Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Cuma, Aralık 03, 2010

taşraya daima dışardan bakmak

Bir yere bağlanamayanlar anlar sadece. İlkokulu 6 farklı sınıfta bitirenler ya da. Sınırda yaşayıp, bundan zevk alanlar veya pazar öğleden sonralarının sıkıntısıya mutlu olanlar:

Ne taşralı, ne de şehirli olarak büyür memur çocukları. Babalarının tayin oldukları kasabaların prensleri, prensesleridirler. Döndükleri şehrinse taşralıları olmaktan hiç bir zaman kurtulamazlar. Sınırda büyürler, bu topraklarda yaşayan insanları ikiye bölen, birbirlerini şehirli, ötekilerin taşralı, birbirlerini içerden, ötekilierini dışarıdan kılan sınırlarda. Taşrayı içerden yaşarlar yaşamasına ama ona daima dışarıdan bakacaklardır. İleride bir gün tatile çıkarken içinden geçtikleri kasabaya bakabilirler ama bundan böyle onu her zaman bir mola yeri olarak göreceklerİ otogarları, otogarların pis tuvaletlerini, otobüslerin mola verdiği kötü lokantaların acı koyu çaylarını hatırlayacaklardır (Nurdan Gürbilek, Ev Ödevi).

Pazar, Kasım 21, 2010

Ctrl Z hakkımız olsa hayatta

sorgulayıcı: farklı ilgi alanları mevzusunu düşünüyorum bir kaç zamandır.
farklı şeylerle ilgilenmek iyidir, değil mi?
yahut bir konuda uzmanlaşmak, tüm hayatını o konunun ıcığını, cıcığını mı çıkarmak, akla gelen ilk uzmanlardan olmak mı doğrusu?
rasyonalize edici: pek tabii ki insanın ilgilendiği, zevk aldığı konular olabilir bir konuda uzmanlaşırken. onları hobi olarak yaparken esaslı bir uzmanlık alanı olur. o konuda bir oturuşta birkaç sayfa döşer. ya da sürekli olarak bir konudan diğerine atlar, her konuda bilgi sahibi olur, gerektiğinde derinleşebilecek bir altyapısı olur.
sorgulayıcı: ama bu kadar farklı disiplinleri bir araya getirebilecek kapasitesi de olmalı insanın. ya getiremezse, ya tıkandıysa. atıyorum: gödel'in teoremlerini kullanarak yola çıkıp turing makinalarından geçtikten sonra sola sapıp özgür iradeye bilişimsel bir yaklaşım getirdikten sonra kavşaktan sağa dönüp kyoto protokolü'nün mekanizmaları istasyonunda inip, gilles deluze'ün zaman-imaj teoremini kanıtlayan filmlere başlayan trene atlayıp trip hopun geçirdiği evrimler durağında beynini hoşaf olarak da bulabilir insan. üstelik üniversite eğitimi diye aldıkları bu saydıklarının ucundan kenarından geçmiyorsa.
rasyonalize edici: birikim denen şey işte bunların hepsinin hakkını vermektir.
sorgulayıcı: tamam ama ya elde kalan sıfır ise: işte ontolojik bir sorun.
....
sorgulayıcı: gidemediğim, asla gidemeyeceğim uzak ülkelerden, seyredemediğim, adın sanını duymadığım güzel filmlerden, tadına bakamadığım o güzel pastalardan, yemeklerden, içeceklerden, öpemeyeceğim, okşayamayacağım, güzelliğinden haberin bile olmayacak kadınlardan, duyamayacağım güzel sözlerden, okuyamayacağım güzel kitaplardan, tartışamayacağım düşüncelerden, zeka parıltılarından yoksunum.
rasyonalize edici: insan olmak her zaman bir eksiklik demek değil midir? insan olmak ne yaparsan yap herşeyi eksik bırakmak değil midir? düşün hayatında toplam kaç film seyredebileceğini. çalışan biri isen eğer, en iyi ihtimalle haftada 3 taneden ayda 12, bilemedin 15, yılda toplam 180 film eder. yüz yıl yaşasan bile tüm hayatında 2000 film bile seyredemeyeceksin. tüm dünyayı gezdim desen, tüm kitapları okudum desen, ömrün boyunca kaç kitap okursun, kaç ülke görürsün? sayı deyince nedense aklıma geliyor, eski basketbolcu NBA’ın yıldızlarından walt chamberlein’ın 3000 kadınla yattığı söyleniyor, ki bu bir rekormuş. iyi ama eminim, chamberlein’ın her zaman aklında o karşı köşede markette çalışan bir tezgahtar kalacaktı. onunla yattıktan sonra ise sarışın avukatta gelecekti sıra.
İnsan olmak bir eksikliktir, matematiksel olarak söylemek gerekirse, belirli bir formal sistem içerisinden tanımlı aksiyomlar gibi, belirli bir ömür boyunca alacağı zevkler de, yaşanmışlığı da sınırlıdır. İnsan, eksiksiz ise, tam ise, tutarlı değildir; insan tutarlı ise (hayatını düzgün yaşıyorsa, sıradan yaşıyorsa) insan olarak tam değildir.
Al sana Gödel.

Cuma, Kasım 19, 2010

Hitchcock ve suspense

Pascal Bonitzer Türkiye'de sinema alanında yayınlanmış en başarılı eserlerden birisi (her ne kadar çeviride bir kaç temel sinematik kavramın eksikliğine/yanlışlığına rağmen- ki o kadarı da kadı kızında bile olur diyelim) addeddiğim Kör Alan ve Dekadrajlar'da Alfred Hitchcock'un yarattığı heyecen sistemini (suspense'i ) anlatırken şöyle der:
Hitchcock sineması şöyle kurulur: Her şey normal biçimde, ortalamaya uygun olarak, hatta genel sıradanlığın ve duyarsızlığın sınırları içinde olup biterken, biri bütünü oluşturan öğelerden birinin, açıklanamaz bir davranış nedeniyle, leke yaptığını fark eder. Her şey burada başlanarak birbirine bağlanır.

Hitchcock sineması lekenin sinemasıdır. Temiz bir beya yaprak üzerindeki mürekkebin izidir. Mürekkebin izi küçük de olsa nasıl ki sayfanın beyazlığını bir daha asla gelmeyecek şekilde kirletmişse ve bu kir ayrıntı da olsa dikkat çekecek ise, Hitchcock filmlerinde de sahneye koyma biçimi bakışı harekete geçiren anormallik ile ifade olunur. Bu leke gerçeklik düzlemini sarsan ''sapık veya ters öğe''dir. Anormaldir zira Cary Grant'ın peşindeki uçak başlangıçta küçük bir noktadan ibarettir, ve çölün ortasında hasat mevsiminin gelmesine uzun zaman varken ortaya çıkan bir ilaçlama uçağıdır söz konusu olan. Sapıktır çünkü James Stewart tarafından gözetlenen katil gözetleyen halini alır bir süre sonra. Diğer taraftan öykü ise belirli yasalar dahilinde arz-ı endam eder: durumun sıradanlığı, tanıdıklığı o kadar barizdir ki rahatsız edici, tekinsiz olmaya o kadar elverişlidir. Burada işleri yolundan saptıracak tek bir öğe yeter de artar bile. Sapık öğede ısrar suspense sağlar. Griffith'in sinema sanatına armağaını koşut kurguyla müsemma hızlandırılmış kovalamaca montajının yarattığı sistemin aksine suspense Hitchcok'ta sahneye konan başlangıçtaki manzaranın yavaş yavaş olgunlaşması veya birden bire sapıklaşması, lekenin ortaya çıkması üzerine kuruludur.

Pazar, Kasım 14, 2010

dün gece Feyruz.

Şarkıya başlar Feyruz.
O ne güzelliktir öyle beyaz giysiler içinde.
Bahibak ya Libnan der demez Olympia'yı dolduran binlerden bir alkış tufanı kopar.
Yıl 1979'dur.
Durur Feyruz, şarkıyı keser.
Seyircilere bakar.
İstifini bozmadan.
Müzik de durur.
Yutkunur.
Belli belirsiz bir gülümse yayılır yüzünden.
O ne gülümsemedir öyle.
Tüm acılara değen ne güzel bir gülümsemedir. Tatmin olmuş bir kadının gülümsemesi...
Kirpikleri bir an kapanacakmış gibi olur.
Alkışlar gırla gitmektedir.
Mikrofona biraz daha yaklaşır.
Daha gür bir sesle başlar söylemeye:
Bahibak ya Libnan.
Dün gece ilk defa gördüm, dinledim.
Müziğin yüceliğini bir kere daha takdir ettim..

Perşembe, Kasım 11, 2010

Sosyalizm Filmi filmi

İyi ama yoksa Godard yaşlanıyor mu? Film Socialisme (Sosyalizm Filmi, 2010) filmini seyrederken bunu düşündüm. Tamam, sesin kullanımı bildiğimiz Godard. Tamam, imgenin metamorfik özelliğini kullanımı bildiğimiz Godard. Ara yazılar, üstüste binen görüntüler, başkalaşmış, melez imgeler bildiğimiz Godard. Ama Almanya'nın savaşı kaybedişi deyip, binanın tepesinden inen 3. Reich'ın simgesine, Hollywood diyerek eski bir Hollywood filminden görüntüleri üstümüze boca etmeye, Mekke dedikten sonra Mekke'yi gösteren bir saati sunmaya veya Barcelona yazısını boğa güreşi ile desteklemeye razı değilim. Bildiğimiz Godard, göstermez ima eder, imge ile metin arasındaki bağı tümüyle koparır. Bir fabrikada çalışan işçileri seks filmiyle birleştirir, tasmasıyla köpeğini gezdiren bir adamı telefon yapar.Gerçi, yine rahatsız ediyor, yine bir öykü yok filminde. Yine afalattıyor bizi, zihnimizde imgeleri sorgulatıyor ve ne anlama geldiklerini düşündürtüyor, sarsıyor. Her seyrettiğimde farklı anlamlar edinmemi sağlayacağını hissettiriyor. Felsefi temelini anlamamızı istiyor.
Bir filmden daha ne ister ki insan? Sıkıldıkça koy ve tekrar tekrar seyret.

Çarşamba, Kasım 03, 2010

ararat'ın hikayesi

Atom Egoyan'ın Ararat (2002) filmi birbiriyle koşutluk içerisinde bulunmadan dört ayrı kuşağın (ressam Gorky, yönetmen Saroyan, araştırmacı Ani ve oğlu Raffi ile üvey kardeşi / kız arkadaşı Celia) dört ayrı tarihsel süreçte (gümrükte Ani'nin başından geçen soruşturma, bu soruşturmadan bir yıl önce gerçekleşen filmin çekim süreci, Gorky'nin atölyesinde annesinin resmini yapışı süreci ve Gorky'nin çocukluğu/resme konu olan fotoğrafının çekildiği dönem) ana tema olarak Ermeni kırımının işlendiği bir film. Filmin temel meselesi olarak soykırımın nasıl anlatılacağı, yeni kuşaklara aktarılacağı tezi var (Biraz daha yukardan bakarsak aslında bir soykırımın nasıl anlatılabilceği meselesi olarak da görebiliriz Egoyan'ın derdini. Lanzman'ın Yahudi soykırımı üzerine çektiği filmi Shoah'ta olduğu gibi soykırımı onlarca yıldan sonra Auschwitz'in yakınındaki köylere giderek orada soykırımın izini ropörtajlarla sürerek, bu ruhun hala o topraklarda olduğunu hissettirerek yapılabilir. Zira nasıl ki edebiyat sadece söylenebilir olanını söylenmesi sanatı ise sinema da sadece ve sadece gösterilebilenin gösterildiği bir sanat olmalıdır (Evet, bu bir pipo değildir!)). Ararat, kişisel bellek üzerinden toplumsal belleğe ve oradan da büyük anlatıya, yani kırıma nasıl ulaşılacağının, tarihi en doğru anlatma hakkına kimin sahip olduğunun sorusunu barındıran bir film. Film tarihi yeniden kurarken, kişisel anlatılar üzerinden bireysel belleğin olduğu kadar kolektif anlatılar üzerinden toplumsal belleğin de izini sürüyor ve esas derdinin bir kimliği nasıl kurabileceğini sorgulamak olduğunu çeşitli vasıtlarla gösteriyor. Dolayısıyla soykırım ve bunun üzerinden işleyen kişisel hikayeler (toplumsal) kimliğin kuruluşuna hizmet ettiğini ifade ediyor.

Filmdeki "film içindeki film" bölümü aslında tarihsel anlatılarda kurgunun bir temsili olarak değerlendirilebilir. Zira bu bölümde yönetmen gerçekte olmayan olayları da filmine koyarken (ressam Gorky'nin çocukluğundaki kahramanlığı gibi), mümkün olmayan durumları da keyfince gösterebildiğini, dolayısıyla da kurgunun gücünü ve easında güçsüzlüğünü hicvediyor; örneğin Van'dan görünmeyen Ağrı Dağı'nı filminde görünür kılıyor. Bu durum aslında Egoyan'ın zeki bir şekilde soykırımın filmi nasıl yapılamaz sorusuna verdiği cevap. Diğer anlatı düzeyleri mikro tarihsel yapıları içinde barındırıyor, ki bu da kişisel düzeylerin bir temsili.

Cuma, Ekim 22, 2010

İletişim Üzerine ve Altına-LJG

Altı Kere İki'den:

Bir masada üstünde kahve fincani, ortada bir küllük, konuşan iki adamin elleri..
(kesme; kafesinin içinde oynayan bir çocuk)
- Bak, bu bir savaş tutsağı..
(kesme: tasmasiyla köpeğini gezdiren bir adam)
- Bak, bu bir telefon.
- Nasıl yani?
- Burada bir alıcı ve verici var, aralarındaki kablo aracılığıyla iletişim sağlıyorlar..
(kesme: bir fabrikada çalışan işçiler)
- Bu bir seks filmi.
- Hadi canim, o nasıl oluyor?
- Burada sevgiyle işlemesi gereken bedensel bir üretim faaliyeti var, ama sevgi iş tarafından öldürülmüş. Bu bir seks filmi...

Perşembe, Eylül 23, 2010

tophane / tımarhane

İranlı Kürt yönetmen Bahman Ghobadi'nin İran'ın yeraltı müzik hayatını anlattığı filmi Kimsenin İran Kedilerinden Haberi Yok (No One Knows About Persian Cats, 2009) filminde bir duvar yazısı aklıma geliyor:

is entertainment killing our children
or is
killing entertains our children?
[çocuklarımızı öldüren eğlence mi
yoksa
öldürmek mi çocuklarımızı eğlendiriyor?]

Bugün Tophane'de yarın başka bir yerde veya dün cinnet vatanımızın herhangi bir yerinde. Önemli olan farklılıklara, ötekilere gösterilen fiziksel tepkinin her yerde olması. İşin sınıfsal sorunu da dile getirildi Tophane'de galerilere saldırıdan sonra. Doğrudur, sınıfsal değişime duyulan tepki de vardır, katılırım, ama kimsenin tavuğuna kışt demeden de farklılıklara tahammülsüzlüğün ifade ediliş şekli artık oradakinin, uzaktakinin yaşam tarzına duyulan öfkenin masum sonucu olarak değerlendirilemez diye düşünüyorum. Herkesin iktidar kavgasından kendine bir pay çıkardığı, ezebildiğini ezdiği bir ülkede ne kadar zor en temel haklardan bahsetmek?

Herkesin bir eğlencesi var, bazıları sanattan zevk alıyor, bazıları ise saldırmaktan deyip mi geçeceğiz?

Pazar, Eylül 12, 2010

mahalle argosu

Kocakarı yerine cazır, cangoloz, dudu; hafifmeşrep kadına fırkıtma, kırıklı, totomlık, yalık, sagar-ı gerdan; fahişelere ayakkarısı, yalama, paçoz, süflü, löpçük; tombul kadına bıldırcın, hoşor; çirkin kadına kakanoş, gurabi, mırmıik boza; evde kalmışa küflü küpecik, patlıcan turşusu, kalık, köhnemiş peymane; metres yerine zamazingo, gaco, vıngır; ay yüzlü delikanlılara sakız muhallebisi, mahlep, zencefil; sofulara çerah, davlumbaz, dü-alem; harfendazlara kavruk, yalpa, dil iti; saraylılara kafes bülbülü, şazkaz, karakuşi; sözünde durmayıp riayakarlık edenlere meddü cezir, kıvırdak, ehl-i nar; gözünü budaktan esirgemeyenlere fitil otu, koç başı; pintilere fukara devesi, hurda akçe; nazik tabiatlılara hanım iğnesi, iğne oyası, yassı kadayıf... (Pinhan'dan)

Pazartesi, Ağustos 30, 2010

o kadar hızlıydı ki..

o kadar hızlıydı ki sahadaki topun sağından atıp solundan geçerdi.
(birden aklıma geliverdi)
(ki bu daha başka bir şeyi aklıma getirdi: enis batur'un dediği gibi size ait bir cümle olabilir mi tüm hayatınız boyunca sadece sizin dile getirdiğiniz? örneğin yukardaki cümle gibi..

Çarşamba, Ağustos 25, 2010

sevilesiler

gelmesen önemli değil,
gelsen önemli olurdu.
gelmemen benim büyük yalnızlığımı doldururdu.
özdemir asaf

Salı, Ağustos 24, 2010

aklımda takılı şarkı

''Şimdi artık...''
Eli ağzında dikkatle dinleyenler,
kollarını bağlamış dinliyor gibi yapanlar,
''seni koklar yalnızlığım..''
önündeki laptopa bakıp konuşanla bağlantısını tümüyle kesenler,
pür dikkat dinleyip konuşanın her söylediğini kafasıyla onaylayanlar,
''seni arar, seni sorar...''
şalıyla oynayıp yanındaki elleri bağlıya birşeyler söyleyenler,
aldığı notları gözden geçirip konuşandan sonra söyleyeceklerini ezber edenler,
herşeyden habersiz, güya sakladığı cep telefonundan mesajlarını kontrol edenler,
Avrupa'nın dört bir tarafındaki ünivesitelerden arzı endam eden Felemenk veya Valon Belçikalı, Katalan, Fransız, Norveçli, Alman, İranlı, İskoç, Kırgız, Hırvat, İtalyan... öğrenciler
ve sıkıldığı için bloguna yazı yazanlar..
''sevdaaaaaaaa çiçeği...''

Cumartesi, Ağustos 14, 2010

Ljubljana'da Cucurrucucu Paloma

Bir şehirde yaşam zevkini veren, şehri renklendiren en önemli ayrıntılardan bir tanesidir sokak çalgıcıları. Kah Brezilayalı kadınların yerel giysiler içinde samba gösterilerinde, kah tüm dünyayı farklı kılıklarla dolaştıklarına inandığım şu Güney Amerikalı And dağları müzikleri yapan çakma İnti İllimani'ciler (Hem Amerika'nın kuzey ucunda hem de Avrupa'nın herhangi bir yerinde, 1 Mayıs gösterilerinde bile gördükten sonra, İstanbul'da da karşılaştıktan sonra buna yüreğimle inanıyorum) kah ise Ankara'da Tunalı Hilmi üzerinde yükselen bir saksofon sesinde o şehiri şehir yapan bir bitmez tükenmez bir güzellik saklıdır. Ljubljana sokaklarında başıbozuk bir şekilde dolaşırken uzaktan gelen Cucurrucucu Paloma'nın sesi ise beni ta uzaktan çekti. İlk notalarından tanıdım şarkıyı, yanımdaki Katalan arkadaştan da önce. Yerel Meksikalı kıyafetlerinde yaptıkları işe önem veriyordu grup. Ljubljana sokaklarını dolduran o güzel notalar şehir dolaşan herkesi kendine çekince insan sadece zevk alabilirdi. Zira beklenmedik bir anda karşınıza çıkan ve sizden de bir karşılık beklemeyen bir durumdan sadece mutlu olabilir insan. Ve kendini gülerken yakalar...

Pazartesi, Temmuz 26, 2010

Peygamber



Un Prophète (2009), Jacques Audiard'ın Cannes Film Festivali'nde geçen yıl en iyi film ödülünü alanson filmi. İki saatten uzun olmasına rağmen neredeyse gözümü kırpmadan seyrettim ve La Haine'den sonraki göçmenler üzerine, göçmenler üzerinden yapılmış en iyi film diyebilirim. Bu yılın eni yi filmlerinden birisi.
İsmi nedense bana yıllar öncesinde okuduğum Tahsin Yücel'in Peygamber adlı romanını hatırlattığı için zihnimi kitapla bağ kurmaya zorluyor. Ama nafile, aralarında bir bağlantı bulmak neredeyse imkansız. Şu satırları yazarken zihnim de pes etti bir bağ kurma konusunda..
Şansın, yırtmanın, kaderin filmi değil bu film.
Hayatta ne istediğini bilmeyen, başkalarıyla göz teması bile kuramayan ama bir şekilde hapise düştükten sonra önce bir katile, sonra ise bir mafya babasına dönüşen yetimhanede büyümüş Arap kökenli bir çocuğu bilindik kalıplarla anlatan bir film de değil.
Müthiş oyunculukların (özellikle Malik rolünde başrolde izlediğimiz Tahar Rahim'in), şaşırtıcı bir senaryonun, başarılı kurgunun, stylistic kamera kullanımının, farklı açıların filmi.
Türkiye'de gösterime girmemesi büyük şansızlık. Şanslı olanlar zaten festivallerde seyretmişlerdi. Yer bulamadığım için zamanında seyredemedim ama kopya-mopya seyretmeye sonunda muvaffak oldum. İyi ki...

Cuma, Temmuz 23, 2010

görünen görünmeyen



Paul Auster'in hiç kuşkusuz çok zevk aldığım romanları olmuştur. Özellikle kendi dilinden okuduğumda belirgin bir tat bıraktığını, Proust'un Madley çikolataları gibi, hatırlıyorum. Ama sanki bir yerden sonra hep aynı kitabı okuduğumu düşünmeye başladım. Yaratıcı yazarlık denen tarzın yarattığı sıkıntıları romanlarında daha fazla duyumsuyorum. Özellikle son romanı Görünmeyen böylesi bir sıkıntıya karşılık geliyor bende. Zorlama diyeceğim bir yanı barındırıyor. Tamam, fikir güzel, kendi içine dönen üstkurgusal denebilecek bir fabulayı da içeriyor. Ama belki ilk romanı olabilecek sığlıkta dönüp duruyor, hep aynı yerde takılıp kalan bir şarkıya dönüşüyor.
Aynı derde başka bir açıdan, kitaptaki anlatısal hatalardan, yaklaşan bir yazı okudum bugün Varlık'ta. Haluk Sunat'ın yazısı bana Auster'de neyi sevmediğimi hatırlattı. Sürekli geçişler yapıyor Auster: Bir insanın hayatını bir kaç satırla anlatıyor, olayları özetliyor, tüm olanı biteni seyircinin hiç bir boşluk doldurmasına izin vermeden aktarıyor. Tam bir roman Tanrısı; bir deus ex machina gibi her şeyi bir anda çözümlüyor. Okuyucu okuyor sadece. Buna izin veriyor.
Bana kalırsa Auster'in tarzı sinemaya, ana akım anlatı sinemasına çok yakışıyor. Hep Hollywood için yazıyor sanki. Biraz zorlasam kodlarını çıkartabileceğim bir anlatı tarzına sahip ve bu beni rahatsız ediyor.

Perşembe, Temmuz 08, 2010

pink flamingos



Herhalde seyrettiğim en ilginç filmlerden birisidir bu film. Uzun yıllar önce Seattle'de, 25. yılı nedeniyle (demek ki 1997 yılında) tekrar gösterime girmesi sayesinde seyretmiş, tadı da damağımda kalmıştı. Ben döndükten sonra Türkiye'de de film festivallerinde bir şekilde gösterildi bu acayip kelimesinin hakkını veren film. Aklımda kalan onlarca sahne var bu kadar yılın üstüne. Sanatsallıkları değil sahneleri unutulmaz kılan; rahatsız ediciliği, ama bir o kadar da eğlenceli oluşu. Resimde gördüğümüz Divine'ın çekinmeden oynadığı sahneler (örneğin köpek pisliğini ciddi ciddi yiyişi, ne demek istediğim anlaşılır sanırım) onu da kült kategorisine çoktan yerleştirmiştir. Uzun yıllar sonra nette gördüğüm bir resim sayesinde aklıma düştü. Tekrar bulmalı bir yerlerden.

Filmin soundtracki de 1997 yılında yayınlanmıştı ve en unutulmaz şarkılardan bir tanesi Link Wray and His Ray Men'in The Swag'iydi. Üşenmeden buldum. İşte linki:

http://listen.grooveshark.com/#/artist/Link+Wray+and+The+Wraymen/1326539

Perşembe, Mayıs 13, 2010

nahide'nin türküsü

Korkularımızı ne kadar diplere atarsak atalım, bir yerden fırlayacaklarını da biliriz. İster bir görüntü, ister bir hikaye, isterse yeniden yaşanmışlık tekrar getirir bize. Tarih de buna benziyor. Geçmişi ne kadar gömmeye çalışırsak çalışalım yine de bir şekilde gün yüzüne çıkıyor gerçekler, çıkacaklar. Berke Baş'ın Nahide'nin Türküsü adlı belgeseli de bu minvalde bir film. Ordu'nun unutulmuş Ermenilerine, kendi (üvey) babaannesi üzerinden bakıyor Baş. Zorunlu tehcir sırasında kaybolan veya yine zorunluluktan bir yerlere bırakılan küçük çocukların, bebeklerin, Türk ailelerin yanında büyüdüklerinde yaşadıklarını kendi babaannesinin, ismini ve kökenini hiç bir zaman saklamayan Nahide Kaptan'ın izinden sürüyor. Zamanında (1909-1915 arası) bir Ermeninin belediye başkanlığı yapacak kadar çok olduğu Ordu'da şimdilerde arada bulasın dedirtecek kadar az kalan tek tük kalanların peşisıra yürüyor. Yıkılmış kiliseleri, dinlerini değişitirmiş pek çokları arasında kardeşlerini, zaten öldürülmüş olan anne-babalarını bulamayacaklarını bilenleri, bulsalar bile saklı kimliklerinin gün yüzüne çıkacağı korkusuyla reddeden kardeşleri anlatıyor.
Bir zamanlar bu topraklarda beraber yaşayanların şimdi kaybolmuş renklerini gösteriyor bize bu film. Mermerlere inat.

Pazartesi, Nisan 19, 2010

vavien, kosmos, bal haftası

İnsan neyle yaşar? 11. İstanbul Bianeli'nin sorusuydu bu.. Soruyu daha basitleştirelim: İnsan ne ister? Eh, sinemayı seviyorsanız, "güzel bir film ister" diye kestirip atabilirim. Türkiye sinemasının gurur abideleri olan geçen senenin (Bal ve Kosmos'un gösterime yeni girmesini bir yana koyarsak) en iyi üç filmini; viz. Vavien'i, Kosmos'u ve Bal'ı arka arkaya üç gün içersinde seyretmek herhalde tüm bir seneyi üç güne indirgemek olarak düşündürtebilir. Ama bana kalırsa bu bol üdüllü filmleri (ki Vavien daha bugün İstanbul Film Festivali'nde en iyi film ödülü aldı) seyretmek bu haftayı geçirdiğim en yoğun ve imge dolu haftalardan birisi haline getiriyor benim için. Önce sinemalarda seyretme fırsatını kaçırdığım Vavien'in DVD'sini, ertesi gün Kosmos'u ve sonra da Bal'ı güzel insanlarla seyrettim. Eh filmleri hazmedecek, imgelerin kafamda tekrar tekrar geri dönüp zihnimin bir köşesinde kah rüyalarımda, kah gerçek hayatta birden fırlayabilecek, ya da gördüğüm bir fotoğrafta, resimde veya filmde çağrışımlarla (hadi çekinmeden diyelim: punctumuyla) tekrar zihnimde dolanmaya başlatacak kadar zamanım olmadı. Tekrar seyretmezsem de olmayacak ama şikeyetçi olduğumu da söyleyemem. Zira, filmleri tekrar seyretmek için bir neden yaratıyor bende bu durum.

Cumartesi, Mart 06, 2010

lipdub

Lipdub (dudak düblajı), genelde bir şarkının tek bir çekimde sözlerinin söyleniyor gibi yapılarak (dubbing) bir grup insanını katkısıyla yapılan çekim için kullanılan bir terim. Genelde okul öğrencilerinin ve işyeri çalışanlarının biraraya gelerek şarkıyı hep beraber sırayla vs. söylemesi aynı zamanda ilginç fikirlerin de ortaya çıkmasını sağlıyor.

Çok hoşuma giden bir örnek, iş saati sonrası NY'li bir grubun çalışması. Herhalde şarkıyı böylesi bir klip olmasaydı bu kadar çok dinleyemezdim:

http://vimeo.com/173714

Sinemada ise libdub gibi örneklerin beslendiği, filmin tek çekimde (montajsız, kurgusuz, kesmesiz?) teyatral bir havada çekildiği Sokurov'un Russian Ark (2002) gibi bir kült filmi örneği var. Tüm filmin tek bir çekimde çekildiği böylesi başka örnekler var mı bilmiyorum ama farklı filmlerin bu tarzda çekilmiş sahneleri olduğunu biliyorum.

Perşembe, Şubat 11, 2010

son 10 yılın en iyi filmleri

British Film Instıtute'ün çıkarttığı Sight and Sound dergisi son 10 yılın en iyi filmlerini yayınlamış. Eh, listelere pek güvenmemek gerekir ama akademik saygınlığı olanlara, Sight and Sound gibi, gelince iş değişiyor. Fimler arasında seyrettiklerim var, adının çok duysam da seyretme fırsatım olmadıklarım da, hiç duymadıklarım da. Ama herhalde bu filmlerin en azından bir kısmını seyretmiş olmadan 2000'lerde film seyrettim demek mümkün olmayacak.

Adaptation. Spike Jonze, 2002
Battle in Heaven Carlos Reygadas, 2005
The Beat That My Heart Skipped Jacques Audiard, 2005
The Bourne Ultimatum Paul Greengrass, 2007
Colossal Youth Pedro Costa, 2006
The Death of Mr Lazarescu Cristi Puiu, 2005
Eloge de l’amour Jean-Luc Godard, 2001
The Five Obstructions Jørgen Leth, Lars von Trier, 2003
The Gleaners and I Agnès Varda, 2000
Hidden (Caché) Michael Haneke, 2004
Inland Empire David Lynch, 2006
In the Mood For Love Wong Kar-Wai, 2000
Memories of Murder Bong Joon-ho, 2003
La niña santa (The Holy Girl) Lucrecia Martel, 2004
A One and a Two… (Yi Yi) Edward Yang, 2000
Platform Jia Zhangke, 2000
Russian Ark Aleksandr Sokurov, 2002
The Son Jean-Pierre & Luc Dardenne, 2002
Spirited Away Miyazaki Hayao, 2001
Talk to Her Pedro Almodóvar, 2002
10 Abbas Kiarostami, 2002
There Will Be Blood Paul Thomas Anderson, 2007
35 Shots of Rum Claire Denis, 2008
Touching the Void Kevin Macdonald, 2003
Tropical Malady Apichatpong Weerasethakul, 2004
United Red Army Wakamatsu Koji, 200
Uzak (Distant) Nuri Bilge Ceylan, 2003
Waiting for Happiness Abderrahmane Sissako, 2002
Werckmeister Harmonies Béla Tarr, Agnes Hranitzky, 2000
Workingman’s Death Michael Glawogger, 2005

Perşembe, Şubat 04, 2010

kimse üşümüyor!

Tekel işçileri üşümüyorsa, biz de üşümüyoruz...

Çarşamba, Ocak 20, 2010

Nim oyunu

Alain Renais'nin unutulmaz filmi Last Year in Marienbad (1961)'de oynanan bir oyun olarak ün kazandı Nim. Aslında kuralları çok basit bir oyun: Belirli bir şekilde düzenlenmiş bir seri kağıttan (puldan, kibrit çöpünden, puldan vs.) aynı sıradan olmak şartıyla istediğiniz kadar alabiliyorsunuz. En son kağıdı çeken kaybediyor (Sona kalan dona kalır misali). Biraz daha açıklayıcı olmak gerekirse filmde oynanan şekliyle (zira farklı düzenekler mümkün) ilk sırada yedi, ikinci sırada beş, üçüncü sırada üç ve son sırada bir tane kart var.

*******
*****
***
*

Aynı sıradan olmak kaydıyla istediğiniz kadar çekince (laletteyn bazen bir, bazen ise beş mesela) sonuncuyu rakibe bırakınca kazanıyorsunuz. Bu kadar basit.

M, "kaybedebileceği ama asla kaybetmediği" bu oyunu filmde X'e karşı defalarca (aslında üç defa) oynuyor ve her defasında kazanıyor. Doğal olarak filmde oyunu seyredenler başlıyor mızmınlamaya, bir hile olduğundan dem vurmaya:

Oyuna başlayan kazanır...
Her defasında çift kağıt almalısın...
Çift olmayan en küçük tamsayı..
Yok, hayır, logaritmik bir seri bu...
Her defasında farklı bir sıradan kağıt çekmelisin...
Üçe bölünebilir....
Yedi kere yedi kırk dokuz...


Evet, bir hile, daha doğrusu her zaman kazanmanızı sağlayan bir algoritma mevcut. Internette arayınca nasıl olduğunu anlatan bir sürü siteye bakılabilir. Ama kendiniz keşfetmek isterseniz kazanacak stratejiyi işte imkan:

http://www.math.uri.edu/~bkaskosz/flashmo/marien.html

Perşembe, Ocak 07, 2010

arkadaş ve proust

Tekrar okuyunca eski bir şiiri, ki bir zamanlar ezbere bilirdiniz, hodbehot canlanır patavatsız düşünceler. Proust olursunuz, çocukken yediğiniz bir bardak ıhlamura batırılan madlen kekinin kokusu sizi anılarınıza götürmesine izin verirsiniz.

Nafiledir, geçmiştir:


alnını
dağ ateşiyle ısıtan
yüzünü
kanla yıkayan dostum
senin
uyurken dudağında gülümseyen bordo gül
benim kalbimi harmanlayan isyan olsun
şimdi dingin gövdende
uğultuyla büyüyen sessizlik
birgün benim elimde
patlamaya sabırsız mavzer olsun

başını omzuma yasla
göğsümde taşıyayım seni
gövdem gövdene can olsun
...

şimdi senin uzanıp yattığın otlarda
yarın yeni bir yeşillik büyüyecek

Pazar, Ocak 03, 2010

karakoncolozların hikayesi

Yeşim Ustaoğlu'nun Bulutları Beklerken (2005) filminde Ayşe/Eleni'nin küçük Mehmet'e anlattığı karakoncolozların hikayesidir:

Eskiden karakoncolozlar vardı. Beddualıydık. Karakoncolozlar inlerinden kalkıp geceleri herkesin kulağına üflemeye başladılar. Karakoncolozlardan kaçan köylüler o dağ senin bu dağ benim yürüdüler. Ama bir türlü karakoncolozların bedduasından kurtulamadılar. İçlerinde küçük bir kız çocuğu da vardı. Kızın bütün ailesini karakoncolozlar dağlarda yitirmişti. Kızcağız karlarda yapayalnız kaldığı bir gün bir peri kızı geldi. Ona ısınması için bir ışık verdi. Ben yokken kaybolmaman için sana bir göz daha veririm. Bir daha hiç kaybolmazsın. Ama bana yeni gözün için en doğru yeri göstermen lazım. Sence kayıp kız neresinde gözü olsun istemiş?


Cevap, alnın ortası veya başın arkasında değil.

Eh, Mehmet'in bile bulduğu üzere parmağında.