğer yazın türlerindeki kitapları ise dönemi içersinde edebiyat çevrelerinde dikkat çekse ve başka dillere çevrilse de ona istediği ünü ve başarıyı getirmedi. "’Şair Andersen Beyefendi, Şair Bey, siparişleriniz en kısa zamanda Hamburg'dan getirteceğim.' dedi bana bugün terzim. Şu sıradan hayatta bana verilecek en güzel isim bu." diyordu Andersen, 1836 yılında, henüz 31 yaşındayken yazdığı mektupta. O zamana kadar sadece şiir değil, tiyatro oyunları, gezi kitapları, opera metinleri, çok sevdiği İtalya üzerine bir roman, "gelecek nesilleri kazanmak amacıyla" yazılmış "Çocuklara Masallar" adında iki masal kitapçığı yayınlanmıştı. Yakın arkadaşlarından elektromanyetizmin babası fizikçi ve felsefeci Ørsted ona yazdığı bir mektupta söyle diyordu: " Yazdığın romanlar seni ünlü yapacaksa da, masalların seni ölümsüzleştirecek". Bu sözleri dikkate almadı o zamanlar Andersen çünkü roman yazmak, çocuk hikayeleri yazmaktan çok daha ciddi, modern ve saygı uyandıran bir uğraşti önün için. " Danimarka'nin ilk romancısı olacağım" diyordu başka bir mektubunda. " Eğer İngiliz veya Fransız olsaydım bütün dünya adımı çoktan duymuş olurdu. ama şimdi ben ve şarkılarım birlikte soluyoruz, bu uzak ve köhne Danimarka’da." Ne var ki bütün dünyanın adını duyması ve İncilden sonra yapıtları en çok çevrilen yazar olma onuruna o pek de önemsemediği masalları sayesinde ulaştı.
Hayatına dikkatlı bir bakış başarısının ardında yatan trajik gerçeği, masallarında ve diğer çalışmalarında kendi yaşamının resmedilisini açığa çıkarır. Andersen fakir bir ayakkabıcının oğlu olarak toplumun en alt tabakasından geliyordu. 11 yaşındayken babasını kaybettikten sonra da kah terzi olarak kah fabrikalarda işçi olarak çalışmıştı. Proleter kökeni daha sonra bütün hayatını etkileyecektir.
Genel anlamda Andersen, hem insan hem de yazar olarak sürekli değişen ve gelişen fakat aynı zamanda kendisiyle sürekli bir diyalog ve kavga içerisinde olan birisiydi. Biyografisinin yazarlarından Johan de Mylius'a (2005) göre sosyal yükselişi, masallarında, romanlarında ve oyunlarında hem daha yeni ve çağdaş bir kimlik arayışındaki üretkenliğinin hem de sürekli ve sonu gelmez travmalarının kaynağı olarak ona dolaylı veya doğrudan bir motif oluşturmuştu. İki şehir çok önemliydi hayatında: Odense ve Kopenhag. Fakir bir çocukluk yaşadığı Odense hayatının daha sonraki dönemlerindeki edebi yönelimleri belirleyen izlenim ve tecrübelerini edindiği şehirdi. Andersen gençliğinin otobiyografisi olan kitabında (Levedsbogen -1926 yılında öldükten sonra yayınlandı-) Odense’deki yaşamı eskinin gelenekleri ve batıl inançlarını koruduğu ve böylece önün hayal dünyasına renkli bir katkı sağladığı bir şehir olarak tanıtır. Daha da önemlisi ise toplumun en alt katmanlarından gelen birisi olarak edindiği rahatsız edici sosyal tecrübeler, sosyal mirasını reddederek fakirlik zincirini kırmak ve kendinde farkına vardığı sanatsal potansiyele ulaşmak için harekete geçişini sağlaması açısından da önemliydi.
Andersen’in hayatındaki yönelimlerin ve Kopenhag’a gitmesinin en önemli nedeni ise başkent dışında ülkede tiyatro bulunan tek şehrin Odense olmasıydı. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında Odense’de tiyatroyla her zaman etkileşim içinde olmuştu, bu da Andersen’in hayallerini ve arzularını yerine getirmesi için sağlam bir taban oluşturuyordu. 14 yaşındayken evini terketti ve Kopenhag’da onu beklediğini düşündüğü tiyatro dünyasında geleceğini aramak için yola koyuldu. Kopenhag’daki ilk yıllarında tiyatronun renkli dünyasında herhangi bir yer edinmek için uğraşti durdu. Baletlik, aktörlük veya şarkıcılık denemeleri boşa çıktı. En sonunda oyun yazarlığında karar kıldı; bu da onda gördüğü hamurun yoğrulması ve okula gönderilmesi için ona burs sağlayan yönetmenlerden birisi sayesinde oldu. Her ne kadar şansı performans sanatçısı olarak yaver gitmese de Andersen hayatının sonuna kadar tiyatroyla ilişkisini sürdürdü; gerek oyun yazarı olarak, gerek tercüman veya farklı dillerdeki oyunların uyarlanmasında. Ne var ki, Kopenhag’daki hayatı sefildi, ekonomik açıdan başkalarına bağlı olarak yaşıyor, iki aileden sürekli yardım alıyordu. Günlüğünde bahsettiği gibi parasızlıkla geçen bu yıllar boyunca edindiği acı tecrübeler onu alsa terketmiyecektir. Geçmişinden kopuşu, kendindeki potansiyelin farkına varısıyla birlikte fakirlikten kaçmak için verdiği mücadele temel bir kişilik sorunu olmuştur onun için. Kim olduğu, nereye ait olduğu, onu kimin kabul edeceği soruları kafasını kurculuyordur. İşte böyle bir güç ona "Çirkin Ördek Yavrusu" (1843) masalını yazmasını sağlamıştı. Gerçek kişiliğini bulana kadar itilip kakılan çirkin bir ördek yavrusuydu kendisi de. Her zaman bir kuğuydu ama asla farkına varılmamıştı, her zaman gözardı edilmiş, itilip kakılmıştı.
Kopenhag’da farklı çevrelerde bulundu; hem burjuva hem de proleter ortamlara girdi. Odense’yi ve kendisine sunulan kaderi reddedip sanatı seçen Andersen’in önünde tek bir seçenek vardı: ayağa kalkmak ve devam etmek. Bir dünyayı terkedip diğer yüksek dünyada henüz kabul edilmemiş olmanın verdiği ıstırap ve aşağılanma duygusu iste tam bu noktada karşısına çıkıyordu. ”Küçük Denizkızı” (1837) masalini, aşık olduğu prensi için hayatı pahasına insan olan ama sevgisini söyleyemediği için kalbi buruk bir şekilde hayata veda eden deniz kızının hikayesini, bu duygularla yazdı. Her yine de Slagelse ve Helsingør’daki okul yılları proleter Andersen’e Danimarka'daki mutlak monarşinin son zamanlarındaki ”Altın Çağı”nda burjuva çevrelere girmesini sağlayan gerekli kültür ve eğitimi almasını sağladı. Andersen'in çalışmaları realizmin yeni yeni kök salmaya ve modern dünya görüşü insan anlayısını etkilemeye başladığı yıllarda ortaya çıkmıştı, sosyal anlamda bir yabancı olarak edindiği düşünce yapısı onu diğer çağdaş Danimarkalı yazarlardan daha modern ve ilerici yapmıştı.
Asla bir yerleşik hayatı olmadı, hiç bir zaman bir yere bağlanmadı, hep değişim içindeydi. Ne bir ailesi oldu, ne de bir evi. Otellerde, yurtlarda ve malikanelerde misafir olarak kaldı. Hep gezdi, hayatının 9 yılını dünyayı gezerek geçirdi. Victor Hugo, Heinrich Heine, Balzac, Alexandre Dumas ve Charles Dickens'la tanıştı. Ününe ve ölümsüzlüğüne karşın ödediği bedel yalnızlıktı. Ölüm hikayelerinde her zaman ana bir rol oynamıştı. "Her hikayenin bir sonu vardır" demişti bir yılbaşı ağacının hikayesini anlattığı masalında. Öldüğünde arkada, o çok ünlü masallarının yanısıra 1000’den fazla şiir, 5 gezi kitabı, 6 roman ve 30’a yakın opera metni ve oyun bırakmıştı.

Pazar, Eylül 18, 2005

Kyoto Protokolu bizi kurtarir mi? [2]

Gercekte emisyon (salinim) ticareti sayesinde yaratilan karbon pazari gelismekte olan ulkeler icin yeni bir somuru aracindan baska bir sey degildir. Emisyon ticaretinin kurallarini belirleyenin Dunya Bankasi olmasi da bu iddiayi guclendirmektedir. Karbon havuzu projelerınin ormanlar ve dıger ekosistemler uzerındeki etkisini gözlemleyen bir sivil toplum kurlulsu olan SinksWatch,un web sitesine gore, Kyoto Protokolu, gelismis ulkelere her yil kucuk bir azgelismis ulke topragi kadar alanda Temiz Kalkinma Mekanizmasi adi altinda karbon kredisi kullanimina olanak tanimakta.(sinkswatch) Yine, internetten yayin yapan CDM Watch web sitesine gore de, yurutulmekte olan Temiz Kalkinma Mekanizmasi projelerinin yoksul ulkelerin ve yoksul halklarin yararindan cok, biraz daha zengin addedilen gelismekte olan ulkeler uzerinde yogunlastigi, surdulebilir kalkinma veya yoksullugu azaltacak projelerde degil; daha cok kimyasal tesislerden, komur madenlerinden veya toprak dolgulari projelerinden dolayi aciga cikan gazlarin azaltilmasi islerine yoneldigi iddia edilmektedir.
Yerel seviyede bu kullanimlar ise yerel halkin yerinden yurdundan olmasina, topraklarinin kullaniminin engellenmesine, yiyecek kaynaklarinin kisitlanmasina neden olacak sonuclar dogurmaktadir. Dunya Bankasi tarafindan desteklenen Plantar S.A. Reflorestamentos sirketinin projesi kapsaminda Brezilya'nin Minas Gerais eyaleti kirsal kesimindeki okaliptus plantasyonu bu mekanizmanin nasil yerel halki etkilediginin guzel bir ornegidir. Sonucta okaliptus plantasyonunu destekleyen gelismis ulke sirketleri atmosferi biraz daha kirletmek icin biraz daha hak sahibi olurken bunu doguracagi sonuclari ise dusunmek lüx kacabiliyor. Okaliptusun biyolojik cesitlilige darbe vuran tek kulturlu bir ekolojik sistemi yaratacak olmasini, okaliptusun cok su isteyen bir bitki turu oldugu icin su tablasini dusurerek halkin su kaynaklarini yoketmesini, plantasyon sirasinda kullanilan tarimsal ilaclardan dogan kirlenmeyi dusunmek karbon pazarindan gelecek dolarlari dusunmekten biraz daha siradan bir is olarak gozuktugu de ortada. Bir de bunlarin ustune halkin plantasyon alani olarak belirlenen topraklardan surulmesi de cabasi. Plantar'in “devolutas” adi verilen sahipsiz ama yasal olarak uzerindeki koylulere ait olan topraklari devletten satin alarak gasp ettigi, koyluleri yillardir uzerinde yasadiklari topraklardan surdugu, yeni ekilen okaliptus agaclarini tozdan koruma amaciyla yerel halkin kullandigi yolun yerine daha uzun baska bir yolu kullanmaya zorlandigi, plantasyon icin kullandigi iscileri de kole kosullarinda calistirdigi Brezilyali sivil toplum orgutlerini hazirladigi raporlarda mevcut. Ayni sekilde, bir Norvec sirketinin Uganda'daki projeleri icin 13 koyde toplam 8000 kisinin evlerinden surulmesi buna da baska bir ornek. Balikcilik yaparak yasiyan Brezilyali koylulerin tarimsal ilac kullanimi sonucunda kirlenen su kaynaklarinda yasayan baliklarin olmesi sonucunda acliga biraz daha mahkum olmalari da yine Dunya Bankasindaki ilgilelerin ilgisini cekmemis olmali ki plantasyon alanlarinin buyuklugunun daha arttirilarak 23400 hektara cikartilmasinda sakinca gormemekteler.
Peki, cozum nedir veya alternatifler neler olabilir? Daha sonra..

Cumartesi, Eylül 17, 2005

Kyoto Protokolu bizi kurtarir mi? [1]

ABD'nin New Orleans sehrindeki buyuk kasirga felaketinden sonra, dogrudan ilgisi bulunmasa da, dunya iklimindeki degisikliklerin etkisinin biraz daha belirgin bir sekilde arttigi soylenebilir. Felaket sonrasi, Kyoto Protokolu'nu imzalamayan ABD'nin, iklim degisikliklerinin yaratacagi potansiyel sonuclari biraz daha ciddi bir sekilde dusunmesi gerektigine dair gerek sivil toplum kuruluslari ve bilimsel kuruluslar tarafindan gerek de hukumetler duzeyinde cesitli aciklamalar yapildi. Bunlardan en ilginci dis politikasini neredeyse ABD gudumunde olusturan Ingiltere'nin basbakan yardimcisi Prescott'un Katrina ile Kyoto prokolu arasinda dogrudan bir iliski kurarak ABD'nin protokolu imzalamamasini elestirmesi oldu. Tabii bunda meydana gelebilecek iklim degisikliklerinin en büyük müzdariplerinin ada devletler olacagının da etkisi büyük. Herseyden once ise siradan halkin gozunde cevresel konulardaki duyarliliklar, biraz da ilerde meydana gelebilecek yeni dogal felaketlerin korkusuyla, daha fazla mesruiyet kazandi. Olan biteni anlama yetisinden uzak ABD baskani W. Bush'un deyimiyle yeni "fesat" kaynaginin iklim degisiklikleri sonucunda dogacak felaketler olabilecegi de daha yuksek sesle telaffuz edilmeye baslandi.
Kyoto protokolu, malumunuz sera etkisi yaratan gazlarin saliniminda belirli bir sure icerisinde belirli olculerde indirime gidilmesi konusunda belirli bir eylem planidir. Bu protokolde belirsiz olan ise bu isin nasil yapilacagina dair prosedurler, pek fazla bilinmeyen ise Kyoto protolukunun mekanizmalaridir.
Genel kabul gormus dusunceye gore Kyoto protokolu gelecegimizi kurtaracak formulu iceren panzehirdir. Evet, dogrudur: dunya da sera gazi etkisi yaratan gazlarin, ve ozellikle de karbondioksidin (karbonun degil), salinimi normalin kat kat ustundedir. Bu sekilde giderse de bilimsel modellemelerin gosterdigi gibi iklim degisikleri yasanmasi sonucunda da ileride oldukca ciddi problemlerle karsilasilacaktir. Kyoto Protokolu bu anlamda ileriye dogru atilmis iyi niyetli bir adim olsa da protokelle hedeflenen sera gazi salinimlari duvara karsi bodoslama 150 kilometre hizla giden bir arabanin hizini 130 kilometreye dusurmesı olarak degerlendırilebilir.
Tum bunlarla birlikte protokolun nasil yurutulecegine iliskin uluslararasi mekanizmalar isin rengini kacirmaktadir. Bu mekanizmalardan ilki emisyon (veya karbon) ticaretidir. Protokole gore, "kirletici" olarak adlandirilan butun ulkelere 1990 yili salinim seviyelerine binanen emisyon kredisi verilmistir, ve bu krediler ulkeler icindeki cesitli endustrilere yaptiklari kirletim miktarlarina gore (en cok kirletene daha cok kredi) dagitilmistir. Bu mekanizma sayesinde, limit emisyonunu gecen, yani atmosfere salabileceginden daha fazla salinim yapan bir firma, gidip atil durumda olan, yeteri kadar salinim yap(a)mayan baska bir firmadan parasini odeyerek emisyon kredisi alabilir. Yani atmosfere yapilan salinimda bir azalma yoktur ama bu mekanizma sayesinde atil olan firma "hava"dan para kazanmaktadir. Boylece endustri carki donmekte, cevresel nedenlerden oturu uretim durmamaktadir. Ikinci makenizma, temiz kalkinma mekanizmasidir. Bu mekanizmaya gore, yine limitinden cok salinim yapan bir firma, emisyonunu dusurmek yerine gidip gelismekte olan ulkelerden birindeki cevresel bir projeye katkida bulunabilir. Boylece yaptigi bu katkidan dolayi da yeni emisyon kredileri kazanir. Firma, atmosfere gonderdigi salinimda azalma olmamasina ragmen kendini iyi hissetmekte, neden oldugu kirlilikten dogabilecek sucluluk duygusu ise birazcik olsa azalmaktadir, ne de olsa cevresel bir projeye katkida bulunmustur. Ucuncu mekanizma, ortak uygulama mekanizmasidir. Bu mekanizma bir onceki mekanizmanin aynisidir, ama firmamiz gidip de gelismekte olan ulkeyle ugrasmasin, zengin ulkeler kendi aralarinda paslassin, harcanacak para da birbirlerine kalsin diye (miras aile icinde kalsin misali) gelismis ulkeler arasindaki projeler icin uygulanmaktadir. Kisacasi, protokolun nasil yurtulecegi konusunda oncelikli dusuncenin cevresel degil ekonomik oldugu ve bu protokolun gozuktugu kadar da masum olmadigi sonucu ortaya cikmaktadir. Ozellikle, herseyi bir kar mekanizmasi olarak goren kapitalist toplumlarda da bunun tam tersini dusunmenin biraz safdillik olacagi de asikar.
Peki bu mekanizmalarin uygulamalari nasil yapilmaktadir ve kazanilan emisyon kredileri nasil hesaplanmaktadir? Iste bu sorularin cevabini yine kirleticiler vermektedir. Kazanilan emisyon kredisi, proje olmadan onceki potansiyel emisyonun, firmanin cevresel projeye yaptigi katkidan sonraki emisyon arasindaki fark olarak hesaplanmaktadir. Pek tabii ki bu hesabi yapan firma, proje oncesi emisyonu oldugundan cok daha fazla gosterme olanagina ve de boylelikle bir tasla uc kus vurma hakkina sahip olmaktadir. Soyle ki, firma, gosterdigi buyuk emisyon farkiyla havadan kredi kazanmaktadir; sonrasinda bu krediyi daha cok kirletmek icin kullanma hakkina sahiptir ya da bu krediyi baska bir firmaya satarak para kazanmaktadir. Sonucta olmayan bir azaltim sayesinde daha cok kirletme veya kirlettirme hakkini bulabilmektedir. Pek tabii sirketin kasasini da doldurarak.

Carpici ornekler.. Azzzz sonraa...

Çarşamba, Eylül 14, 2005

Beyaz Mantolu Adam

Beyaz Mantolu Adam Oguz Atay'in "Korkuyu Beklerken" adli oyku kitabinin ilk hikayesi. Oldukca yalin ve akici bir dille yazilmis, bana nedense Bartelby'yi cagristiran guzel bir hikaye. Belki de biraz da Oblomovluk var kahramanimizda. Nihilizmin doruklarinda gezen bir oyku, hos tatlar birakiyor. Neyse, konumuz oyku elestirisi degil. Konumuz bu oykudeki kahramanimizin ayni zamanda Cem Akas'in "Olgunluk Cagi Uclemesi"nin (Baligin Esir Dustugu Yer, Sonmemis Kirec ve Oyun Imparatorlugu) adli kitaplarinda da rol aliyor olmasi. Ayni zamanda kisa filmi de cekilmis. (gereksiz bilgi)
Aslinda fikir cok guzel. Nereden estigin hatirlamiyorum, ama sanirim Auster'in Leviathaninda geciyordu ve romanin kahramanlarindan Benjamin Sachs'in yazdigi iddia edilen kurgu romanin tasvirinden esinlendim. Olay su: Yazacagin romanin kahramanlari, olaylari, olay orgulerini gercekmiscesine bu dunyada oldugunu kabul ettigin bir roman yazmak. Yani roman kahramanlarinin (kurgu kahramanlarin) gercekmiscesine, veya baska yazarlardan "caldigin" (hadi odunc aldigin diyelim) kahramanlarin senin romanlarinda arz-i endam etmesi. Butun karekteristik ozelliklerinin senin elinde tekrar yazilmasi. Hos oyunlar barindiran bir roman haline gelebilir sonucta. Terry Eagleton'un "Azizler ve Alimler" kitabi buna kismi bir ornek. Ludwig Wittgenstein, Nikolay Bahtin ve James Connolly ve Joyce'un Ulysses romanından kaçıp gelen Leopold Bloom bir araya geldigi bu romanda gercek kisiler ve bir roman kahramanimiz bulusuyor. Eagleton da bazi "derin mevzulari" bu kahramanlara tartistirir. Benim dusuncem ise biraz daha olaylarin da gercek olay haline gelebilmesi, roman kahramanlarinin karakteristik ozelliklerini koruyarak gerekirse de romana maydanoz olabilmesi.
Tabii ki bu post-modern roman teknigi olarak kullanilmistir, bildigim ornek yok ama du bakalim.

Çarşamba, Eylül 07, 2005

6-7 Eylul olaylari

Ntv'den bir haber:
"Tarih Vakfı tarafından düzenlenen “50. Yılında 6-7 Eylül olayları” fotoğraf sergisi, kendilerini ‘Türk Mücadele Birliği’ olarak adlandıran bir grubun saldırısına uğradı.
Yaklaşık 10 kişiden oluşan gruptakiler slogan atarak bastıkları sergi alanında fotoğraflara önce yumurta fırlattılar, ardından da yerlerinden söktüler. Sergide 1955 yılında azınlıkları hedef alan yağma olaylarını araştıran ve yargılayan mahkemenin başhakimi Fahri Çoker’in arşivi gün ışığına çıkarılıyor."
Nato kafa nato mermer.
Sen adamlarin uzerine yalan haberlerle kiskirttigin yagma taburlarini gonder, kes bic, mahver, Istanbul'u Istanbul yapan herseyi bir gecede "Turklestirmek" adina cop haline getir, senin atalarindan yuzyillar onceden beri bu sehirde yasayan insanlari kov, katlet, korkut, sehri alt ust et, sonra da 50 yil sonrasinin sergisindeki fotograflara bile tahammul edememe. Azgin kafatasciligini sonu nereye kadar varacak bakalim? Kitaplarin bir meydanda toplanip yakilacagi gunler de yakindir.
Eh, ona da kilif bulunur, bolucu veya yikici dersiniz, sonra da medyadaki dostlariniz sizleri alkislar, canak tutar. Tarihe gececek basliklarla cikar gazeteleriniz. Evet, kara bir leke olacak basliklar.
Sirada ne olabilir diye cok fazla dusunmeye gerek yok. Iste Kurtler, ne gune duruyorlar, Aksam gazetesinde Sedat Peker'i "salonda cok seven" G. Komurcu ve gecirdigi kaza sonrasi kafayi yiyen Serdar Turgut'un surekli uzerine gittigi uzere sermaye onlarda (tipki azinlarda oldugu gibi), ulkeyi yikacak faaliyetlerde bulunuyorlar, televizyon, anadilde egitim istiyorlar, (evet azinliklarda farkli dinlerdeydiler, farkli kulturleri, okullari ve dilleri vardi). Benzerlikler ne kaddar da yakin.

Cumartesi, Eylül 03, 2005

Katrina

Sen neymissin be Katrina?
Tam da kovboy filmlerindeki gibi. Goruntu var ama arkasi bos. Amerikan ruyasi dedikleri sey buymus meger. Sen tut Irak'a "demokrasi" goturmek icin bilmem kac milyar dolarini harca, ama kendi eyaletindeki kasirgaya mudahale edecek gucun bile olmasin. Insanlar evsiz kalsin, sevk icin gerekli isler yapilmasin, yolladigin yardim yerine ulasmasin, yagma olaylari baslasin, insanlarin selden kacip siginacaklari tek bir yer bile ayarlanmasin, siginilan stadyumda altyapi iflas etsin, insanlar salgin hastalikla burun buruna gelsin. Hurriyet gazetesindeki habere gore durum "3. Dunya ulkesi manzarasi"na benziyormus. 1.3 milyon kisi evsiz kalirken, bu rakamin 400 bini cocukmus. Kac kisini oldugu de tam olarak bilinmiyormus. New Orleans'in (ya da Franszilarin deyimiyle La Nouvelle-Orléans) belki de hic bir zaman eskisi gibi olamiyacagi soyleniyormus.
Bu gece CNN'deki haberleri seyrederken, sehirle ilgili istatistiklerden de bahsedildi. Sehirdeki 10 cocuktan 3'u yoksulluk seviyesinin altinda yasiyormus, halkin %60'dan cogu siyahi, sadece %27'si beyaz, ve %40'inin egitim seviyesi lise mezunu veya alti. Bu durum ABD'deki esitsizligin geldigi noktayi gosteriyor, cunku New Orleans'ta da kasirgadan en cok etkilenenler, en cok zarar gorenler, hep siyahiler, azinliklar, fakirler. Butun bunlarin gun yuzune cikmasi, aslinda Amerikan ruyasinin herkes icin ruya olmadigi, bazilari icin kabus haline gelebildigini gosteriyor.
(Devam edecek)(Belki:))

Cuma, Eylül 02, 2005

Leviathan

Paul Auster'in Leviathan kitabini gecen hafta bitirmistim, su an baska bir kitap okuyorum, ama kitabi kutuphaneye vermeden once hakkinda birkac biraz yazmak istedim. Auster'i seviyorum, kolay okunan bir yazar. Benim gibi okudugu veya gordugu detaylari kacirmayi sevmeyen birisi icin Ingilizce roman okumak, Ingilizcemin kotu olmasindan kaynaklanmasa da, bir sorun olagelmisti. Sonucta, kitapta elimde olmadan bilmedigim kelimeler olacakti, bu da beni rahatsiz edecekti diye dusunmusumdur hep. O yuzden cekinerek basladigim Ingilizce kitap okuma olayina Auster'in kitaplariyla hiz kazandirdim. Danimarka'da bayagi bir kitabini okudum. Bu da sonuncusuydu.

Auster, guzel yaziyor, kurmaca dunyalara insanlari cekmekte zorlanmiyor asla. Hikayeleri, kendi yasadigi cevreden oldukca etkilenmis oldugunu gosteriyor. Bu ise onu, tipik bir sehir yazari (New York) haline getirmekten oteye tasimiyor ne yazik ki. Sayesinde Manhattan adasini, Brooklyn'i sokaklarina kadar ogrendiginizi hissettiginiz bir Amerikan evreni buluyorsunuz. Ama bu da beni itiyor gercegi soylemek gerekirse, cunku karsiniza butun siradan kaliplariyla bir yazar cikariyor. Amerika kitasini butun dunya olarak goren, kendi yaptiklari herseyin en dogrusu, mukemmeli, en yenisi, oldugunu zannneden bir basmakaliplik bu bahsettigim. Auster de bundan muzdarip, dunyayi bilmiyor, politik roman yazacagi zaman da yine bu kisirdongu icerisinde kisilip kaliyor.
Leviathan da gecen oykude bu kisirdongunun bir sonucu. Leviathan'a politik bir roman demek haksizlik olur gerci. Icerisinde polisiye de psikolojik ogeler de barindiran, surukleyici, dikkat cekici bazi detaylara sahip (ornegin Guney eyaletlerinin baskanin esinin, unlu bir zenci politikaci ve anarist Alexander Berkmanla bir tesaduf eseri bulusmasini anltildigi) ama politik kimligin bir arac olarak kullanildigi (roman kahramanlarinda Benjamin Sachs kisiliginde), bazi anarsist kisiklerin cerez niyetine sunuldugu bir roman. Ama dunyayi anlamak konusunda yine Americanism'in ucubelerini sunan bir roman. Cunku guya ozgurluk heykeli butun ozgurluk hareketlerinin simgesiymis, guya butun dunyaya aitmis, ("[The Statue] stood for an idea that belonged to everyone, to everyone in the world..." Cin'de 1989 yilindaki baskaldirmada ogrenciler bu heykeli tasiyormus da. Sachs'in "The Phantom of Liberty" takma adiyla yaptigi bu bombalamalar ise aslinda tamaiyla kendi ozgurlugunu arayan bir insanin sonucu kestirilebilir bir eylemi olarak gorulmeli.
Kitabi okurken Benjamin Sachs'in Unabomber oldugunu dusunmekten kendiniz alamiyorsunuz. Sonucta ortada cok fazla benzerlik var. Sachs, oldukca basarili, gelecegi olan bir yazarken (nasil Kaczynski matematik profesoruyse), birden basina gelen bir olay sonucunda ulkedeki degisik sehirlerdeki Ozgurluk heykellerinin kopyalarini patlatarak (nasil Kaczynski etrafa bombali paketler gonderiyorsa) , insanlari dusunmeye zorlamaya, degistirmeye calisiyor. Basa gelen tesadufler, beklenmedik olaylar, hikayeyi (ve tabiiki yasami) degistiren en onemli oge olarak sunuluyor.

Perşembe, Eylül 01, 2005

Smørrebrød

Kelime anlamiyla yagli ekmek. Aslinda Danimarka sandvici de denilebilir. Yapmak cok basit, adindan anlasilabilcegi gibi. Tek bir dilim cavdar ekmegi, yag ve uzerine sizin tercihiniz ne varsa. Ama genellikle peynir, salam, balik, et oluyor. Yaninda da havuc yiyorsunuz, evde soymus oldugunuz, yenmeye hazir. Katir katir. Hepsi hazir zaten madpakke'nin icinde. Yani yemek kutusu, yemeginizi koyup getirdiginiz kutu. Zaten Danimarkalilar ogle yemeginde kafteryaya gitmiyorlar. Hazirladiklari bu sandvicleri yiyorlar. Aliskanlik bence. Sonucta parasizliktan olmadigi kesin. Zaten kafeteryada yemek yiyenler genelde hep yabanci ogrenciler oluyor. Danimarkali goruyorsaniz yaninda getirdigi madpakkesini cikarmis yiyordur, muhabbete gelmistir. Benim anlamadigim ise bu sure sonra Danimarkalilasan yabancilar da ayni seye basliyorlar. Ben baslayamadim; gerci yemekler dusunulebileceginizden de kotu, butun ise yaramaz ahcilari Danimarkaya toplamislar. Ama ne yapalim diyorsunuz, yemek kotuyse, siz de gidip smørrebrød aliyorsunuz, kaziklandiginiz bile bile.