Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Pazartesi, Aralık 31, 2007

yılın filmleri

Bir yılın daha sonuna geldik sayın seyirciler. Adet olduğu üzere her yıl sonunda geçen yılın bilançosu çıkarılır. Ben de bu sene kendime bir süpriz yapayım dedim ve yılın filmlerini kendime göre çıkardım. Gerçekten de zihin egzersizi oldu diyebilirim (seyrettiğim filmleri hatırlama açısından). Listeyi çıkarırken filmler arasında bir sıralama yapacaktım ama bunun saçma ve gereksiz olduğuna karar verdim. Beceremediğimden değil, bilakis iyi bir film zaten iyidir, diğerleriyle bir sıralamayı gerektirmez diye düşündüğümden. İşte aşağıda bu senenin sıralama-gerektirmeden-iyi-olan-ve-hep-iyi-kalacak-filmleri listesi:

. Kelebek ve Dalgıç Giysisi – Tulian Schnabel (Kesinlikle bir festival süpriziydi)
. Nefes – Kim Ki-duk
. Korkak Robert Ford’un Jasse James Suikasti
. Pan’ın Labirenti – Fantastik bir faşizm eleştirisi
. Başkalarının Hayatı - Florian Henckel von Donnersmarck
. Cassandra’nın Rüyası – Woody Allen’ın eski Woody Allen’la ilişkisi kalmamış ama kesinlikle fena da olmamış)
. Paris’te İki Gün (Woody Allen’ın eski tarzı, Yeni Dalga'ya göz kırpan bir film)
. Zodiac - David Fincher
. Şark Vaatleri - David Cronenberg (Bu kadar eleştirilmeyi ve üzerinde düşünülmeyi hakediyorsa iyidir diye düşündüğüm için)
. Yaşamın Kıyısında – Fatih Akın (Daha iyisini umuyordum bu filmden aslında, zira çok yüzeysel yanları var)


Türkiye Sineması'nda ise senenin iyileri:
. Yumurta - Semip Kapanoğlu
. Takva - Özer Kızıltan (Nesnellik ve Erkan Can)
. Beynelmilel

Animasyon (Zaten başka da seyretmedim:)):
. Ratatouille - Brad Bird & Jan Pinkava)
. Persepolis – Marjane Satrapi & Vincent Parannaud

Bu liste ne yazik ki aşağıdaki filmler seyredilmeden kadük kalacak. Ne yapalım, bir kısmını ancak 2008’de seyredilebileceğiz. Zaten bir kısmı listede gözüküyor. İşte seyretmek istediğim ama gerek gelmediği gerekse festivallerdeizleme fırsatım olmadığı için aklımda kalan filmler listesi:

. 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün – Cristian Mungui
. Paranoid Park - Gus Van Sant
. My Blueberry Nights – Wong Kar Wai
. Across the Universe – Julie Taymor
. No Country For Old Man – Joel & Ethan Coel
. Promise Me This – Emir Kusturica
. Tuya’nın Evliliği – Quanan Wang
. Control - Anton Corbijn
. I'm Not There – Todd Haynes

Yılın Hayalkırıklığı
The Simpsons Movie – Tabi ki, aptal Türkçe düblaj meselesi yüzünden. Bu filmi getiren ve sinemalara dublajlı dağıtan gerizekalı film şirketinin elemanlarına ise yılın lalesi ödülünü veriyorum.

Cumartesi, Aralık 29, 2007

kadraj


Fotoğraf İspanya İç Savaşı sırasında 1936 yılında Robert Capa tarafından çekilmiş, ve ilk olarak Fransız Vu dergisinin 23 Eylül 1936 tarihli sayısında yayınlanmış. O vurulma anının bu fotografa girişi ve gerçekten de ölümsüzleşmesini, yıllar, onyıllar, yüzyıllar geçse de kalabileceğini bilmek, savaşırken ölen bu insanın böyle bir şeyi taamüllerinin çok çok ötesindeydi mutlaka. Bu tarz unutulmaz fotograflar var, ilk aklıma gelen o müthiş denizciyle genç kızın öpüşme sahnesi mesela. Ama bu fotografta canımı sıkan bir şey var: Bilemeyecek olması, o kadar yıl sonra bile üzerinde konuşulduğunu bilemeyecek olması.
Çerçevelemek (cadrer) bir boğa güreşi terimidir. "Kılıçla son öldürücü darbeyi vurmadan önce boğayı hareketsiz bırakmak" anlamına gelir. Fotograf enstantenesi de anı böyle hareketsiz bırakır ve ona son darbeyi vurur. Capa, İspanya İç Savaşı'nda vurulan savaşçıyı tespit ettiği ünlü titrek fotografında, o kurşunun yeme anını, bir insanını ölüme doğru tökezlediği o flu, imkansız, anlamsız anı kimbilir nasıl yakalarken; işte ancak o zaman, çerçeveleme terimi, her şeyin hareket olduğu, her şeyin her an durmaksızın değiştiği bir dünyada, aciliyet ve tehlike yüklü anlamını kazanır (Pascal Bonitzer, Kör alan ve Dekadrajlar).

Çarşamba, Aralık 19, 2007

Şark vaatlerinin suspens’i

Cronenberg’in Şark Vaatleri'ni seyrettim ve önem verdiğim bir kaç sinema dergisinde hakkında bu kadar çok bahsedilmesinden olacak ben de üzerinde düşünmeye başladım. Filmde beni rahatsız eden birşeyler vardı. Yok, hayır şiddet sahnelerinden değildi bu, tam tersine iyi çekilmiş dozunda bir şiddet beni her zaman cezbeder (bkz. Otomatik Portakal). Beni rahatsız eden Hollwoodumsu yapısının barındırdığı, Naomi Watts’ın temsil ettiğiydi. Filmde ebe rolündeki Anna (Naomi Watts) tümüyle masumdu, iyiliğin emsali olarak resmediliyordu. Film bu açıdan çok gelenekselciydi:

Hikaye, Anna’nın doğumunu girdiği ve doğum sırasında bebeğini kaybeden çocuk yaştaki bir kızın günlüğünü bulmasıyla başlar. Naomi Watts günlüğün peşinde gerçekte bir mafya babası olan ama müşfik bir restaurant işletmecisi rolündeki Rus bir işadamı olan Semyon’un kapısını çalar. Günlükten haberdar olmasıyla birlikte Semyon, kendisini ilgilendirebilecek konulara girdiğini düşündüğü günlüğü elde etmeye çalışır. Burada Hitchcokvari nitelendireceğimiz suspense günlüğün bu Rus işadımının eline geçmesi değildir. Zira, günlük fotokopisi çekilmiş bir şekilde işadamına verilir. Kolayca. Ama aslı muhafaza edilmiştir, zira masum, iyilikperver Batı toplumunu temsil ettiğini düşündüğümüz Naomi Watts her zaman kurallara sıkı sıkıya bağlı olduğu için asla tanımadığı insanlara tümüyle kucak açmaz ve içinde polisiye olabilecek şeylerin de varolduğunu düşündüğü için belki de günlüğü saklar. Batı toplumu artık tümüyle açmayacaktır kapılarını yabancılara, onlara güvenemeyeceğini öğrenmiştir. Burada filmin kötü iyi adamı devreye girecektir: Aslında İngiliz gizli servisiyle ortak olarak çalışan Rus gizli servisinin (bu da bir maskedir, Doğulular asla kendilerini tümüyle açmazlar, hep maskelerin ardında yaşarlar) bir elemanı olan Semyon’un şoförü ve sadık uşağı Nikolai. Nikolai’ın Naomi Watts’a ilişkisi bir Sovyet markası olan motosikletle başlar. Motosiklet bozulduğunda ise yardımcı olacak kişi yine Nikolai’dır. Dövmeleriyle, daha sonradan mukafatlandırılarak aldığı yüzbaşı rütbesiyle yükselirken, aslında bu yüklsemesinin altında yatan, Semyon’un eşcinsel eğilimleri söylentileri dolaşan oğlu Krill’in hayatının babası tarafından kurtarılmak istenmesindendir. Nikolai, VoriV’Zakone’ye kabul edelirken tüm kimliğinden, herşeyinden vazgeçmek ve bir hiç olduğunu kabul etmek zorundadır. Üzerine yollanan başka bir mafya kolunun elemanlarını hamamda zorlanarak da olsa (ve filmin en şiddet dolu sahnelerini ve Nikola’in cinsel organlarını barındıran sahnelerin) öldürdükten sonra asıl amaç olan ve Nikolai’ın gözümüzde temize çıkmasını ve Naomi Watts’ın yanında yer almasını sağlayacağı bebeğin kurtarılması gerekir. Suspense buradadır. Krill, Hollywoodvari bir şekilde bebekten bir türlü kurtulamazken arkadan kurtarıcılarımız yetişir. Tabii ki son anda. Krill bebeği teslim ederken kendisinin arık bir mafya babası olacağı müjdesini alır. Ama artık roller değişmiştir. Kukla bir mafya babasından başka bir şey olamayacaktır. Zira, eşcinseldir, zayıftır. Klişeler burada bitmez. Filmin sonunda iyilik timsali Naomi Watts’ın bebeği evlatlık edindiğini görürüz, evinin bahçesinde mutlu bir şekilde. Bebek kurtulmuş, temsil ettiği masumiyet ve iyilkperverlik kazanmıştır. Happy end. Aile kurtulmuştur, moral değerler sapasağlamdır, Anna kirlenmeden, pis işlere burnunu sokmadan kurtulmuş, kurtulurken de bir bebeğin hayatını kurtarmıştır. Araya da parça olarak biz seyircilerin ilgisini çekecek dövmeler, BMW taklidi motosikletler, Rus mafya kültürü ve vaatler atılmıştır. Üzüntü ve muz kabuğu.

Salı, Aralık 11, 2007

yerim seni sosis


Bir yerlerde okumuştum, eğer yaptığınız yolculuk hakkında yazmıyorsanız, onunla ilgili görüntülerin üzerinde durmuyorsanız, resimleri arkadaşlarınıza göstermiyorsanız, o yolculuğunuz unutulur gider. Her ne kadar anlatacak birşeyleriniz olsa da, eski bir deyiştir, bilinir: verba volant, scripta manent, söz uçar yazı kalır. Ben de bu duruma müdahale edip en azından son Almanya (ve bir günlük Hollanda) yolculuğumun ne ifade ettiğini sizinle paylaşayım dedim: sosis. Havaalanından Düsseldorf Hauptbahnof (merkez tren istasyonu, ki bu da başka bir yazı konusudur) na gelir gelmez ilk işimiz istasyonda bir sosis dükkanı bulup o gocaman sosisleri üzerine ketçap, hardal neyin koyarak hüpletmek oldu. Küçük ekmeklerin içine konan sosisler haliyle iki taraftan da taşıyor ve siz hangi taraftan yemeye başlayacağınıza karar veremiyorsunuz. Tabii, sosis yeme konusunda uzmanlaşmış Almanlar gibi olmadığınız için de bu arada eliniz yüzünüz pisleniyor. Ama bitirdiği zaman değdiğini hissediyorsunuz. Bu yüzden de fırsatları kaçırmamaya çalıştık.
Neyse, yolculuktan gelene yediğiniz içtiğiniz sizin olsun, siz gezdiğinizi anlatın derler. Benim gezecek çok fırsatım olmadı, diğerlerini paylaşayım dedim.

Salı, Aralık 04, 2007

13

Fotoğraf, Hollanda'da bir otelde çekildi. Tamam, otellerin 13 numaralı oda takıntısını anlıyorum (hayır anlamıyorum aslında, zaten 20 odalı bir otelsin, 13 olsa ne olur, olmasa ne olur?) , bir kaç yerde 13'ü atlayıp 14'e geçtiklerini falan da okumuştum ama 12+1 muhabbetine girildiğine hiç vakıf olmamıştım. Aha işte örnek: 13 yerine 12+1.

-Oda numaranız mister?
-12+1.
-Peki ya sizin mösyö?
-Eee, 12+ 6
-?