Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Cuma, Mayıs 30, 2008

yok

...
asla ağlamamalısın,
der bir şarkı.
onun dışında
bir şey
diyen
kimse yok.
(ingeborg bachmann, bilmece)

Perşembe, Mayıs 29, 2008

ben mavi dediğimde ...(2)

Ben mavi dediğimde değil sadece güneşin doğuşundan duyduğum hazzı, kumun sıcaklığını, idrar kokusunu, kırmızının kırmızılığını nasıl algıladığımı vb., sadece kendi içgözlemimle ulaşabileceğim, bana özel, sadece benim doğrudan tecrübelerimle edindiğim ve bunu başkalarına ulaştıramayacağım (ya da ulaştırmayacağımı düşündüğüm), ulaştırmaya çabalarken içinde hep eksik bir şeylerin kalacağı bir fenomenden bahsediyorum: qualia. Qualia, içeriği gereği zihin-beden sorunun tam göbeğinde doğmuştur ve bazı felsefeciler bunun aslında bilinç (consciousness) sorunundan başka bir şey olmadığını iddia etmekte. Ben mavi dediğimde sizinle aynı maviden bahsetmiyor olabilirim derken; peki hangi frekanstır sizin için maviyi mavi yapan, maviyi nasıl anlatabileceksiniz hayatınızda hiç mavi görmeyen birisine vb., gibi soruları size cevaplanması için öne sürmem gerekiyor.

Kelimelerle değil benim sorunum ama dilin sınırları benim düşünce dünyamın da sınırlarıdır demek de doğru gelmiyor bana.

*********
Not to touch the earth,
Not to see the sun,
Nothing left to do but,
Run, run, run!

Değişik duygular uyandırıyor yukardaki sözler ama hepimizdeki duygular aynı duygular mı, aynı zihinsel durumlar mı? Ya müziği? Hala tüylerimi diken diken eden müziği?

Salı, Mayıs 20, 2008

ben mavi dediğimde...

ben mavi dediğimde, siz benim mavimden başka bir şey anlıyorsunuz belki de. aynı şey hakkında konuştuğumuzu sanıp, aslında çok başka yerlerde olduğumuz durumlarda iletişim zorlaşır. (...) o yüzden ben kelimeleri tehlikeli bulurum ve onlara güvenmem. kelimeler dolaylı yollara sokar sizi, kaybolabilirsiniz aralarında... (Micheal Haneke, 2006)

Perşembe, Mayıs 08, 2008

Yeşil Gözler

Sinema çevrelerinde özellikle senaryosunu yazdığı Hiroşima Sevgilim (Hiroshima mon Amour) filmiyle ün kazanan ama daha çok film olarak da çekilen, aralarında L'amant (Sevgili) ve La Meladie de la Mort (Ölüm Hastalığı) bulunduğu kitaplarıyla tanınan, Türkçe'ye de çevrilmiş pek çok eseri bulunan Marguirete Duras'nın sinema üzerine yazılarını topladığı Yeşil Gözler kitabı, onun pek bilinmeyen yönetmenlik özelliğini okuyuculara tanıtıyor.
....

(yazının devamını sonra tekrar yayınlayacağım.)

Pazar, Mayıs 04, 2008

Kandırmak

Kandırmak. Bu kadar mı kolaydı çocukken?
Satranç oynarken önemli bir hamle yaptıktan sonra, örneğin mata giden veya veziri alacak bir hamlede bulunduğumda, kardeşim bu hamlenin önemini anlamasın, farkına varmasın diye satranç tahtasının diğer tarafında düşünceye dalmışım gibi elimle hareketler yapardım. “Hmm, şimdi burayı oynarsa ben de burayı oynarım” tarzında parmaklarımı, sanki hamleleri bir bir planlıyormuşcasına oynatır, kardeşimin dikkatini tahtanın öbür tarafına çekerdim. Zavallı kardeşim ise benim bu sahte hareketlerime kanar, tahtanın yanlış tarafında bir taşını oynayarak güya benim planlarımı boşa çıkarmaya çalışırdı. Ben ise o ölümcül hamleyi tahtanın öteki tarafında yapmak için avucumun içini yumuşak yumuşak kaşıyarak sabırla beklerdim.

Cumartesi, Mayıs 03, 2008

Sinema dili

Marguerite Duras Yeşil Gözler’de sinema dilinin diğer dillerle, örneğin yazıyla kıyaslarken şöyle diyordu:” Gök masmavi bu sabah, güneşli” duyumunu yeniden yaratıp aktarabilecek en mükemmel araç sinemadır.”

Peki sinema diliyle şu cümleyi nasıl aktaracaksınız: “Gök hiç olmadığı kadar mavi, güneş ilk defa parlıyormuşcasına canlıydı.” Bunu sinema diline çevirmek gerçekten güçtür ve sinemaya aktarılabilecekse aynen ilk cümledeki duygu verilerek aktarılabilir. Gün ortasında masmavi bir gökyüzü, ortalarda parlayan bir güneş, belki deniz, belki kum, belki de yeşillik. Ne zaman sinemaya çevrilmiş bir eseri seyretsem hep kafamda bu vardır. Acaba yazar şu gördüğüm sahneyi nasıl tasvir etmişti kitabında. Hangi kelimeleri kullanmıştır benim bir saniye görüp geçtiğim sahne için. Belki üç sayfa yazı vardı burada ama biz geçip giderken gördüklerimiz 3 saniyede kayboluyorsa, gözlerimiz yeni hareketler arıyorsa, bir önceki sahnedeki duyguyu hissedemiyorsak bu sadece bizim yahut yönetmenin mi suçudur? Sinema dilinin bunda hiç mi suçu yoktur. Sinema dilinin sorgulanması gerekmez mi burada?

O zaman sinemayı edebiyata göre yeni başatan tanımlamak gerekir. İlk iş olarak tüm tekrar yapıları yeni yapılar olarak kurmamız gerekir. Nasıl ki başka bir dilden kendi diline şiir çeviren bir şair, şiiri yeniden yazmaktadır denirse, bir kitaptan sinemaya yapılan adaptasyon da yeni baştan bir film yapmaktır. Nasıl ki, eskiden çekilmiş filmlerin yeni versiyonları tekrar tekrar çekilirken her defasında ilk orijinal versiyonla kıyaslıyorsak ve her zaman içimizde bir tatminsizlik duygusu yükseliyorsa, yeni baştan yapılan her şeyin, her ne kadar özgünlüğü kaybolmuşsa da, yeni olduğunu kabul etmemiz gerekir. İkinci cümleyi de eğer sinemaya çevirirken birinci gibi akatarıyorsak onu da yeni kabul etmemiz gerekir.

Cuma, Mayıs 02, 2008