Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Cumartesi, Nisan 26, 2008

çocuk istismarına son!

Yazdım zaten müşkülpesentim diye. Skoer kardeş beni mimledi mimleyeli aklımın köşesinde ama bu kadar yoğunluk içerisinde (vallahi yalan:)) bir türlü yazamadım çocuk istismarı üzerine.

Benim bu önemli konuda eğileceğim nokta çocukların törenlerde istismar edilmesi üzerine olacak. Kendimden biliyorum, şarkı olsun, oyun olsun, ront olsun, her türlü etkinliğe katılmak küçükken çok hoşuma giderdi. Eminim şimdiki çocukların da hoşuna gidiyordur. Ama sanırım bizdeki gibi stadyumlarda küçük öğrencileri sabahın köründe tribünlere dizip ellerine renkli kareler verip, belirli anlarda yukarı kaldırıp indirten, otomatikleştirip portakallaştırdıkları hareketlerle onları birer emir kulu, robot hale getiren etkinlikler belirli ülkeler dışında pek yapan ülke kalmadı. Keza, şehre gelen "devlet böyyüğünü" karşılatmak ellerine bayrak verip yollara dizen, kendileri koltuklarda otururken törenleri saatler boyunca ayakta dikilerek izletmek, bunu da soğuk, buz gibi havlara karşın üzerine önlük veya okul elbisesi dışında herhangi bir şey giymeye izin vermeyen yetkilelerin bana hatırlattığı düşünce istismardan başka bir şey değil diye düşünüyorum.

Çocukları tören eziyetinden kurtarın diyor, topu bencilkirpi'ye doğru atıyorum.

Salı, Nisan 15, 2008

müşkülpesent

Bazı günler nedense içimden hiç yazmak gelmiyor. Eh, belli olduğu üzere o günlerde bloga da zaten uğramıyorum. Biraz önce can sıkıntısından bloglar aleminde dolaşırken farkettim: Yazmak için illa dolu mu olmam, biriktirdiklerimi dökmek için gani gani isteğimin mi olması gerekiyor diye sordum kendime. Yazma moodumun gelmesi mi gerekiyor, söylecek sözlerimin ekseriye önceden hazır ve nazır beni mi beklemesi gerekiyor? Güzel bir kaç söz, olay, muhabbet, vs., vs., olmadan birşeyler döktürümez mi insan? Sıkıcı banal bir yazı yazamaz mı? Eh günüm sıkıcı geçtiyse, yolda kimseyle karşılaşmadıysam, muhabbet edip ilginç bir şeyler duymadıysam, geçmişimden komik/hüzünlü/didaktik/epik bir anı fırlamadıysa, okuduğum kitapta, seyrettiğim filmde hissettiklerimi buraya aktarmaya üşeniyorsam, zaten uçup gittilerse aklımdakiler, içselleştiremediysem bugünü, yarını, her günü, ne olacak?
Varmak istediğim mevzu şu: Bazen arafta olur insan, ne yazmak ister, ne de yazmamak. Eğer düzenli olarak yazmaya kasan, bu işten para kazanan da değilse dokunmaz tuşlara. İlanihaye böyle gidecek değildir sonuçta, gitmesini de istemem. Zira, bizi var eden zaten, bence, kendimize ait düşünceler, duygular ve hepsinden önemlisi yaşanmışlıklardır.
Madem yazma arzum galebe çaldı, bu sıkıntıda bile bir paragraf dolusu kelime çıktı derken tamahkar olmayayım. 301. maddenin değiştirilip değiştirilmemesi üzerine dönen tartışmalar, AKP'nin kapatılma davası, türban krizi, bu krizin Kürt ve Kıbrıs sorunları gibi çözülememesi ve çözülememesinin bir Türkiye gerçeği olması, Pippa Bacca'nın canice öldürülmesi, bu katlin de ne yazık ki bir Türkiye gerçeği olması, yaklaşan gıda krizi, açıklarda bekleyen prinç yüklü gemiler, tutuklanan provakatörler, üniversitelerdeki saldırılar (çatışma değil, düpedüz saldırı), Irak'taki işgal, Filistin'deki savaş, İstanbul Film Festivali, Gençlerbirliği'nin küme düşmeme mücadelesi vermesi vs. gibi bir dolu gündem maddesi varken.
Böyle anlarda Ulus Baker'in bir yazısı aklıma geliyor. Körotonomedya'dan da baktım biraz önce ama bulamadım. Başlığı dün akşam arkadaşlarla çok fena içtik gibi bir şeydi ve edebiyatın git gide bencilleşmesini ve bireyselleşmesini (kötü anlamda) eleştiriyordu. Pek tabii ki yazının konusu Ulus'un arkadaşlarıyla bir gece önce neler yaptığı, neler yediği, geyik muhabbeti üzerine değildi.
Bu yazı da benim müşkülpsent olmam üzerine değil.

Pazartesi, Nisan 14, 2008

R for Rome

Roma, ne kadar da Ankaramsı. Neden özdeştirdim bu iki şehri bu kadar bilmiyorum. Deniz olmaması mı? Belki de. Ama tabii ki Roma'nın büyük harfle şehir olarak bir yeri var. Ankara ise Orta Asya kasabası oluyor git gide. Neyse dostlar sağolsun, Ankara kalsın diyelim ve Roma sergüzeşti üzerine neler söylenebilir bakalım:
1. Yaya ışıklarında da yayalar için sarı var. Ne var ki, yayalar asla ve nasla kurallara uymuyorlar, bizden hiç farkları yok. Gecenin ikisinde bile ışıklara uyan Kuzey Avrupalıları aradı gözlerim. Akdenizlilik bir başka canım.
2. Bütün sahte çanta, kemer, saat, gözlük, vs aksesuarları, turistik eşya satma işleri Hintli ve Pakilerin üzerine kalmış. Kolezyumun, Roma Forumunun, büyük basilicaların hemen dışında çöreklenmiş, turistik eşya satıcıları hep esmer tenli İtalyan vatandaşlarının elinde. Yol kenarlarında, yerde tezgah açma suretiyle yapılıyor satışlar. Bir de zabıta gelince etrafta koşuşturmalar başlıyor.
3. Şehirde dolaşırken sürekli ambülans sesi geliyor bir yerlerden. Ben saydım, 9 olmuştu bir kaç saat içinde. Sonra da sıkıldım, saymadım.
4. Hayatımda yediğim en kötü pizzayı Roma'da yedim. Venedik Meydanı'nda. Ama sonra başka bir yerde hayatımda yediğim en güzel pizzayı yedim. Yin Yang.
5. Metro sistemi Ankara'yla aynı. Linea A var, bir de Linea B var. İkisi de Termini (Ankara'nın Kızılay'ı)'de kesişiyor. Metroya biniş, vagonlardaki koltuklar vs hep aynı. Ama çok nemliydi metronun içi, kokuyordu biraz.
6. Küçük otobüsler var. Bildiğimiz belediye otobüslerinin cücesi. Aynı minyatürü. Bizim minibüsler gibi değil, birebir kopya.
7. Angelo Poretti: Bira, züper.

Salı, Nisan 08, 2008

bruchetta

Sanırım her ülkenin kendine has, kolay olsun, açlık da bastırsın dediği başlangıç yemekleri var. İtalyanların da işte yukarda gördüğünüz adına bruchetta dedikleri üzerinde zeytinyağı gezdirilmiş kızarmış ekmek ve onun da üstüne yerleştirilen (genelde) domatesle yapılan bir çeşit yemekleri var. Normalde para vermem diye düşünüyorsunuz (keza biz de vermedik, menüyle birlikte geldi). Lezzetli mi diye sorarsanız evet derim, zira insan aç olunca zeytinyağına ekmek bile banmayı düşünüyor.
Bu kadar ekmek yedikten sonra üstüne makarna veya pizza için yer kalır mı peki? Benim kaldı, afiyetle de yedim. Tavsiye ederim.
Danimarkalıların smørrebrødleri, Almanların sosisleri. Daha önce yazmışım.
Gurme mi olsam ne!