Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Salı, Ocak 31, 2006

Kralice Loana

Kraliçe Loana'nin Gizemli Alevi, Eco'nun son romanı. Oldukça akıcı bir uslubu var. Biraz Proustvari "Geçmiş Zamanın İzinde" hatıralar, kitaplar, sanat eserleri, kentin ve kırsalın girdabı.
Kitap 60 yaşlarında kitap kolleksiyonucusu Giambattista "Yambo" Bodoni'nin geçirdiği kaza sonrası hafizasını kaybetmesiyle başlıyor. Ama kaybedilen hafiza sadece anlamsal hafıza olarak nitelendirilebilecek duygusal olayları kapsıyor. Yani, Yambo okuduğu kitapları satırlarına kadar hatırlıyor, şiirler onun ağzında belki de tekrar hayat buluyor, dizeleri kendi yazmişcasına içsellendirebiliyor. Müthis bir birikimi var ama aslında herşey bir kağıttan hafıza gibi. Çünkü, Yambo, kendi geçmişine dair hiç bir şeyi hatırlamıyor. Yaptığı şeyleri biraz da alışkanlıkla üzerinde düşünmediği zamanlarda kolaylıkla yerine getiryor ama ne kızlarının adını hatırlıyor, ne yüzlerini, ne de kaç tane olduklarını. Bütün hatıralar silinmiş kısacası. O yüzdendir ki dişini kaza sonrası ilk fırçaladağında sanki ilk defa yapıyormuşcasına zevk alıyor, ilk defa tadıyor çünkü diş macununu, unuttuğu tadı yeniden öğrenmesi gerekiyor.
Bütün bunları yazma nedenim şu: Eminim Eco, bu kitabı yazmadan önce bu amnezyik durum hakkında öğrenebilmek için oldukça zaman harcamıştır. İnsanlara ilginç gelebilecek bu bu hafıza kaybı sorununun kitabına yedirebilmek için uğraşmistır (ve oldukça başarılı olmuştur pek tabii ki). En azından kitabı için gerekli olacak geri dönüşleri ona sağlamıştır. Aklıma Momento filmi geliyor, kısa dönem hafıza kaybı olan birisiyle ilgili müthiş konulu ve kurgulu bir film.
Sanırım bu tarz bilişsel sorunlar daha pek çok yazarı ve yönetmeni etkiliyecek. Sonuçta insan beyni bir okyanus, bilinebilen özellikleri bilinmeyenlerin yanında denizde kum tanesi kalıyor.

Cumartesi, Ocak 21, 2006

şüpheci çevreci

Kitabın adı Skeptical Environmentalist. Bjorn Lomborg tarafından yazılmış bir kitap. Yeni keşfettiğimden değil (bir kaç yazısını ve tabiiki karşı yazıları okumuşluğum var) ama tezleri nedeniyle ilginç ve her daim gündemde. Öncelikle kimdir bu Lomborg? Lomborg bir istatistikçi, Danimarka'da Aarhus Üniversitesinde öğretim görevlisi. 2004 yılında Time dergisi tarafından dünyanın en etkili yüz kişisinden biris olarak seçiliyor. Yine 2002 yılında Business Week dergisi onu Avrupa'nın 50 yıldızından birisi olarak ilan edilmiş. Tüm bunların nedeni ise çevreci- karşıtlığı. Kısacası Lomborg çevrecilerin doğru söylemediğini, dünyanın çevresel konularda daha kötüye gitmediğini, doğal kaynakların yok olmadığını, nüfus patlamasının bir balon olduğunu, biyolojik çeşitliğinin azaldığını fakat bu azalmanın abartıldığını, kirlenmenin söylendiği kadar olmadığını, küresel ısınmanın bir mit olduğunu, ve karbon emisyonlarının azaltılmasıyla ekonomik olarak hesaplanan maliyetin 5 milyar dolar olduğunu, ama küresel ısınmanın en iyi tahminlerle sadece ortalama 2-3 derece olacağını, karbon salınımını azaltmaya harcanacak paranın gelişmekte olan ülkelerde insanlara ve onların sağlık, su gibi sorunlarına harcanması gerektiğini cünkü Kyoto sözleşmesinin küresel ısınmaya etkisinin çok az olacağını ve 2100 yılındaki sıcaklıktaki ortalama 2.1 derece yükselemenin sözleşenin yükümlülüklerinin yerine getirilmesiyle sadece 1.9 olarak ortaya çıkacağını, kısacası 2094 yılındaki sıcaklık yükselmesinin 2100 yılına ertelenmiş olacağını, Kyoto sözleşmesinin dünyanın 6 yılını çaldığını istatistik bilgilerle gösteriyor. Kısacası Lomborg'un düşünceleri petrol şirketleri tarafından, özellikle Amerkan sağını tüm katmanları tarafından oldukça seviliyor ve destekleniyor. Sonuçta ekonomik büyümenin her şey olduğu dünyamızda çevresel tepkilerin pek para etmediği ortada. Ve bunun "kanıtları" da ortaya çıktığında mal bulmuş Mağribi gibi atlamak oldukça kolay.
To be continued..

simülakr

İkonlara tapanlar, Tanrı'yı övmek adına onu betimlediklerini ileri süren usta insanlardı, ama gerçekte Tanrı'yı simgeleriyle bir simülakra dönüştürürken aynı zamanda onun varlığı sorusunu ortadan kaldırıyorlardı. Her imge, Tanrı'nın varlığı sorusunu sormayı engellemek için bir bahaneydi. Gerçekte Tanrı, her imgenin ardında görünürlüğünü yitiriyordu. Ölmemişti, görünürlüğünü yitirmişti yani artık böyle bir soru sorulmuyordu. Tanrı'nın varlığını ya da yokluğuna dair sorulan soru simülasyon aracılığıyla çözülmüştü.
(Baudrillard'dan)
Simülakr orijinali, gerçeği, ilk örneği olmayan; kendisi zaten kopya olan birşeyin kopyasını anlatan bir terim. Simüle edilen veya edilebilen her şey orijinalliğini kaybeder. Her görüntü bir simülasyondur, ergo simülasyonun simülasyonu simülakrdır. O yüzdendir resim yıkıcılığı.
Neyse konumuz resim yıkıcılığı değil zaten. (Bu terim aklıma Bilge Karasu'nun bir hikayesinden kalmış olmalı. Nasıl ki İslam resime karsi çeşitli nedenlerle bir tavır geliştirdiyse, yasaklmaya çalıştıysa, Hristiyanlık ta aynı şekilde ilk zamanlarında resime karşı bir tutum almıştı. Hatırladığım kadarıyla hikayede Istanbul'daki resim yok etme olaylarından bahsediyordu.) Neyse, Baudrillard'ın simülakr ile bahsettiği dünya aslında Matrix filminde de anlatılan bir simülasyon mu gerçek mi dünyası. Baudrillard'ın gerçekten ilginç tezleri var. Hepsi de anlaşılır değil bana kalırsa. Sanırım postmodern dile yatkınlıkla da ilgisi var bu düşüncenin. Ama bazen bazı şeyleri gerçekten anladığınızı hissedersiniz. Bu bir andır, geçicidir genellikle, o kısacık anda her şey aslında çok mantıklıdır, çözülmüştür. Sanki iki nöron fiberı birbirini stimüle etmiş ve eksik parça tamamlanmıştır. (Bütün büyolojik mekanizmalar büyle yürü zaten.) Baudrillard'da onu hissediyorum, ama anladığım şey biranda uçup gidiveriyor sanki:) Sanırım bu bir bilinçlenme (consciousnes) anı. Bilinç dediğimiz "şey"in de aynen bu anlarda ortaya çıktığını, sürdülebilir olduğu şekilde insanlarda yereleşebileceği gibi bir fikir ileri sürülebilir. Ya makinalar? Burada aklıma "Pi" filmi geliyor, David Arnoffsky'nin. (Gerçi tüm Matrix filmi de bu temel üzerine kurulmuştur.) Kabala felsefesinin kullanarak Tevrat'taki matematiksel kodları çözmeye çalışan ve bu sonuçları borsada kullanan birisini hikayesiydi bu film. Filmin ana noktasında bilgisayar kendi bilincinin farkına varıyor ve iflas ediyordu. Biraz zihin felsefesi veya bilişsel bilimler bilen birisi için oldukça spekülatif olsa da bilincin nasıl simüle edilebileceği, veya edilirse bilgisayarların veya herhangi bir finite state automatanın (Turing makinaları örneğin) bu işte ne kadar başarılı olabilecekleri sorusu cevaplanması zor bir soru değildir. Denersiniz, modellersiniz, compute edersiniz. Tamam. Ama bilincin vüku bulduğu anı yakalayamazsınız.(En azından şu an için) Aynı şey özgür irade için geçerli midir peki? Özgür irade de sonuçta bilinçle aynı kalıba sokulup simüle edilse bile hiçbir zaman tam anlamıyla hesaplanamaz. Peki o zaman simgeleştirelim ve simülakra dönüştürelim. Büylece sorun kalmaz. (mı?)

Cuma, Ocak 20, 2006

no nukes

Yine bir ağır mevzu ile karşınızdayız sayın seyirciler. Konumuz nükleer enerji, nükleer silahlar ve ilişkileri. Kendimle yaptığım mülakaat aşağıda huzurlarınıza sunuluyor. (B: Ben, YB: Yine Ben)
B:Küresel ısınma denince aklımıza ne geliyor?
YB:Sera etkisi yaratan gazlar (CFCler ve en önemlileri olan Karbondioksit).

B:Peki bu gazların salınımını engellemek için birşeyler yapılıyor mu?
YB: Evet, yapılıyor, 150 küsür ülkenin imzaladığı ve gelişmiş ülkeler için de çeşitli yaptırımları olan bir sözleşeme bulunuyor: Kyoto Sözleşmesi. Bu sözleşmeyle 2010 yılına kadarki ilk dönem içerisinde gelişmiş ülkeler (doğrusunu söylemek gerekirse Annex 1 ülkeleri) 1990 yılı salınımlarına binaen ortlama yüzde beşlik bir indirime gitmeleri gerekiyor. Amma ve lakin bu sözleşmeyi imzalamayan ve karbon (doğrusu karbon dioksit ama kısaca karbon denegelmiş) salınımınlarının yaklaşık yüzde ben deyim 22 siz deyin 25ini atmosfere salan ABD (daha doğrusu Bush hükümeti) sözleşmenin uygulanmasına ekonomik zarara uğraycağı iddiasıyla taş koyuyor.

B: Ama ABD olmazsa bu sözleşme uygulanmıyor mu?
YB: Uygulanıyor, hatta en son Montréal'de Kyoto'dan sonraki en geniş katılımlı hükümetlerarası ve sivil toplum örgütlerinin katıldığı bir toplanti yapıldı ve Kyoto'nun yürütülmesi konusunda çeşitli önlemler alındı. Örneğin sözleşemeye ABD'den eyaletler düzeyde katılım sağlandı. ABD ve Avustralya toplantı süresince hiç destek bulamadılar.

B: İyi ama Sözleşme nasıl yürütülecek?
YB: (So far so good deyimim buraya cuk diye otururdu) (İç çekerek) Hmm, işte zurnanın zırt dedği yer de burası çünkü sorunlar da burada başlıyor zaten. Sözleşme mekanızmaları vasıtasıyla karbon salınımın azaltılmasını hedeflerken çevreden çok ekonomik kıstasları düşünüyor. Ve burada pragmatik davranarak gerek ülkeler arası karbon ticaretini gerek de nükleer enerjinin kullanımının artırılmasını destekliyor. Zira nükleer enerji fosil yakıtlara göre daha "twmiz" bir enerji türü.

B: (Buraya kadar okumaya dayanabilen okuyucularımız var ise) Nükleer enerjinin kullanımının artırılmasının sonuçları neler olabilir?
YB: Nükleer enerji veya nükleer santrallarin tehlikelerine girmeyeceğim. Zira artık yazmaktan sıkılmaya başladım. Kardeşim senin bitirmen gereken tezin yok mu? Nedir bu çevre, Kyoto, nükleer enerji ya. Aç tezinle ilgili bişeyler yaz, iki satır karala. Uff ya. Sen adam olman, walla. Neyse, ne diyordum. Nükleer enerjiye sahip kaç ülke var. ABD, Rusya (SSCB'den kalma), İngiltere, Çin, Hindistan ve Pakistan. İsrail'in de nükleer güce sahip olduğu sanılıyor. Şimdi sorun şu: Bu ülkeler nükleer güce sahip ve o yüzden barışcıl amaçlı nükleer kullanımını da kendi ellerinde olmasının istiyorlar. O yüzden üçüncü ilkelerin bu enerjiye sahip olup da başka aşamalara geçmelerini istemiyorlar. O yüzden sen nükleeri kullan ama biz sana teknolojiyi transfer edelim diyorlar. Artı bu konuyu da barışcıl amaçlarıyla sunar gibi yapıyorlar. Bu yıl ki Nobel Barış ödülünü Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu başkanını almasınının da nedeni bu.

B: Hmm, evet, seni komplocu seni. Bu Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu başkanı sabetayist olmasın.
YB: La get, canın sıkıldı herhalde.

Pazartesi, Ocak 16, 2006

Döğme sözcük


Edebiyat ve sanatta yaratıcı fikirlerin nezdimde her zaman büyük değeri var. Farklı olan bana her zaman ilginç gelmiştir. Yeter ki metalşmasın ve piyasayaya düşmesin. Yaratıcı fikre bir örnek Shelley Jackson'un beden üzerinde döğmelerle oluşturduğu edebiyat metni. Fikir şu: Kendi bedenleri üzerinde 2095 sözcüklük "Skin" (Deri) adlı öykünün her sözcüğünün bir döğmesi yer alacak insanlar aranıyor. Gönüllüler Jackson'un kendisine gönderdiği sözcüğü bedenleri üzerinde istedikleri yere döğme olarak yaptiriyorlar. Böylece ortaya yaşayan bir metin çikiyor, sadece katılımcıların bildiği ve katılanlar öldükçe (belki de) öykünün değiştiği bir metin.
Muhtemelen bu esere katılmak için geç kaldik ama benim aklımı başka bir şey kurculuıyor. Eğer bedenime bir sözcük döğmelettirsem hangi sözcüğü seçerim. Biraz düşündükten sonra buldum. Tabbi ki söylemiyecem ama şimdiki sorun şu: Hangi fontu kullanmalıyım?
http://www.ineradicablestain.com/skin.html

Perşembe, Ocak 12, 2006

Maradona es mi dios

Boca Juniors. Arjantin'de Buenos Aires sehrinin Boca semtinin takımı. Rakip River Plates'in tam tersine halkın takımı olarak bilinirler. Arjantin'deki futbol karşılaşmalarının 3 dakikalık bile görüntülerinden ne kadar çılgın oldukları konusnda biraz fikir vermişerdir. Atılan her gol sonrasi kale arkasındaki tellere doğru hücüm eden ve tüm kale arkasını ön tarafta 3-5 sıra halinde getiren görüntüler aklımdadır. Zengin takımı River Plates'e los millionarios diye burun kıvırırlar. Stadları la bombonera'nın yakınlarında taraftarlarının isteği üzerine mezarlık yaptıracak kadar sevilirler. Her altyapı seçmelerinden önce "birgun hepiniz Maradona olabilirsiniz ama bir Che asla" pankartı asan taraftar grubuna sahiptirler. Ve herşeyden önemlisi stadlarının kapısında şu yazar:
Boca es mi religion,
Maradona es mi dios,
La Bombonera es mi iglesia.
(Dinim Boca, Tanrım Maradona, Mabedim Bombenera)

Daha ne diim.

Çarşamba, Ocak 04, 2006

o gülüş


Yani kızacam bu Amsterdam Üniversitesi'ndeki amcamlara, başka işiniz gücünüz yok mu diye, ama ne kızamıyorum. Adamların kafaları sürekli güzel, ne diyiim. Bob Marley'e de sormuşlar, Zimbabwe'daki isyancılar başarıya ulaşacak mı diye. O da cevap vermiş:" Çok iyi cins ot içiyorlari zafere ulaşmamaları mümkün değil." (Zimbabwe, Bob Marley ilişkisi, nereden çıktı, azzz sonra!)
Internet sitelerinden 15 Aralık tarihli bir haberden:

Leonardo da Vinci'nin ünlü Mona Lisa'sının gülümsemesi "çözümlendi". Bilim adamları, gülücüğün yüzde 83 oranında mutluluk, yüzde 9 küçümseme içerdiği sonucuna vardı.
Amsterdam Üniversitesi uzmanları, 500 yıldır sırrını koruyan Mona Lisa'yı duyguları, analiz edebilen bir bilgisayar yazılımıyla inceledi.
New Scientist dergisinin haberine göre, yazılımda kullanılan algoritma, Mona Lisa'nın yüzündeki ifadede yüzde 6 korku, yüzde 2 de öfke tespit etti.
Yazılım; dudak kıvrımı, göz kenarındaki kırışıklıklar gibi ana yüz hatlarını insandaki temel 6 duyguyla harmanlayarak sonuç üretiyor.

Pazar, Ocak 01, 2006

how to write and speak postmodern?

Tez danışmamını kapısında görmüştüm ve hoşuma gitmişti.Postmodern yazmanın kurallarını ironik bir dille anlatyor ve oldukça da doğru tesbitler var. Kafa açıcı yani.
"We should listen to the views of people outside of Western society in order to learn about the cultural biases that affect us". cümlesinin postmodern dilde söylenişi:
"We should listen to the intertextual, multivocalities of postcolonial others outside of Western culture in order to learn about the phallogocentric biases that mediate our identities."
Hoş bir makale:
http://www.unm.edu/~bquint/postmodern.html

malum harf

Georges Perec abimizin La disparition (ingilizceye a void adıyla çevrilmişti) romanı Türkçe'ye de Kayboluş adıyla çevrilmis sonunda.
Hani şu malum harfi kullanmadan 300 sayfalık bir romanı yazmak çok kolay olmasa. Hatta ve hatta bu kitabı aynı durumu koruyarak bizim lisanımıza kazandırmak oldukça zor bir iş. Şu yazdiğim paragrafta da aynı koşulu korumaya çalıştım ama oldukça güç durumlara düştüğüm oldu. Hangi sözcüğü kullanmalı, uygun olan, aynı anlamda nasıl bir sözcük koymalı ki anlam bozulmasın. Kısacası bu konuda zorlanmakla kalmıyorsunuz ama aynı zamanda kafanızın içindeki gri sıvıyı da kullanmak zorunda kalıyorsunuz. Aslında fikrim bunun gibi aynı mantıkta bir roman yazmak ama bırakın malum harfi kitapta hiç harf olmayacak. Nasıl ama?
Harbiden gerçekten övgüye değer bir çalişma.