Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Pazartesi, Aralık 14, 2009

(yeniden) çal sam!

Play it again Sam!

O çok ünlü Casablanca (1942) filminin film kadar ünlü şarkısı As Time Goes By"ı Sam'e söyletmek için önce Ingrid Bergman (Ilsa)'ın, daha sonra ise Humprey Bogart (Rick)'ın bu repliği kullandığı kalmıştır hatırımızda. Ama sıkı durun: Filmde böyle bir replik mevcut değildir. Daha doğrusu filmin hiç bir sahnesinde ne Ilsa, ne de Rick piyanist şantör arkadaşımız Sam'e "Play it Again Sam" demektedir. Böyle bir yanılgının varlığını nette dolaşırken öğrendim (Linki de şu: http://opinionator.blogs.nytimes.com/2008/04/10/play-it-again-sam-re-enactments-part-two/).

Filmde Ilsa ile Sam arasındaki geçen diyalog şöyledir:

Ilsa Lund: Play it once, Sam. For old times' sake.

Sam: [lying] I don't know what you mean, Miss Elsa.

Ilsa Lund: Play it, Sam. Play "As Time Goes By."

Sam: [lying] Oh, I can't remember it, Miss Elsa. I'm a little rusty on it.

Rick ile Sam arasındaki diyalogda geçenler ise şöyledir:

Rick: You played it for her, you can play it for me!

Sam: [lying] Well, I don't think I can remember...

Rick: If she can stand it, I can! Play it!

İyi ama neden filmde, hem de iki yerde "Play it again Sam" diye bir replik yokken böyle hatırlarız? Bu hatayı kişisel olandan çıkarıp toplumsal hale getiren nedir? Muhtemelen bu yanlış hatırlama Woody Allen'in Play it Again Sam (1972) filminden hediyedir bize. Başka bir görüşe (verdiğim linkteki görüşe) göre ise burada bir tekrarlamanın, tekrar sahnelemenin olması bize gerçekte namevcut bir "again" cümlesinin repliğe eklenmesine neden olmuştur.

Bilişsel bilimler zihnin ve zekasını çalışan bir program. Bilişsel film kuramı ise izleyici ile sinema arasında doğrudan bir ilişki kurarak çıkarımlarımızın, filmsel anlatının anlaşılmasının, algısal yapımızın, yorumlarımızın, filmin izleyicide oluşturduğu duyguların, imgelemlerin, nasıl oluştuğu üzerinde durur. Özelden genele giderek ve filmsel fenomenlere bakarak filmin belirli özelliklerinin anlaşılması için en iyi yolun, ya da elimizdeki en iyi kuramın uygulanması gerektiğini savunur. Bu açıdan aslında kuramdan öte bir yaklaşım getirir. Evet, bazı açılardan psikoanaliz, bazı yorumlarda semiyotik, bazı yaklaşımlarıyla post-yapısalcılık filmsel fenomenleri bilişsel film kuramından daha iyi açıklayabilir. Ama örneğin filmsel anlatının seyircide nasıl anlamlandırıldığı, nasıl kurulduğu, yorumlandığı, çıkarım yapıldığı ve film izleme süreçlerinde duygularımızın nasıl oluştuğu gibi konularda elimizdeki en iyi kuram bilişel film kuramı olabilir.

Tüm bunlara baktığımızda hafızamızın nasıl oluştuğu, şekillendiği kadar bizi nasıl yanılttığıyla da ilgilenir bilişsel kuram. Seyircinin filmsel anlatıyı oluştururken yanlış hatırlamasının da filmin yapılandırılmasıyla ilgilidir. Ama bu yanlış hatırlamanın hasbelkader toplumsal bir fenomen haline gelmesinin nasıl açıklanabileceği üzerinde düşünmek gerekir sanırım.

Cumartesi, Aralık 12, 2009

zihni karışır

kırılmak için bükül.
düz olmak için eğril.
dolmak için boşal.
parçalan ki yenilen.
az şeye sahip olanlar
çoğa kavuşabilirler.
çok şeyi olanların zihni karışır.

tao te ching

Salı, Aralık 01, 2009

Pazar, Kasım 15, 2009

yaşasın kötülük

Altın Portakal'dan ödülle dönen filmlerden ikisi gösterimde bu aralar. Hem Zeki Demirkubuz'un Kıskanmak'ı, hem de İnan Temelkuran'ın Bornova Bornova'sı yükselen Türkiye sinemasının başarılı örneklerinden birisi olarak nitelendirilebilir. Bu iki filmin kronotopisi (zaman-mekan) farklılık gösterse de konu itibarıyla kötülük konusuna eğildiklerini söyleyebilirim. Nedensiz kötülük değil bahsettiğim. Nuri Bilge Ceylan'ın Mayıs Sıkıntısı filmindeki küçük çocuğun kaplumbağayı ters çevirip ölmesine neden olması gibi nedensiz değil bu kötülük çeşidi. Gerçi küçük çocuk yaptığı hareketi rüyalarında kabuslar görerek vicadanında mahkum ediyordu. Mevzu bahis filmlerde ise belirli nedenler var kötülükler için. Kıskanmak'ta küçük kız kardeşin (Seniha'nın) abisine karşı duyduğu hınç, Bornova Bornova'da bir kızı elde edebilme amacı bu kötülüklerin nedeni.

Detaylı baktığımda ise Bornova Bornova'nın Kıskanmak'tan daha başarılı bir film olarak görüyorum. Zira, Kıskanmak alışık olmadığımız bir biçimde Demirkubuz'un dönem filmi ve bir kitap uyarlaması. Ortada bir kitap olunca doğal olarak bu kitap seyircinin beklentilerin sınadığı bir nirengi noktası olarak ortaya çıkıyor. Yönetmen kitaba ne kadar bağlı kalmış, kitapta neleri atlamış, kitaba neler eklemiş gibi soruların ortalıkta dolaşmasının önünde durabilecek bir imkan yok haliyle. Velhasıl klasik Demirkubuz filmlerindeki taşra sıkıntısını da bu filmde gördüğümüzü söyleyebiliriz ama kız kardeşin abiye, annnenin oğula olan kıskançlık duygularının verilebildiğini söyleyebilmemiz pek mümkün değil. Evet, düz bir film haline getiriyor bu duyguların, ruhsal çözümlemelerin filmdeki eksikliği.

Bornova Bornova ise semtdaşlığı, zamanın ruhunu, arkadaşlık ilişkilerini, okul kırmaları, genç kız-erkek çatışmalarını, kuşatılmışlığı, aitsiz geleceği, düz lise-Anadolu Lisesi ayrımı üzerinden, sıkıntılı ama başarılı uzun diyaloglarla ve gerçeklikle veriyor. Filmdeki cinayet sahnesinin başarıyla kotarılmışlığını ve kötülüğün zaferini seyrederken, 12 Eylül'ün yarattığı kırılganlığı sezebileceğimiz pek çok alt metinsel okuma da mümkün hale geliyor. Hülasa, kötülüğün toplum üzerindeki bastırılmışlık zincirini kopararak açığa çıkması, gelecekte daha pek çok yerli filmin bu konu üzerine eğileceğini gösteriyor zannımca.

Cumartesi, Kasım 14, 2009

sınav zamanları, futbol geceleri

İlkokul, ortaokul, lise. Ertesi gün veya yakın bir tarihte sınav olduğunda nasıl stresle geçerdi gün(ler). Özellikle pazartesi günkü sınavlardan nefret ederdim. Pazar günü öğleden başlardım çalışmaya. Saatler geçer, konular hatmedilir, akşam saatleri gelir, stres artar, gün biterdi. En sevdiğim pazar sinemasını seyretmeye bile isteğim olmazdı. 12'de başlardı pazar sineması, en geç 2'de biterdi. Bunu bile kendime zul görürdüm. Hatırlarım hala. Cazcı Biraderleri bile kaçrımıştım Orta 3'te. TRT'nin tek kanal olduğu ve başka eğlencenin bulunmadığı zamanlar. Kızarım kendime, ne gereği vardı, örneğin din dersine bile çalışmaya, bu kadar ciddiye almaya herşeyi. Zaman kaybı gibi geliyor bunlar bana şimdi.
O zamanlar şimdiki gibi pazar geceleri o gün oynanan maçlardan özetler gösterilirdi. Tek kanal olduğu için araya geyikler girmez, program uzamaz, zavallı Anadolu takımlarının maçlarına da sıra gelirdi. O güne pazar gecesi rutini haline gelen haftalık banyo olayı da girerdi. Bir reklam arasına veya öncesine maçların sığdırılan. Maçları seyretmek, golleri görmek en büyük keyif o zamanlar. Zira ertesi gün futbol konuşulacak arkadaşlarla. Skor tartışılacak, kızdırılacak takımları kaybetmiş arkadaşlar.

Cuma, Kasım 13, 2009

misafir teyzeler

Misafir teyzeler değil midir evde miskin miskin otururken keyif kaçıran. Eğer büyük bir toplanışsa, kadınların günü gibi, daha sabahtan annenin hazırlanmaya başlamasından, sadece sabah değil, bir kaç gün öncesinden final sınavına girecek öğrenci gibi ortalığı veyveleye vermesinden, gündelikçi kadının bir gün önce eve çağrılıp genel temizliğin yapılmasından, misafir odasına girişin yeni bir emre kadar ertlenmesinden, kek, pasta, poğaça yapım işine alalacele girişilmesinden, babaya talimatlar yağdırıp neyi nereden alması gerektiğinin dikte ettirilmesinden anlaşılmaz mı? Eh evin ahalisine de o gün alışık olmadık biçimde öğleden sonra çay keyfi yapmaya ve yeni fırından çıkmış fındıklı kek yemek, değişik meze tabaklarını tatmak kalır.

"Hoş geldiniz T. teyze?"

Zil çalar çalmaz ev kiyafetleri hızlı bir şekilde çıkartılır, dışarı kıyafetlerinden en yakında ve cansız olanı seçilir, misafir teyze anneyle hoş-beşe başlamışken, kapıda karşılanma işine geç kalındıysa içerde selamlaşılır ve en fazla beş dakikalık bir "nasılsınız-iyi misiniz-ben de iyiyim-işte n'oolsun okul devam ediyor, sınavlar var-tabii çalışmaz olur muyum?-E.amca nasıl?-çok sevindim" muabbetinden sonra kaçmak için bir fırsat aranır, ki en iyisi mutfaktan bir şey almak için ayağa kalkmak ve mutfak dönüşünde misafir odası yerine koridora çark etmektir. Giderken de kapıda bulunmak bir görevdir.

"Güle güle, yine bekleriz, E. amcaya, T. abiye çok selamlar."

alışverişte

"Tatmak ister misiniz?"

Ürün tanıtım standındaki genç kız bana doğru bakarak sormuştu. Bir eliyle sucuk parçalarını gösteriyor, diğer eliyle de tuttuğu maşayla sucukları döndürüyordu.

İsterdim aslında ama biraz önce önünüzden geçerken hapşıran ve hapşırırken elini yüzüne tutmaktan veya koluna doğru hamle yapmaktan aciz müşterinizi görünce vazgeçtim. Ama siz nereden bileceksiniz ki benim mükroplardan kaçındığımı.

"Siz de almazsanız işimiz hiç bitmeyecek."

Bu bir taktik miydi, herkese söyledikleri bir yakarış, yalvarış tarzı mıydı bilmiyorum. Bana bu yakınlığı nereden gösterdiyodu anlamamıştım. Tamam, ben de zamanında reklam dağıtmıştım ve işimin bitmesi için elimdeki reklamların tümünü en kısa sürede verilen adreslere dağıtmam gerekmişti. O yüzden yolda, sokakta elinde reklam kağıtları, birden önüme doğru uzanan kolları hiç bir zaman pas geçmez, behemal alırdım. Erotik dükkanlar, üniversite sınav setleri, kurslar. Bazılarına şöyle bir göz gezdirir, bazılarını bir gözüm bana bröşürü verende, -ayıp olmasın babında- okumadan elimde buruşturur, ilk çöp kovasına atıverirdim. Tüm bunları düşünürken gözlerim sucuk standında nasıl kaçacağımı düşünüyordum.

"Tamam, alayım o zaman, alışveriş yaparken yerim."

Elime bir kürdanla tutuşturdukları sucuk parçasına şöyle bir göz attım. Üniversite öğrencisi olduğum zamanlarda böyle imkanları kaçırmazdım. Zaten koku hodbehot beni çeker, hemen sıraya geçerdim. Sıra olurdu tabi o zamanlar. Ama ya artık insanların doymuşluğundan, ya da yükselen sağlıklı yaşama - ve dışarda bir şey yerken dikkatli davranma- trendinden artık bu tarz tanıtım olaylarına pek ilgi gösterilmediği barizdi.

Elimdeki sucuk parçasını ağzıma atar gibi yaparken oradan uzaklaştım. Bu parçadan nasıl kurtulacaktım. Bir süre dolandıktan sonra, eh etrafta çöp kutusu da yoktu atacak, yumurta reyonundan gelirken bir fikir geldi. Sucuğu onluk yumurta setinin üstüne kürdanıyla astım. Reklamın iyisi kötüsü olmaz, alın işte size sucuklu yumurta reklamı.

Elimdeki sıkıntıdan kurtulduktan sonra alışverişe geri döndüm. Bir süre sonra sucuk tanıtımı standının yakınından geçerken genç kızın önündeki yaşlı çifte söylediklerini duydum:

"Siz de almazsanız işimiz hiç bitmeyecek."

Pazartesi, Eylül 07, 2009

çalışmanın sıkıntısı

Teknolojimiz ne denli güçlü ve şirketlerimiz ne denli karmaşık olursa olsun, modern çalışma yaşamımızın en dikkati çeken özelliği belki de, sonuçta bakış açımızın bir yönüne kaynak oluşturan içsel bir olgudur: Yaptığımız işin bizi mutlu etmesi gerektiği yolunda, çoğu kişi tarafından paylaşılan bir kanıdır yani. Tüm toplumlar işe daima çok büyük önem vermiştir, ama çalışmanın bir ceza yahut eziyet olmadığını düşünen ilk toplum bizimkisidir. İlk kez biz, finansal bir zorunluluğun yokluğunda bile çalışmamız gerektiğini düşünüyoruz. İş seçimimizin bizim kimliğimizi belirleyeceği o denli benimsenmiştir ki, yeni tanıdığımız kişilere sorduğumuz en ısrarlı soru, nereli oldukları ya da ana babalarının kim olduğu değil, ne yaptıklarıdır ve anlamlı varoluşa giden yolun mutlaka, kazançlı bir iş kapısından geçmesi gerektiğine dair varsayım çok güçlüdür.
Bu her zaman böyle değildi. M.Ö. dördüncü yüzyılda Aristo, insanın ruhsal tatminiyle parasal durumunun arasında yapısal uyumsuzluktan söz ettiğinde, iki bin yıldan daha uzun sürecek bir yaklaşımı dile getiriyordu. Çünkü Yunan düşünüre göre, finansal ihtiyaç kölelere ve hayvanlara mahsustu. Kol emeği, aklın tüccar yanları gibi, psikolojik bozukluğa yol açardı. Yurttaşlara, müziğin ve felsefenin armağan edeceği yüksek zevkleri yaşama fırsatını ancak, özel bir gelir ve boş geçen bir yaşam verebilirdi.
Alain de Botton (Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı kitabından alıntı)

Bu uzun alıntının nedeni bir an durup düşünmemi/düşünmenizi sağlamak: Ben ne yapıyorum? Yaptığım işte mutlu muyum? İstediğim hayat bu mu? Aslında hiç de zor değil bırakmak, yelken açmak belirsizliğe. Denemeye değer bana kalırsa.

Cuma, Temmuz 31, 2009

hatun dediğin



Juliette gibi olur. Yeşil basın bilekliğinin verdiği imtiyazla en önden seyrettim. Festivaldeki en güzel 15 dakikamdı.

Çarşamba, Temmuz 29, 2009

gudubet güçleri narsist gerillalara karşı

Hep olur bana. Nedeni de neredeyse hiç bir şarkının sözlerini tam olarak bilmememdir. Şarkının ilk bir iki satırından sonraki satırların sadece belirli bölümleri kalır aklımda. Geri kalan sözcükleri ise kafamdan uydururum. Sizi yanıltmasın, bu durum şarkının tüm sözlerini kafadan uydurarak yeni bir güfte yazmak gibi değildir. Zira, yeni bir güfte şarkıdaki anlamı da değiştiriverir. Benim yaptığım ise anlamı bozmadan unttuğum sözcük ve söz öbeği yerine yenisi koyma çalışmasıdır. Eh, bunu için biraz da hece sayıp unuttuğum sözcük yerine gelecek sözcüğün hece sayısını da bir tutturmak gerekir. Ne ki, çok defa da benim bulduğum sözcük veya söz öbeği oturmaz şarkıya. Böylesi durumlarda gerçek kelimenin ne kadar başarılı ve cuk oturan bir yapısının olduğunun farkına varır, kendi yeteneksizliğime küfrederim. Unutulan sözcüğün ne olduğunu hatırlamak için yanıp tutuşurum.

Bazan de sırf edebi veya gerçeküstücü geldiği için söz öbekleriyle oynarım. Gudubet güçleri narsist gerillalara karşı örneğinde olduğu gibi dönüp dolaşan bu öbekler farklı ve dikkat çekici olabilirler. Bir kaç dakika sonra ise unuturum her şeyi, normal yaşama dönerim.

Pazartesi, Haziran 15, 2009

yoav

Eğer artık yaptıklarınızla değil, yapmadıklarınızla; gittikleriniz değil gidemediklerinizle hayıflanmaya başladıysanız yaşlanmaya başlamıssınızdır demektir. İyi ama bizim de İstanbul'a sürekli bir festival peşinde koşma şansımız olmuyor. Bu seneki Chill Out Festivali erken bir zamanda arzıendam ettiği için gidememiştik. Bu haftasonu olan One Love Fest'e de Ankara dışında olacağım için katılmayacağım. Ama olsun hala ve hala 2003 yılındaki Manu Chao'nun çaldığı One Love Fest'in tadı damağımda.

Bu seneki Chill Out Fest'in güzel isimlerinden Yoav'u tavsiye ederim. Güzel muzik yapıyorlar.

http://www.yoavmusic.com/uk/

Hayat down tempo'da mı geçiyor ne?

soru işareti ?

Geçen gün gittiğim D&R mağazasındaki dergi reyonunda Esquire dergisinin Amerikan versiyonunu karıştırıken (ne var ki, merak ettim sadece ne varmış ecnebi dergilerde diye)ilginç bir şeye rastladım. Christoper Walken (abimizdir) ile yapılan "What've I Learned" söyleşi köşesinde, Walken soru işaretinin kökeninin Mısır hiyeroglifleri olduğunu, arkadan görünüş itibarıyla yürüyen bir kedinin kuyruk görüntüsünden ortaya çıktığını söylüyordu. Sembolün asıl anlamı ise kedilerin sizi sallamadıkları zamanki davranışıymış. Çekip gitmeleri, size aldırmadıkları an. Neden diye kafanızda soru işretleri çakarken.

Bu da tüm söyleşinin linki, paylaşayım dedim:

http://www.esquire.com/features/what-ive-learned/christopher-walken-0609

Cumartesi, Haziran 13, 2009

en uzak sahil

Ursula K. Le Guin ablamızın Yerdeniz'in üçüncü kitabı "En Uzak Sahil" kitabında Arren'le Başbüyücü Ged arasında geçen bir konuşma vardır:

"Emlad'da", dedi Arren bir süre sonra, "hocası taş olan bir öğrencinin hikayesini anlatırlar."
"Yaa?.. Peki ne öğrenmiş?"
"Soru sormamayı."

Pazartesi, Mayıs 25, 2009

Adagio for Strings, op.11

" kadın gitti. kahkaha durdu. ama erkek hala burada. böyle değil.. yapayalnız. bakın ona.. bu yalnızca bir film. bir kurgu. yine de, acıtıyor.." (Reconstruction)

Evet, kurguydu her şey. Yalnıza bir filmdi ama sanırım Kopenhag sokaklarında zaten iyi bitemezdi hiçbir şey.

Cumartesi, Mayıs 23, 2009

doğru söze..

"Sinemaya aynı bakışı paylaşmayan bir çift birlikteliklerini sürdüremez. Biri rap sevip Beethoven'den nefret edebilir, diğeri ise tam tersini yapabilir. Ama biri Spielberg'in sinemasını seviyor, diğeri nefret ediyorsa, günün birinde mutlaka ayrılacaklardır, çünkü sinema hala dünyanın temsilidir..." Jean-Luc Godard

Salı, Mayıs 12, 2009

Pazartesi, Mayıs 04, 2009

herşeyin şarkısı

tarih durmadan yazılıyordu ve
dediler ki ulus baker...

fransız şair bousquet demiş ki:

"yaralarım benden önce de vardı
ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum."

tayfa bandista dinlemek lazım. baharın çoşkusuyla, mayısın delifişekliğiyle, biber gazlarına inat!

Perşembe, Nisan 16, 2009

minervanın baykuşu

Minerva'nın baykuşu. Hani şu hep gün batarken uçmaya başlayan baykuş. Hegel'in kullandığı metafor, olaylar hakkındaki düşüncemizi ancak olaylar bittikten sonra oluştururuz anlamında kullanılmaktadır. Felsefenin işlevi de budur: Önce olaylar meydana gelir, onlar hakkındaki düşüncelerimizi ve zihinsel kavrayışlarımızı sonradan oluştururuz.
Dünyanın nasıl olması gerektiğini öğrenmek iddiası üzerine bir söz daha söyliyelim: Felsefe bu konuda daima geç kalır. Dünyanın düşüncesi olarak felsefe, ancak realite oluşum sürecini işleyip bitirmiş olduğu zaman ortaya çıkar. Kavramın öğretiğini tarih aynı zorunlulukla gösterir: ancak varlıkların olgunluk çağındadır ki, ideal reel'in karşısında boy gösterir ve aynı dünyayı cevheri içinde kavradıktan sonra, onu bir fikirler alemi şeklinde yeniden inşa eder. Felsefenin soluk rengi solgun zemine vurduğu zaman, hayatın tezahürü ihtiyarlık günlerini tamamlıyor demektir. Felsefenin soluk rengiyle o gençleştirilemez, sadece bilenebilir. Minerva'nın baykuşu, ancak gün baterken uçmaya başlar." ( a.g.e sy:31)

Gün bitti, bugün de akşam oldu, artık farkediyorum olanları. İyi veya kötü, önemli olan üzerinde bir düşüncemin olması. Beni farklı kılan da bu olsun.

Pazartesi, Nisan 13, 2009

kendime notlardan

Godard. Film: Parodi. Lumiere kardeşler. Asker trenin gara girişi sahnesini hatırlatırcasına korkuyor. Asker banyo yapan çıplak kadını görmek için ekranın sağına, soluna bakınıyor, kuvetin içine bakmak isterken perdeyi yırtıyor geçiyor.
Godard. Aynı film. Gerçek: Tüm dünyayı dolaşan askerler talan ettikleri ülkelerden zengin olarak dönüyorlar. Ama nasıl zenginlik? Gittikleri ülkelerin karpostallarını getiriyorlar. Farklı ülkeler, şehirler, anıtlar, kategoriler.
Woody Allen. Film: Mizah. Muz cumhuriyeti. Sakalım yok ki beni dinleyesin.
Woody Allen. Farklı film: Malcolm McLuhan.

Çarşamba, Mart 18, 2009

ben çocukken

ben çocukken
kıpkırmızı bir elmayken,
kuralsız ve kutsanmış
en güzel şarkılarımı söyledim
.

set the controls...

Bu şarkı bu dünyaya ait değil. Yıllardır dinlememiştim.

Küllerinden doğan Pompei. Pompei'den yükselen ses:

Perşembe, Şubat 26, 2009

sanat ve sinema II

Sanattan beklediğimiz ne olmalı sorusuna verebileceğimiz cevaplardan bir tanesi de sanat eserinden aldığımız zevk veya keyif olarak verilebilir. Hume gibi filozoflar sanat ve zevki doğrudan birbirleriyle ilişkilendirmişler, sanat hakkındaki önemli şeyin hoşluğu ve ondan aldığımız zevk olduğunu ve bunun bizim duygularımzla ilgili bir şey olduğunu söylemişlerdir. Hume, estetik tercihlerin sanat eserini gözlemleyinin beğenisine bağlı olduğunu, bakılan nesne hakkındaki ifadelere ait olmadığını ileri sürmüştür. Yani sanatı sanat yapanın insanların ortak beğenisinin, "standart beğeniye" doğru kayışı olduğunu iddia etmiştir.

Ne var ki, sanatla ve keyif arasındaki bu doğrudan güçlü bağı savunabilmek zaman geçtikçe imkansız hale gelmiştir. Sanat eserlerinin tekniğin olanaklarıyla da yeniden üretimi, popüler ürünlerin sayısının artmasına ve insanların bu ürünlere yoğun ilgi göstermesine neden olmuştur. Recep İvedik gibi filmlerin de insanların zevk veya keyif aldıkları bir araç olarak sanatsal olduğunu düşündürür hale getirmiştir.

sanat ve sinema

Recep İvedik filmleri serisinin (şimdilikk iki tane) getirdiği önemli tartışma konularından bir tanesi de filmlerin ne kadar sanatasal olduğu üzerineydi. "Anti-entellektüellerin" baştacı olarak da gösterilen ilk film sonuçta gişe de çok başarılı olmuş, 4 milyona ulaşan seyirci sayesinde rekor kırımıştı. İkincisinin aynı rakamlara ulaşması şaşırtıcı olmayacak. Bir tarafta Cannes'da en iyi yönetmen ödülü alan N. B. Ceylan'nın filmi 15 bine, yılın en iyi filmlerinden Sonbahar hala 5 rakamlı haneli rakamlara ulaşamazken, tartışmak istediğim klişe bir şekilde neden bazı filmlerin tercih ediliyor oluşu ve diğerinin tercih edilmiyor oluşu değil. Recep İvedik filmlerinin ciddi seyirci sayıları, yönetmeninin filmini sanatsal olarak görmeye başlamasına kadar götürmesi.
Ben her iki filmi de seyretmedim ama sanatsal bir filmin nasıl olması gerektiği üzerine kafa yormanın da sanatsal filmin modernist kodlarının açığa çıkarılmasıyla değil, bu filmlerin hangi sanatsal-tarihsel yanılgılar sonucu reddedediliyor olmasıyla ilgili. Bunun için sanatın (veya güzel sanatların) kendine özgün yapısını da tartışmak gerekecek.

Perşembe, Ocak 29, 2009

2008'in filmleri

Artık gelenekselleşmiş yılın filmleri listesini yayınlama zamanı geldi de geçiyor. Neredeyse hepsi 2007 yılında çekilmiş olmasına rağmen burada ancak 2008 yılı içerisinde seyretme şansı bulabildiğim filmlerin de olduğu listede geçen yıl olduğu gibi bir sıralama yapmayı gereksiz görüyorum. Zira, filmlerin her birinde sevdiğim özellikler farklılık gösteriyor ve bu özellikleri birbirinden ayırmak yerine birarada tutmak daha mantıklı. İşte aşağıda bu senenin sıralama-gerektirmeden-iyi-olan-ve-hep-iyi-kalacak-filmleri listesi:

Kan Dökülecek - Upton Sinclair’in “Oil!” adlı romanından uyarlanan film Paul Thomas Anderson'un en başarılı filmlerinden
İhtiyarlara Yer Yok - Coen Kardeşlerin bir ciddi, bir muzip filmleri serisinden ciddi ve başarılı olanı
4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün - Diğerleri gibi 2007 yapımı olup 2008'de seyredebildiğim Rumen filmi
Paranoid Park - Gus Van Sant'ın gittikçe artan kalitesi
Kırmızı Balonun Yolculuğu - Hou Hsiao-Hsien'ın ilk Fransızca filmi
Alexandra - Minimalist başyapıt
Gomorra - Gerçekçiliği çarpan
Tanrının Vadisinde - Irak savaşı karşıtı bir Amerikan filmi
RedactedTürkiye'de neredeyse hiç ama hiç üzerinde durulmayan bir Brian De Palma filmi. Kesinlikle yılın en başarılarından.
Into the Wıld Konusu hoş.

Eküriler
Vicky Christina Barcelona
9.90
Kara Şovalye
Fidel'in yüzünden


Yerliler
Süt
Sonbahar
Gitmek
3 Maymun
Tatil Kitabı