Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Pazartesi, Aralık 31, 2007

yılın filmleri

Bir yılın daha sonuna geldik sayın seyirciler. Adet olduğu üzere her yıl sonunda geçen yılın bilançosu çıkarılır. Ben de bu sene kendime bir süpriz yapayım dedim ve yılın filmlerini kendime göre çıkardım. Gerçekten de zihin egzersizi oldu diyebilirim (seyrettiğim filmleri hatırlama açısından). Listeyi çıkarırken filmler arasında bir sıralama yapacaktım ama bunun saçma ve gereksiz olduğuna karar verdim. Beceremediğimden değil, bilakis iyi bir film zaten iyidir, diğerleriyle bir sıralamayı gerektirmez diye düşündüğümden. İşte aşağıda bu senenin sıralama-gerektirmeden-iyi-olan-ve-hep-iyi-kalacak-filmleri listesi:

. Kelebek ve Dalgıç Giysisi – Tulian Schnabel (Kesinlikle bir festival süpriziydi)
. Nefes – Kim Ki-duk
. Korkak Robert Ford’un Jasse James Suikasti
. Pan’ın Labirenti – Fantastik bir faşizm eleştirisi
. Başkalarının Hayatı - Florian Henckel von Donnersmarck
. Cassandra’nın Rüyası – Woody Allen’ın eski Woody Allen’la ilişkisi kalmamış ama kesinlikle fena da olmamış)
. Paris’te İki Gün (Woody Allen’ın eski tarzı, Yeni Dalga'ya göz kırpan bir film)
. Zodiac - David Fincher
. Şark Vaatleri - David Cronenberg (Bu kadar eleştirilmeyi ve üzerinde düşünülmeyi hakediyorsa iyidir diye düşündüğüm için)
. Yaşamın Kıyısında – Fatih Akın (Daha iyisini umuyordum bu filmden aslında, zira çok yüzeysel yanları var)


Türkiye Sineması'nda ise senenin iyileri:
. Yumurta - Semip Kapanoğlu
. Takva - Özer Kızıltan (Nesnellik ve Erkan Can)
. Beynelmilel

Animasyon (Zaten başka da seyretmedim:)):
. Ratatouille - Brad Bird & Jan Pinkava)
. Persepolis – Marjane Satrapi & Vincent Parannaud

Bu liste ne yazik ki aşağıdaki filmler seyredilmeden kadük kalacak. Ne yapalım, bir kısmını ancak 2008’de seyredilebileceğiz. Zaten bir kısmı listede gözüküyor. İşte seyretmek istediğim ama gerek gelmediği gerekse festivallerdeizleme fırsatım olmadığı için aklımda kalan filmler listesi:

. 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün – Cristian Mungui
. Paranoid Park - Gus Van Sant
. My Blueberry Nights – Wong Kar Wai
. Across the Universe – Julie Taymor
. No Country For Old Man – Joel & Ethan Coel
. Promise Me This – Emir Kusturica
. Tuya’nın Evliliği – Quanan Wang
. Control - Anton Corbijn
. I'm Not There – Todd Haynes

Yılın Hayalkırıklığı
The Simpsons Movie – Tabi ki, aptal Türkçe düblaj meselesi yüzünden. Bu filmi getiren ve sinemalara dublajlı dağıtan gerizekalı film şirketinin elemanlarına ise yılın lalesi ödülünü veriyorum.

Cumartesi, Aralık 29, 2007

kadraj


Fotoğraf İspanya İç Savaşı sırasında 1936 yılında Robert Capa tarafından çekilmiş, ve ilk olarak Fransız Vu dergisinin 23 Eylül 1936 tarihli sayısında yayınlanmış. O vurulma anının bu fotografa girişi ve gerçekten de ölümsüzleşmesini, yıllar, onyıllar, yüzyıllar geçse de kalabileceğini bilmek, savaşırken ölen bu insanın böyle bir şeyi taamüllerinin çok çok ötesindeydi mutlaka. Bu tarz unutulmaz fotograflar var, ilk aklıma gelen o müthiş denizciyle genç kızın öpüşme sahnesi mesela. Ama bu fotografta canımı sıkan bir şey var: Bilemeyecek olması, o kadar yıl sonra bile üzerinde konuşulduğunu bilemeyecek olması.
Çerçevelemek (cadrer) bir boğa güreşi terimidir. "Kılıçla son öldürücü darbeyi vurmadan önce boğayı hareketsiz bırakmak" anlamına gelir. Fotograf enstantenesi de anı böyle hareketsiz bırakır ve ona son darbeyi vurur. Capa, İspanya İç Savaşı'nda vurulan savaşçıyı tespit ettiği ünlü titrek fotografında, o kurşunun yeme anını, bir insanını ölüme doğru tökezlediği o flu, imkansız, anlamsız anı kimbilir nasıl yakalarken; işte ancak o zaman, çerçeveleme terimi, her şeyin hareket olduğu, her şeyin her an durmaksızın değiştiği bir dünyada, aciliyet ve tehlike yüklü anlamını kazanır (Pascal Bonitzer, Kör alan ve Dekadrajlar).

Çarşamba, Aralık 19, 2007

Şark vaatlerinin suspens’i

Cronenberg’in Şark Vaatleri'ni seyrettim ve önem verdiğim bir kaç sinema dergisinde hakkında bu kadar çok bahsedilmesinden olacak ben de üzerinde düşünmeye başladım. Filmde beni rahatsız eden birşeyler vardı. Yok, hayır şiddet sahnelerinden değildi bu, tam tersine iyi çekilmiş dozunda bir şiddet beni her zaman cezbeder (bkz. Otomatik Portakal). Beni rahatsız eden Hollwoodumsu yapısının barındırdığı, Naomi Watts’ın temsil ettiğiydi. Filmde ebe rolündeki Anna (Naomi Watts) tümüyle masumdu, iyiliğin emsali olarak resmediliyordu. Film bu açıdan çok gelenekselciydi:

Hikaye, Anna’nın doğumunu girdiği ve doğum sırasında bebeğini kaybeden çocuk yaştaki bir kızın günlüğünü bulmasıyla başlar. Naomi Watts günlüğün peşinde gerçekte bir mafya babası olan ama müşfik bir restaurant işletmecisi rolündeki Rus bir işadamı olan Semyon’un kapısını çalar. Günlükten haberdar olmasıyla birlikte Semyon, kendisini ilgilendirebilecek konulara girdiğini düşündüğü günlüğü elde etmeye çalışır. Burada Hitchcokvari nitelendireceğimiz suspense günlüğün bu Rus işadımının eline geçmesi değildir. Zira, günlük fotokopisi çekilmiş bir şekilde işadamına verilir. Kolayca. Ama aslı muhafaza edilmiştir, zira masum, iyilikperver Batı toplumunu temsil ettiğini düşündüğümüz Naomi Watts her zaman kurallara sıkı sıkıya bağlı olduğu için asla tanımadığı insanlara tümüyle kucak açmaz ve içinde polisiye olabilecek şeylerin de varolduğunu düşündüğü için belki de günlüğü saklar. Batı toplumu artık tümüyle açmayacaktır kapılarını yabancılara, onlara güvenemeyeceğini öğrenmiştir. Burada filmin kötü iyi adamı devreye girecektir: Aslında İngiliz gizli servisiyle ortak olarak çalışan Rus gizli servisinin (bu da bir maskedir, Doğulular asla kendilerini tümüyle açmazlar, hep maskelerin ardında yaşarlar) bir elemanı olan Semyon’un şoförü ve sadık uşağı Nikolai. Nikolai’ın Naomi Watts’a ilişkisi bir Sovyet markası olan motosikletle başlar. Motosiklet bozulduğunda ise yardımcı olacak kişi yine Nikolai’dır. Dövmeleriyle, daha sonradan mukafatlandırılarak aldığı yüzbaşı rütbesiyle yükselirken, aslında bu yüklsemesinin altında yatan, Semyon’un eşcinsel eğilimleri söylentileri dolaşan oğlu Krill’in hayatının babası tarafından kurtarılmak istenmesindendir. Nikolai, VoriV’Zakone’ye kabul edelirken tüm kimliğinden, herşeyinden vazgeçmek ve bir hiç olduğunu kabul etmek zorundadır. Üzerine yollanan başka bir mafya kolunun elemanlarını hamamda zorlanarak da olsa (ve filmin en şiddet dolu sahnelerini ve Nikola’in cinsel organlarını barındıran sahnelerin) öldürdükten sonra asıl amaç olan ve Nikolai’ın gözümüzde temize çıkmasını ve Naomi Watts’ın yanında yer almasını sağlayacağı bebeğin kurtarılması gerekir. Suspense buradadır. Krill, Hollywoodvari bir şekilde bebekten bir türlü kurtulamazken arkadan kurtarıcılarımız yetişir. Tabii ki son anda. Krill bebeği teslim ederken kendisinin arık bir mafya babası olacağı müjdesini alır. Ama artık roller değişmiştir. Kukla bir mafya babasından başka bir şey olamayacaktır. Zira, eşcinseldir, zayıftır. Klişeler burada bitmez. Filmin sonunda iyilik timsali Naomi Watts’ın bebeği evlatlık edindiğini görürüz, evinin bahçesinde mutlu bir şekilde. Bebek kurtulmuş, temsil ettiği masumiyet ve iyilkperverlik kazanmıştır. Happy end. Aile kurtulmuştur, moral değerler sapasağlamdır, Anna kirlenmeden, pis işlere burnunu sokmadan kurtulmuş, kurtulurken de bir bebeğin hayatını kurtarmıştır. Araya da parça olarak biz seyircilerin ilgisini çekecek dövmeler, BMW taklidi motosikletler, Rus mafya kültürü ve vaatler atılmıştır. Üzüntü ve muz kabuğu.

Salı, Aralık 11, 2007

yerim seni sosis


Bir yerlerde okumuştum, eğer yaptığınız yolculuk hakkında yazmıyorsanız, onunla ilgili görüntülerin üzerinde durmuyorsanız, resimleri arkadaşlarınıza göstermiyorsanız, o yolculuğunuz unutulur gider. Her ne kadar anlatacak birşeyleriniz olsa da, eski bir deyiştir, bilinir: verba volant, scripta manent, söz uçar yazı kalır. Ben de bu duruma müdahale edip en azından son Almanya (ve bir günlük Hollanda) yolculuğumun ne ifade ettiğini sizinle paylaşayım dedim: sosis. Havaalanından Düsseldorf Hauptbahnof (merkez tren istasyonu, ki bu da başka bir yazı konusudur) na gelir gelmez ilk işimiz istasyonda bir sosis dükkanı bulup o gocaman sosisleri üzerine ketçap, hardal neyin koyarak hüpletmek oldu. Küçük ekmeklerin içine konan sosisler haliyle iki taraftan da taşıyor ve siz hangi taraftan yemeye başlayacağınıza karar veremiyorsunuz. Tabii, sosis yeme konusunda uzmanlaşmış Almanlar gibi olmadığınız için de bu arada eliniz yüzünüz pisleniyor. Ama bitirdiği zaman değdiğini hissediyorsunuz. Bu yüzden de fırsatları kaçırmamaya çalıştık.
Neyse, yolculuktan gelene yediğiniz içtiğiniz sizin olsun, siz gezdiğinizi anlatın derler. Benim gezecek çok fırsatım olmadı, diğerlerini paylaşayım dedim.

Salı, Aralık 04, 2007

13

Fotoğraf, Hollanda'da bir otelde çekildi. Tamam, otellerin 13 numaralı oda takıntısını anlıyorum (hayır anlamıyorum aslında, zaten 20 odalı bir otelsin, 13 olsa ne olur, olmasa ne olur?) , bir kaç yerde 13'ü atlayıp 14'e geçtiklerini falan da okumuştum ama 12+1 muhabbetine girildiğine hiç vakıf olmamıştım. Aha işte örnek: 13 yerine 12+1.

-Oda numaranız mister?
-12+1.
-Peki ya sizin mösyö?
-Eee, 12+ 6
-?

Çarşamba, Kasım 07, 2007

televizyon



Sanırım Groucho Marx'ın söylemişti böyle bir şeyi: "Televizyon'u çok eğitici buluyorum. Ne zaman birisi televizyonu açsa öteki odaya geçip kitabımı okuyorum."

Ben de soruyorum, kim demiş televizyon işe yaramaz diye? Resim de kanıtım.

Bu arada resim utanmadan bir televizyon bahçesi yaratan ve bunu Guggenheim müzesinde yayınlayan video sanatçısı abimiz Nam June Paik'e ait.

Perşembe, Kasım 01, 2007

film teorisi

Hakkında yazdığım filmlerin neredeyse yarısı seyretmedim. Bundan utanmıyorum. Film tanıtımlarını yahut film hakkında yazılmış şeyleri okuyorum. Sonra da film hakkında bir teori geliştiriyorum. Filmi görmeye çekiniyorum zira filmi seyrettiğimde teorimin yanlış çıktığını görme ihtimalim var. İyi bir Hegelci olarak, tabii ki, gerçek deneyimi (filmi görmeyi) feda ediyorum.
Film teorisi hakkında Slovaj Zizek bunları söylüyor. Aslında, bana göre, herkesin farkında olmadan oluşturduğu ve içselleştirdiği bir film teorisi vardır. Eğer belirli bir türün, ya da film diliyle söylemek gerekirse janrın izleyicisiyseniz, yahut belirli bir film endüstrisi ürünlerini izlemeyi reddediyorsanız (misal, Hollywood sineması) bu teoriyi oluşturmuşsunuzdur. Festival izleyicisi olmanız bile belirli bir teoriye sahipsiniz demektir. Film seçerkenki kıstaslarımız bu teorinin ürünüdür. Bence, filmin yönetmeni o filmi seçme kıstasları arasında ilk sırada gelir. Oyuncular sonraki kıstastır. Eğer yönetmeni ve oyuncuları bilmiyorsam, filmi de duymadıysam (ki bu çok makul birşeydir, o kaddar film var ki) filmin gösterildiği festivallerdeki başarısı bir kıstastır. Cannes, Sundance, Berlin ve Venedik bunlardan en önde gelenleri benim için. Pek tabii ki tüm festivaller kıstas olamaz. Çünkü genelde filmin ait olduğu ülkenin "Oscar"ları atfedilen yerel festivaller her zaman doğru sonuç vermeyebilir. Son olarak, bu kıstasların hiç biri hakkında bilgim olmayabilir ama okuduğum, beğenilerini paylaştığım dergilerdeki referansları başka bir seçim kıstasıdır. Bu sayede pek çok güzel film seyrettim.

Kendimize göre seçim yapıyoruz ve o filme gitmiyoruz ama oturup gitmediğimiz film hakkında yorum yapmıyoruz ki. Kötüdür kategorisini sokup kurtuluyoruz. Çok muhterem güzel Zizek abimiz ise oturup yazı döktürüyor. Aramızda o kadar fark olsun artık.

Perşembe, Ekim 25, 2007

akvaryumdaki balıklar ve entarili teyzeler

Altgeçitte merdivenlerden aşağı inerken hemen sağımda gördüm yaşlı teyzeyi. Başörtüsü, tek renk iki parça uzun entarisi, elinde eski moda içiçe geçmiş klipsleri iterek açılıp kapanan çantasıyla merdivenleri teker teker iniyordu. Önünde ondan uzaklaşmış ceketli amcaya sesleniyordu : "Beey, bilmiyom buraları, kaybolurum bey!"
Ben bu entarili şişman teyzeleri hep akvaryumdaki balıklara benzetirim. Kendi yaşam formlarını kurdukları evleri akvaryumdaki balıkların dünyasına benziyor bir nevi. Bu teyzeler, sokağa çıkmayı sevmezler, çıktıkları nadir günlerde de ya bir düğün yahut nişan hazırlıklarına yardıma gidiyorlardır, ya da ilaç yazdırmaya. Dışarıya adım attıkları anda etrafı büyümüş korku dolu gözlerle kolaçan ederlerken biran önce işlerini bitirip evlerine geri dönmeyi düşlerler. İşlerini bitirip evin için adım attıklarında ise ilk iş olarak oturma odasındaki koltuğa çökerek öfleme ve poflama seansına geçerler. Huzur dolu yuvalarına geri dönmüşlerdir zira. Kalp atışları normale döner, hatta kendilerine ödüllendirerek bir yorgunluk kahvesi yaptıkları da olur. Bu durum dünyanın her hangi bir köşesinde aynıdır entarili teyzeler için. Örneğin Almanya'da, yaşadığı sokakta sahipleri Türkiyeli olan bir kaç dükkan dışında ne şehri ne de ülkeyi bilen, gezen türdaşları da vardır. Sosyal hayatları ve tüm dünyaları onlar için evlerinin içidir. Düzenleri bozulsun istemezler, kendi yetiştirdikleri hemcinsleri çocuklarının da hemencecik başgöz edilip başka bir akvaryuma transfer edilmesini arzularlar, bunun için planlar yaparlar.
Bununla beraber dört duvar arasında da olsalar yaşadıkları yerlerin büyük balıklarıdırlar. Evle ilgili herşeyin tek hakimidirler ve istediklerini elde edebilmek için entrikalar çevirirler, eşlerini parmaklarını uçlarında oynatırlar. Pek tabii eşlerine belli etmeden yaparlar bunu.

Salı, Ekim 23, 2007

morning guy

"Morning guy" diye nitelendirilenlerden asla olmadım. Hani o sabahları tüm neşesiyle güne mutlu ve enerji dolu başlayan, elinde kupası, kahkalarıyla ortalığı inleten, sağa sola koşuşturanlardan değilim. Yok, kıskanmıyor da değilim. Bazı insanlar da öyle olmalı belki. Ne bileyim, öğretmenseniz eğer, ders verebilmek için gerçekten de uyanık olmanız gerekiyor. Karşınızdaki öğrenci ise, oh la la! Koyuyor kafasını koluna, indiriyor göz kapaklarını. Karşınızda, size nispet yapar gibi. Geçenlerede şunu farkettim: Üniversite hayatım boyunca tüm sabah derslerinden kalmışım. Genelde dönem ortasından sonra hemen hemen hiç bir derse gidemez olmuşum.
Her insanın bir biyolojik saati vardır, bunu anlarım. Ama beni de anlamanızı istiyorum. Hiç de kolay değil, en verimli olduğum zaman uykuya yatmak. Zira tüm duyu organlarım açık. Cin gibiyim. Ama yatmam da gerekiyor, çünkü ertesi gün o döngüyü tamamlamak için erkenden, üfff ya.

Cumartesi, Eylül 22, 2007

boş

Önce aynadaki aksime bakıyorum. Sonra önümdeki boş sarı koltuğa. Bakışlarım daha da aşağıya kayıyor, havalandırma boşluğuna takılıyor gözlerim bu kez. Bir kez daha anlıyorum. Dünya ne yazık ki gerçek. Kulaklığımı takıyorum. Şarkının ilk nağmeleri başlıyor. Sağ tarafımda bir çocuk boş koridorda oyunuyor. Oynarken yanlışlıkla ayakları başka bir yolcunun alışveriş paketine çarpıyor. Çocuk utanıyor, kafasını omzuna gömerek annesine sığınıyor. Annesinin bir kolunu yakalarken alışveriş paketli yolcunun tepkisini bir gözüyle ölçüyor. Adam gülüyor. Çocuk da. Ben şarkıda kaybediyorum kendimi.

Pazartesi, Eylül 17, 2007

Perşembe, Eylül 06, 2007

Tiksinç bir yazı

Her şey Sex Pistols yüzünden başladı. Eğer Matlock bas gitar çalmayı bilseydi ve plaklarda onun yerine başkası çalmasaydı ve Sid Vicious Paul Anka’nın My Way’ini çığırmasaydı bunların hiçbirisi olmazdı. Vicious ölmenin sanatını yazmış bir intihar eylemcisiydi. Soyadının anlamı gibi tehlikeli, yine soyadının çağrıştırdığı gibi cıvık kaygan bir şahsiyetti. Punk hareketi hippi hareketinin reddi olarak doğmuştu. Ama hippiler daha güzel insanlardı. Sultanahmet’i de mesken tutmuştu bir zamanlar. Diğer yandan Sultanahmet’i mesken tutan hiç punk bilmiyoruz biz. 1967 yılında gazetelerde “hippiliğe özenen liseli kız bitlenince hippilikten vazgeçti” yahut “hippiler birbiriyle sevişirken tüm ısrarlara karşı koyan ve bekaretini bilek gücüyle koruyan kahraman Judocu Güler” tarzı haberlerle doluydu. Woody Allen’ın Bananas filmindeki gibi hep birşeyler eksik hisseden genç kız da hippi hareketeninin teorisyenlerinden olabilirdi ama onun için hep bir şeyler eksik kalacağı için vazgeçmişti. Zaten totoloji bütün 1 ve 0’ların, bütün 1 veya 0’ların birleşmesinden başka nedir ki? 1 ve 0’lar birleşince ölümsüzlük olur. Plato Şölen adlı eserinde yazmış. Her insan ölümsüz bir yiğitlik şerefine nail olabilmek için elinden gelen heşeyi yaparmış. Bazılar (bedenlerinde bereket taşıyanlar) ölümsüzlüğü üremek, kendi adlarını devam ettirmek sanırlar, bazıları da (canlarında bereket taşıyayanlar) ölümsüzlüğü verdikleri eserlerle, düşünceleriyle edinmeye çalışırlarmış. Siz hangisini tercih edenlerdensiniz bilmiyorum ama size bir tavsiyem var. Rüyalarınızı yazın, bol su için ve hafızanızı güçlü tutmak için önce sağ ayağınızı kaldırın, sol elinizle değin, sonra da sol ayağınızı kaldırın sağ elinizle değin. Bu zihin egzersizleri zihninizi zinde tutar. Kişisel gelişim kitabında okudum, oradan biliyorum. Tüm bunları yazınca birden aklıma eski bir dada şiiri geldi
Çikolata yiyiniz,
Beyninizi yıkayınız,
Dada dada,
Su içiniz.
Meğer bu şiir hafızamızı güçlendirmek için yazılmış. Nereden bilebilirdim. Yıllar sonra kitapçı da dolanırken bir kitap bulmam, onu karıştırmam, sonra yazmam ve yazarken bunu eski bir şiirle birleştirmem gerekiyormuş. Benim hafızamda çöp olmuş kardeşim bu arada. Çöp dedim de Sex Pistols geldi aklıma. Her şey Sex Pistols yüzünden başladı...

Cuma, Ağustos 31, 2007

cuk-gibi-oturan

En güzel cümleler bana hep otobüste, dolmuşta, gece yatağa uyumak için uzandığımda, banyoda mı gelmek zorundadır peki? Birşeyler yazmak için cümleleri kafamda kurarken, hep o en uygun, güzel sözcükleri aklıma yazarken gerekli ilham dolmuşta gelir de elim kağıda yahut klavyeye gittiğimde kaçıverir. Neydi o cuk-gibi-oturan sözcük derim kendime. Bırakırım neler düşündüğümü, o sözcüğün peşine düşerim klavye başındayken.
İnsanın bir iç ses kayıt cihazı olmalı.

Çarşamba, Ağustos 29, 2007

okudukça

"Okudukça yazmaktan uzaklaşabilir mi insan?" diye soruyor Erol, İstanbul'da Bir Merhamet Haftasında. Benim de cevabım evet, çünkü ben de canlı bir kanıtıyım bunun.

Ama neden diye sorasım geliyor? Neyi bekliyorum? Neden olmuyor, elim klavyeye gitmiyor, gidesi gelmiyor.

Yaz sıcakları deyip geçesim geliyor. Umarım öyledir.

Pazar, Ağustos 12, 2007

mizah-i Hegel

Çocuklarla evde yalnız kalan amca, onları eğlendirmek için kılık değiştireceğini söyler. Uzun bir süre bekledikten sonra ne olduğunu merak eden çocuklar alt kata indiklerinde maskeli bir adamın gümüş çatal kaşıkları bir torbaya doldurmakta olduğunu görürler. "Aaa, amca!" diye keyifle haykırırlar. "Yaa, bakın makyajım ne kadar güzel olmuş, değil mi?"der amca, maskesini çıkararak. Hegel mantığına göre mizah budur. Tez: Amca, hırsız kılığına girmiş (çocuklar güler); antitez: Gerçek bir hırsız vardır (okuyucu güler); sentez: aslında gerçekten amcadır (okuyucu aldanmıştır).

Salı, Ağustos 07, 2007

nostradamus

Bu Nostradamus'un ilk patladığı zamanlardı. Gazetelerde, dergilerde hakkında boy boy yazılar çıkıyor, üzerine kitaplar basılıyor, bu geleceği gördüğü iddia edilen şarlatanın yakın gelecekle ilgili kehanetleri her yere yazılıyordu. (Bilirsiniz, medyamız sağolsun, yurtdışı medyasında ne konuşuluyorsa hemen gündemimize taşır. Şimdilerde Secret denilen olgu gibi.)

Çok da umurumdaydı. Benim gündemimde değildi nasıl olsa. Neyse, bir gün Ankara'da Dost kitabevinde kitap bakarken elime Nostradamus'un kitabı, daha doğrusu bu bahsettiğim yakın gelecek kehanetleri (söyledikleri iddia edilenlerden yapılan yorumları) anlatan bir kitap geçti. "Yahu, dedim kendime, şuradan bir olay seçeyim, gerçekten de doğru çıkacak mı bakayım." O dönemlerde ABD'de başkanlık seçimleri vardı ve kehanete göre Bush ikinci defa başkan seçilecekti. Yıl 1992. Neyse seçimler oldu ve Bush tekrar seçilemedi, yerine Clinton geldi. Ben de mutlu bir şekilde, kendimce haklılığımın kanıtıyla (nasıl olsa hepsinin atmasyon (atmasyon da çok atmasyon bir kelime kardeşim) olduğu ortaya çıktığı düşüncesiyle) bu konuyu kendimce kapadım, kafamdan sildim.

Geçenlerde nereden estiyse aklıma geldi. Birden aydım. Bu Bush ikinci defa SEÇİLDİ. Bu sefer yanında bir W su vardı ama tekrar seçildi. İkinci defa (hem George Bush adıyla, hem de iki defa seçimi kazanmasıyla).

Yani Nostradamus'un kehaneti doğruydu. Biraz zaman almıştı ama doğru çıkmıştı.
Peki ben Nostradamus'a inanacak mıyım bundan sonra? Pek tabii ki değil. Ama bir daha kitabı elime geçerse bir kehanetin daha doğruluğunu kontrol edeceğim. (Buraya bir sırıtma efekti lazım.)

Salı, Temmuz 31, 2007

nasıl

b
ugÜn
e kadar
*** söylenecek***
herrrrrşey s
öylendi
,,,,,,,,
bunda
n
s?o?nra
NASILnasılnasılnasılnasılnasılnasıl
söy-
len-
di-
ği
dAhA
anlamlıdır
.

Perşembe, Temmuz 26, 2007

aşırı olan doğrudur

Aşırı olan doğrudur. Bu cümle, bu önerme birden zihnimde belirdiğimde (durup duruken, araba kullanıyordum) hemen ardından onu düşündüm. Bu cümleyi benden önce kaç kişi kurmuştır. Sonra da şunu: bir tek bana ait olan tek bir cümle kurmuş olabilir miyim (örneğin son cümleyi)? (Enis Batur'dan alıntı)

Ya ben sadece kendime ait bir cümle kurmuş olabilir miyim? Tümüyle gramatik, konuştuğum dilin sınırları içersinde. Aslına bakarsanız teorik olarak bir dilde kurulabilecek cümlelerin sayısını sonsuz (sayılabilir sonsuz) kabul edersek (Chomsky'ye selam) herkesin böyle bir cümle kurmuş olması olasıdır. Ama teorik olarak. Günde 200 kelime haznesiyle konuşanların hiç ama hiç zannetmiyorum böylesi bir yetiyi kullanabileceklerini ( bu da benden bir örnek olsun).

Siz de düşünün bakalım sadece kendinize ait bir cümleniz oldu mu?

Perşembe, Haziran 28, 2007

midye dolma ve tarkan

Kızılay'da tüp geçitin çiçekçiler tarafında gece 10 gibi midye tavacı bağırıyor:

-Midye dolmaya gel! Tarkan bile buradan aldı, 5 lira da hesap bıraktı, hayranlarım ödesin dedi.
Nerrrrde bu hayranlar?

Çarşamba, Haziran 27, 2007

şok güzel, şok.

“Şok güzel, şok güzel.”
Baktığı tarafa kafamı çevirdim, çok güzel diye nitelendirdiğinin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Arabamız yol boyunca tarlaların yanısıra gidiyordu. Biteviye uzanmış tarların kenarından ilerliyorduk, bazen bir mısır tarlası, bazen buğday tarlası, bazen de pamuk tarlalarının yanından geçiyorduk. Bu sefer İtalyan arkadaşımızı heyecanlandıran ise bir ayçiçek tarlasıydı. Yabancı bir ülkede her gördüğüne "şok güzel” yaftası yapıştırmayı borç olarak gören birisiyle yolculuk ediyorsanız yol boyu pek de nadir duymayacağımız bir nitelemedir bu. Nereye gittiğimizi hatırlamıyordum, arabanın arkasında yolculuk bitsin artık diye içimden geçiriyordum. Ama bitmiyordu. Bir süre sonra dualar yerlerini ilenç cümlelerine bıraktı. Burada ne işimini olduğunu sorgulamaya başladım. Sonuçta yaptığım bu işi başka birisi de kolaylıkla yapabilirdi, benim gibi birisine gerek yok diye düşünüyordum. O yüzden kendimi standby moduna getirmeye, her sıkıldığımda, her yaptığımın zaman kaybı olduğunu düşündüğümde olduğu gibi içime kapanmaya, kendime dönmeye karar verdim. Önümdeki kitaba eğildim. Her kitap okumak bir yapbozu tamamlamaktır diye içimden geçirirken bir anda sıkılgan ruh halimden kurtularak İtalyan arkadaşıma garip gelebilecek bir neşeyle heyecanına katıldım. Durup içlerine dalmak istedim ayçiçeklerinin. Henüz olmamış ya da kavrulmamış olduğu için yumuşak çekirdek parçalarını, içlerini zorlanarak ağzımda döndüre döndüre çıkartıp mideme indirmeyi hayal ettim.
Neydi beni bu bön heyecana dahil eden, bilmiyorum. Belki bir yüz, belki de bu uzun ayrılığın son günü olmasıydı.

Cuma, Haziran 01, 2007

izbandut

Kim anlatmıştı ne zaman anlatmıştı (ya da bir yerlerde mi okumuştum) hatırlamıyorum. Bir arkadaşımın üniversite eğitimi için gittiği ABD’de kaldığı yurt pek mümtaz bir semtte değilmiş. Daha yurttaki 3. gününde odasında TV seyrederken kapıya dışarıdan birileri yüklenmiş, birkaç vuruşta kapıyı kırmışlar. Arkadaşım korkudan ağzı açık bir şekilde oturduğu yerden kalkamadan ne olduğunu anlamaya çalışırken içeri iki tane izbandut gibi zenci girmiş. Zenciler hemen TV’ye yönelmişler ve zencilerden bir tanesi kocaman televizyonu zorlanmadan kapmış ve ikisi beraber hiç gocunmadan rahat bir şekilde dışarı çıkmışlar. Arkadaş ne olduğuna tam idrak edememiş, tir tir titreyip olayın şokunu atlatmaya çalışırken, iki dakika sonra zencilerden bir tanesi geri dönmüş, ve sormuş:
Where is the remote kontrol ? (Uzaktan kumanda nerede?)

Perşembe, Mayıs 31, 2007

Düz Yazı 100 Blog

Yıllar önce Haydar Ergülen’in Express Dergisi’nde yazmaya başladığı bölümün adıydı Düz Yazı Yüz Yazı. Genelde şiir ve metin üzerine yazılan ağır metinlerdi bu bölümdeki yazılar. O dönem haftalık olan çıkan Express dergisinde hep merak etmiştim 100 yazıyı nasıl bitirebileceğini Ergülen’in. 100 yazı 100 hafta demekti. Ne var ki, Express çeşitli sorunlardan aylık hale gelince bitmesinin yılları bulacağını da düşünmedim değil. Ama zaten aylık olana kadar da bayağı bir bölüm yayınlanmıştı. Ergülen bitirdi bu yazıları ve hatta sonradan kitaplaştırdı da.
Dün bu blogdaki yazıların 99’u bulduğunu görünce hemen aklıma gelmişti Express’teki Ergülen’in bölümünün başlığı. Bugün, ne şans ki, Radikal’de Teoman (!), Ahmet Erhan’la yaptığı söyleşiye bu hatırlatmayla başladığında (Teoman, Haydar Ergülen’in bölümünün başlığını yazmamıştı, belki de hatırlayamamıştı) acaba oradan mı hatırladı diyenler olmasın diye söylüyorum bunları.
Bugün benim bu 100. blogum.
Kimsenin tavuğuna kışt demeden.
Teşne olmadan,
hayhuylara girmeden,
metazori olmayan, ama
elimi bloglamanın temiz sularında yıkayan kolaycı bir tavır sergilemeden...
Ne diyorum ben ya?
...
Ne diyorum ben ya?

Neyse saçmalama hakkımı kullanıyorum. 100 blogda bir olur, olmalı da.
Dedim ya kimsenin tavuğuna kışt demiyorum.
Evriibadi,
getap stendap, dontgivapdıfayt.

Çarşamba, Mayıs 30, 2007

yarın ne zamandır?

Orijinali Colonel Bagshot'a ait (Ekşi Sözlük sağolsun) Dj Shadow'un meşhur ettiği müthiş sevdiğim 6 days şarkısında geçer:
"Tomorrow never comes until it is too late"
Şunu düşündüm: Yarın veya ertesi gün zamana ait değildir, zaman bugündür veya geçmiştir, çünkü zaman yaşanmıştır, ya da yaşanmaktadır. Zaman ne olacağını bilemeyeceğimiz bir mefhum değildir, olmamalıdır, yıllar geçerken arkamızda bıraktığımız ne kadar tarih olsa da zaman bu anı da içerdiği için farklıdır. Keza, yarın olduğu zaman bugün halini alır, bugün olduğu zaman zamana aittir, yarın geldiği zaman çok geçtir, çünkü yarın artık bugündür (böyle bi dizi vardı, değil mi?).
(Aslında güftede geçen bu satır, şarkının Arap-İsrail 6 gün savaşına binaen savaş karşıtlığını desteklediğinden farklı düzlemlerde değerlendirilmeli.)

Klibini Kar Wai Wong'un çektiği şarkının YouTube linki bu:
http://www.youtube.com/watch?v=iZKeSNZhm18

Ama şarkının orijinal ve yavaş (belki de daha güzel) versiyonunu da içeren başka bir klip linki de şu:
http://www.youtube.com/watch?v=Y4Kfcbf9I8k

Salı, Mayıs 29, 2007

kapak


İngiliz Penguin yayınevi okurlarının karşısına güzel bir fikirle çıkmış (bkz:). Şimdilik sadece altı yazarın altı klasikleşmiş kitabını içeren bir serinin, i.e., Jane Austin'in Emma, Marcus Aurelius'un Düşünceler, Wirginia Woolf'un Dalgalar, Oscar Wilde'ın Dorian Gray'in Portresi, Grim Kardeşlerin Masallar ve Dostoyevsky'nin Suç ve Ceza'sınının, kapaklarını kendi zevkine göre hazırlamayı okuyucularına bırakmış. Böylelikle okuyucuya kendi yaptığı kapak tasarımını bu ünlü klasiklerin üzerinde görebileceği bir hediye olarak sunabileceğini düşünmüş.
Yukardaki kitap kapağı bir örnek.

Cuma, Mayıs 11, 2007

bir dakikalık

Bir Dakikalık Öyküler, Istvan Örkrny'nin kitabının adı. Kitap, adından anlaşılabileceği üzere kısa öykülerden oluşuyor. Kısa olmasına rağmen üzerinde düşündürten öyküler deyip oldukça basmakalıp bir tanıtım yapabilirdim ama lafı uzatmadan bir kıyak yapıp bir öyküsünü koymaya karar verdim:

Satış temsilcisi Jozsef Pereszlenyi, Wartburg (plaka numarası CO 75-14) marka aracını köşedeki gazete satıcısını önünde parketti.
“Bir tane bugünün Budapest Herald’ı lütfen.”
“Kalmadı.”
“O zaman dünkünü alayım!”
“Dünkü de yok ama yarınki var.”
"İçinde film rehberi var mı?”
“Hepsinde var.”
“Tamam, yarınkini ver öyleyse.”
Gazeteyi alıp arabasına yöneldi. Film rehberini buldu. Bir mühdet sonra methini çok duyduğu bir Çekoslavak filmi (Milos Forman’ın “Bir Sarışının Aşkları”nda karar kıldı. Film, Golgotha yolu üzerindeki Mavi Göl’de oynuyordu, ve bir sonraki matine ise beş buçukta başlıyordu.
Daha zamanı vardı. Ertesi günkü haberlere göz atmaya başladığında, satış temsilcisi Jozsef Pereszlenyi’nin, Wartburg marka aracı ile (plaka numarası CO 75-14) Golgotha yolu üzerindeki Mavi Göl sinemasına bir kaç metre kala hız limitini aşması yüzünden bir kamyonla çarpıştığını ve dikkatsiz şoför Jozsef Pereszleny’nin kazada öldüğü haberi gözüne çarptı.
“Pestilim mi çıkacak? dedi, kendi kendine.
Saatine baktı. Beş buçuk olmuştı bile.
Gazeteyi katlayıp cebine koydu, direksiyonun başına geçti. Golgotha yolu üzerindeki Mavi Göl sinemasına bir kaç metre kala hız limitini aşıp bir kamyonla çarpıştı. Zavallı adam cebinde ertesi günkü gazete ile öldü.

Çarşamba, Mayıs 09, 2007

shining ve yazı

Hikayeyi herkes biliyordur: Yazdığı kitabı bitirebilmek için karısı ve küçük çocuğuyla birlikte kışın kapalı olan, ağaçlarla çevrili dağ başındaki otele kışlık bakıcı olarak kabul edilen, hem iş hem de kitap için gerekli sessiz ortamı kollayan adamımız Jack Torrence bir süre sonra kafayı çizer ve elinde balta karısı ile çocuğunun peşine düşer. Odasına kapandığı saatler boyunca daktiloyla yazdığı kitabı bitirmeye çalıştığını düşündüğümüz Torrence’ın eserine filmin bir sahnesinde ulaşırız. Yaptığı keşifle şaşkınlıktan ağzı düşen karısının olduğu kadar bizim de gözlerimizin önünde sayfalar dolusu tekrar eden tek bir cümle vardır:
“All work and no play makes Jack a dull boy.”
O ana kadar yaratıcılık sıkıntısı çektiği için halet-i ruhiyesi bozulduğunu düşündüğümüz, belki de her yaratıcılık gerektiren işlerle ilgilenlerde empati uyandırabilecek olan Jack Torrence’ın artık geri dönülemez noktasıdır bu.
Gelgelelim bu sayfalar dolusu tek bir cümleyi pek çoğumuz filmde kullanılan, Jack’i o anki durumunu anlatan bir cümle olarak görmüştür. Keza cümle içinde geçen Jack’i de adamımızın kendisi sanmışızdır.
Ne var ki, işin aslı ise böyle değilmiş. Zira, “All work and no play makes Jack a dull boy” İngilizce bir deyimmiş. “Kwai Köprüsündeki Nehir” filminde de geçen bu deyim sürekli olarak yaptığı işe zaman harcayan, ara vermeyen insanların bir süre sonra sıkılacağını, köreleceğini anlatan, bu yüzden de insanların arada sırada dinlenmesinin iyi olacağını belirtmek için kullanılıyormuş. İlginç olan filmin İtalyanca versiyonunda bu tekrar tekrar yazılmış cümle, "Il mattino ha l' oro in bocca" deyimiyle (“Erken kalkan yol alır” anlamına geliyor), Almanca versiyonunda "Was Du heute kannst besorgen, das verschiebe nicht auf Morgen" (“Bugünün işini yarına bırakma”), İspanyolca aslında "No por mucho madrugar amanece más temprano" (Erken kalksan da şafak hemen sökmeyecek), Fransızca versiyonunda da "Un 'Tiens' vaut mieux que deux 'Tu l'auras'" (Eldeki bir kuş, çalıdaki iki taneden yeğdir; Elindekinin kıymetini bil) olarak, Kubrick’in de onayıyla, çevrilmiş.
Bu arada farklı yerlerde de göndermesi var. Örneğin Simpsons’da Homer Simpson’ın “No TV, no beer make Homer go crazy” şeklinde bir cümlesi, bu filme bir gönderi. Zira, Merge bu cümleden sonra eline bir beyzbol sopası geçiriyor.
Buraya kadar ki meramın tek bir amacı vardı aslında.
Bilge Erenus'un Gece adlı kitabının son cümlesidir, daha doğrusu sorusudur: "Bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?" Shining’e bakınca kurtulunamazmış diyesimiz geliyor. Gelgelim, bu film zaten korku sinemasının bir örneği, hem de çok güzel bir örneği, olarak sinema tarihinde yerini alıyor. Bana kalırsa, insanın yazmakla kurtulunamayacağı bir dünya gerçekten korku dolu olurdu.

Salı, Mayıs 08, 2007

shining: sorunun cevabı

All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy.
All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy.

All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy:
-All work and no play makes Jack a dull boy.
-All work and no play makes Jack a dull boy.
-All work and no play makes Jack a dull boy.

All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. "All work and no play makes Jack a dull boy." All work and no play makes Jack a dull boy.
All work and no play makes Jack a dull boy.
All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy.
All
work and
no play
makes
Jack
a
dull
boy.
All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy.

Çarşamba, Mayıs 02, 2007

Gemici Cem

Bir arkadaşımın başından geçen hikayedir:
Arkadaşım, bu aralar albümü de çıkan bir grubun üyesiyle bir gece önce takılmıştır. Kafaların dumanlı olduğu bir sırada grubun üyesi Haşmet, arkadaşımın cep telefonunu kullanarak grubun diğer bir üyesi olan Cem’e mesaj çekmiştir. Yalnız, mesajı grubun üyesi olan Cem’e değil, yanlışlıkla, başka bir Cem’e göndermiştir. Ertesi gün mekandan ayrıldıktan sonra hiç bir şeyden haberi olmayan arkadaşımın telefonu çalar:
-Merhaba, dün akşam bana bir mesaj atmışssınız, ama ben sizin kim olduğunuzu çıkaramadım.
- Mesaj attığımı hatırlamıyorum. Ben Fatih’im, siz kimsiniz?
-Ben Cem.
Cem adını duyunca arkadaşım uzun zamandır görüşmediği kuzeniyle görüştüğünü zanneder.
-Aaa, Cem nasılsın? diye olaya girer, kendinden falan bahseder, hoş beşten sonra konuştuğunun kuzeni Cem olmadığı anlaşılır.
-İyi ama sen hangi Cem’sin?
-Ben Gemici Cem’im.
-Allah Allah, öyle birini tanımıyorum. Sana nasıl bir mesaj gelmiş?
-Seni çok seviyorum. Grubunuzun hastasıyım gibi bir şeyler.
O sırada arkadaşım uyanır, Allah’tan grupta başka bir Cem olduğunu bilmektedir.
-Haa, o mesajı muhtemelen dün gece Haşmet çekmiştir, diğer grup arkadaşı Cem’e.
-Aaa, Haşmet sen misin?
-Yok, ben Fatih dedim ya. Yanlışlıkla sana gelmiş mesaj.
-Haa, o zaman Haşmet’in telefonu var mı sende?
Haşmet’in telefonu verilir ve kurtulunur Gemici Cem’den.

Cuma, Nisan 27, 2007

tanrı'nın 9 milyar adı

“Tanrı’nın 9 Milyar Adı”, Arthur C. Clarke’ın 1953 yılında yayınlanmış o zamanlar oldukça ün kazanmış bir kısa hikayesinin adı. Hikaye Tibet’te geçiyor. Bir Budist manastırında rahipler 300 yıldır tek bir proje üzerinde çalışıyorlardır: Tanrı’nın tek ve gerçek adını bulmak. Bunun için kendilerine ait bir sistem geliştirmişlerdir. Eğer Tanrı’nın yazılabilecek tüm olası kombinasyonlarına ulaşırlarsa, ki bunlardan yaklaşk 9 milyar tane vardır, olasılıklardan bir tanesi Tanrı’nın gerçek adı olacaktır. İnanışlarına göre Tanrı’nın adı dokuz harfi geçmeyecektir ve yine kendi dillerinin özelliğinden aynı harften üç tanesi yan yana gelemeyecektir. İşlerinin zorluğundan ve kendi hızlarına göre 15 bin yılda bitirebilceklerini düşündüklerinden olacak kendilerine tüm olası kombinasyonları yazabilme yeteneğinde olan bir bilgisayar almaya karar veriyorlar. Bu iş için de hem bilgisayarı yüklenmesini, hem de programı yazdırabilmek için iki Amerikalı programcı kiralıyorlar. Başlarda neyin peşinde olduklarını bilmeyen programcılar işlerinin bitmesine yakın gerçeği öğreniyorlar. Tanrı’nın olası tüm 9 milyar ismi yazıldıktktan sonra evrenin sonu gelecektir. Yaptıkları işten korkan Amerikalı’lar, programın işlemini bitirmesine saatler kala Manastırdan kaçmayı başarıyolar. Ayarladıkları uçakla ülkelerine geri dönerken uçakta kurtulmuş olmanın sevinciyle konuşrlarken birden bir tanesi gözünü göğe dikiyor. Diğeri ne olduğunu anlamak için kafasını uzattığında gerçekle karşılaşıyor:
Yukarıda, tüm yıldızlar, teker teker sönüyordur.

Hikaye ne kadar naif değil mi? Şu an yazılabilecek küçük bir algoritmayla 3 dakikada çözülebilecek bir sorun, henüz elli sene öncesinde ne kadar da tahayyüllerin ötesindeymiş. Baudrillard’ın dediği gibi bilgisayarların evrenin sonunu getireceği gerçeğini şimdi daha katı temeller üzerinde yaşıyoruz.
Dünyanın sonu artık 3 dakika ötede.

Cuma, Nisan 13, 2007

hazin'e

Asansörden indikten sonra karşılaştım onlarla. İki küçük kız, ikisi de pembe giymiş, 3-4 yaşlarında, fütursuzca birbiriyle oynuyorlar. İki ''pışt''ım yetti ilgilerini çekmeye. Eğildim, göz hizasına geldim. Hemen anlatmaya başladılar heyacanlı heyacanlı. Kimseye söylemezsem bir sır vereceklermiş. Söylemem dedim. İkisi de aynı anda anlatmaya başladı. Ellerinde bir hazine varmış. Kimseye göstermiyorlarmış, sadece bana göstereceklermiş. Sıkı sıkı ellerinde tutuyorlardı, ısrar ettim, açtı bir tanesi avucunu. Küçük beyaz çakıl taşları. "Ama", dediler, "içlerinden bazıları parlıyor, hazine onlar işte". Ne kadar mutluydular, hazineleri onlara yetiyordu. Ve ne kadar hazin ki bize, hiç bir şey yetmez oldu.

Perşembe, Nisan 12, 2007

gör

Ben bugün sedeften kutular, demirden sandıklar, fildişi heykeller, yaldızlı kubbeler, samandan korkuluklar, elmas yüzükler, inci küpeler, benzersiz yüzler görmedim. Ben kaftanlar giymedim, rahlede yazmadım, kırmızının neden kırmızı olduğunu, rüzgarın nerede başlayıp, nasıl bittiğini, neden elle tutalamadığını sormadım. Ben bugün yol çizgileri, elektrik direkleri, gölgesini yakalamaya çalışan bulutlar, bozkırda yalnız ağaçlar gördüm. Ben bugün görmemem gereken şeyler gördüm.

Çarşamba, Nisan 11, 2007

EPA davası

ABD’de sonucu merakla beklenen dava nihayet sonuçlandı. ABD Anayasa mahkemesi Çevre Koruma Ajansı (EPA)’nın otomobillerden salınan zehirli gazların denetim altına alınması konusunda yetkili olduğuna karar verdi. 12 eyalet ve 13 çevre grubunun açtığı davadan çıkan karar, küresel ısınmanın bir numaralı nedeni olan ama ekonomik nedenlerden dolayı eyleme geçmeyi reddeden Bush yönetimini bir kez daha sıkıştırmakla kalmadı, başta Kaliforniya ve New York olmak üzere kendi salınım kriterlerini belirlemekte olan diğer eyaletlerin önünü açtı. Mahkemenin dava sonucunda aldığı kararlardan en önemlisi, Çevre Koruma Ajansı’nın Temiz Hava Yasası altında bu yetkiyi kullanmak istememesi halinde (Bush yönetimi veya otomobil üreticilerinin baskısı ve de Temiz Hava Yasası’na göre karbondioksitin ve diğer gazların kirletici sınıfında yer almamasından dolayı ısınmaya neden olan gazların denetim altına alınması konusunda yetkisiz olunduğu savı) bunu bilimsel bir temele oturtması gerektiğine hükmetmesiydi. Yani Çevre Koruma Ajansı, iklim değişikliğine neden olan sera gazlarını düzenleme konusundaki çekincelerini bilimsel temele oturt(a)madığı sürece bu gazların salınımı konusunda harekete geçmek zorunda. Bilindiği üzere Bush yönetiminin ve büyük şirketlerin küresel ısınma konusunda harekete geçmeme nedeni olarak iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğuna dair net bilimsel bulguların olmadığı iddiası gösteriliyor.
Peki bu davanın önemi ne, bizi de ilgilendiriyor mu derseniz cevabım evet. Zira, dava sonucunda tüm ABD'de uygulanacak yaptırımlar, önce belirli eyaletlerden tüm ABD'ye, sonra da otomobil sektöründen tüm diğer sektörlere kaymasıyla, ABD'nin dümeninde giderek Protokol'ü yürürlüğe sokmayan Avustralya'nın, Protokol'ü kullanarak herhangi bir yaptırım uygulamayan Çin ve Hindistan'ın ve Protokol'e ilgisiz kalan Türkiye gibi ülkelerin büyük abilerinden gelecek baskılar sonucunda küresel ısınma konusunda ciddi adımlar atmasına neden olacak.

Cuma, Nisan 06, 2007

alıcı

Lütfen alıcılarınızın ayarıyla oynamayın.
Dediklerine göre 1 saat boyunca durmaksızın bakarsanız göz bozukluğunuz kalmıyormuş.
Gerçekten de çok rahatsız edici bir fotoğraf. İşkence gibi.

Salı, Mart 27, 2007

berrak

Uzun zamandır ilk defa zihnimin berrak, düşüncelerimin kesintisiz olduğunu hissediyorum. Mutluluk kaynağı olduğunu düşündüğüm şeyin aslında tüm mutsuzluklarımın nedeni olmasının farkına varınca rahatladım sanırım.

Cumartesi, Mart 10, 2007

yığın


Chomsky’nin matematikten asıl edindiği yeni kavram, genelleştirme ve kuramsallaştırmaydı: Dilbilimciler artık öyle kural ve tanımlar bulmalılar ki, bunlar bir dildeki tüm olası cümleleri oluşturabilmeli, ama olmayacakları dışlamalıdır. Yalnızca böylesi bir üretici gramer, dili tutarlı yorumlamayı ve çözmeyi sağlayacaktır.
Yukarıdaki kelimeler yığını böyle bir kural ve tanım silsilesinin örneği (Resmi büyütmek için üzerine basabilirsiniz). Dilin içinden çıkan bu kurallar, basit bir mantıkla, bir dilde yazılabilecek en uzun cümleyi sonsuz kelimeden oluşacak hale getirebilir. Her ne kadar düşüncemizin sınırları dil olsa da bir dilin kurallarıyla oluşturulacak cümlenin sınırsız olması garip değil mi?

Çarşamba, Mart 07, 2007

gol

Yazıyı sonra tekrar ekliyeceğim.
(bi süreliğine askıya aldım..........)

Salı, Mart 06, 2007

resim ve tasvir (1)'e öykünme


Aylar önce New Yorker dergisinin web sayfasında dolanırken bir filmle ilgili yapılmış bir ilüstrasyon görmüş; bir anda gelen fikirle o filmin konusunu, içeriğini sadece ve sadece o ilüstrasyona bakarak çıkarmaya çalışmıştım. Film hakkında başka hiç bir şey bilmiyordum, tek tahmin edebildiğim ilüstrasyonda karşıma çıkan Tommy Lee Jones'un filmin oyuncularından birisi olduğuydu. (http://oyleveyaboyle.blogspot.com/2006/02/resim-ve-tasvir-i.html)

Dün akşam elime bu adını bilmediğim, gerçek afişini görmediğim film geçti. Elime ilk aldığım anda bu filmin o film olduğunu anladım. Tommy Lee Jones'un yüzündeki o ifadeyi gördüğüm anda anlamamam imkansızdı zaten. 2005 yapımı, The Three Burials of Melquiades Estrada adlı film benim için bir yapbozun parçalarının tamamlanması gibiydi. İlüstrasyonun gerçek afişle ilgisi yoktu ama kafamda sanki saklı bir kutuda gün ışığına çıkmayı bekleyip dururmuşcasına bu kadar hızlı gelmesi beni şaşırttı.

Neyse konumuz, filmle benim tahminlerim arasında ne kadarlık bir uyum olduğu. Evet, gerçektende bu bir intikam ve kaçırma filmi, ilk doğrum bu. "Ellleri bağlı ve çölde ölümünü bekleyen, artık bilinmez hangi hata sonucu yakalanmış ve tutsak edilmiş birisinin hikayesi." derken aslında hikayenin hangi tarafın, kaçırılmış sınır devriyesinin mi, arkadaşını öldürdüğü için sınır devriyesini kendisiyle birlikte Meksika'ya götüren, tek arzusu arkadaşının cesedinin karısına vermek ve onu doğmuş olduğu topraklarda ("reklam tabelalarının altında değil") gömmek isteyen Pete Perkins' (Tommy Lee Jones)'in mi olduğunu bilmem imkansızdı. Pete Perkins gerçekten de daha önce yazdığım gibi "zorlukla görevini yerine getirip getirmeme kararı vermektedir" midir bilemiyorum, gerçekten de ilk andan itibaren öldürmek gibi bir fikri var mıydı bilemiyorum ama bu Odysseia ikisi için de birşeyleri değiştirmiştir, biliyorum.
Son not: senaryosunu Paramparça- Aşklar Köpekler den bildiğimiz Guillermo Arriaga'nın yazmış bu filmin.

Perşembe, Şubat 22, 2007

metafor

Goethe'nin "Yeşil Yılan ve Güzel Leylak" adlı masalında (evet Goethe masal da yazmış) iki bölgeyi ayıran bir nehirden bahseder. Bu nehiri geçmek için iki yol vardır. Bunlardan bir tanesi botla geçmektir. Ama bot sahibi geçiş için değişik istekleri olan birisidir. Diğer yol ise, devin gelmesini beklemek ve gölgesinin nehir üzerinde hayali bir köprü oluşturmasını beklemektir. Bu köprü bir metafordur, imgelem gücüne yari bilinçsel bir güzellemedir.

Anlatılacak hikayelerin de uçup gitmesini zorunlu kılıyor bu durum. Oysa. Oysa tek tek harflerle kuracaktım onunla aramdaki o köprüyü.

Salı, Şubat 06, 2007

clémentine gözlerini kapattığında

Clémentine adını duyunca ürperiyorum. Çocukluğumuzun çizgi filmi, ama öyle bir çizgi film ki hakkında aklımda kalanlar çok olmamasına rağmen ben de gizliden bir travma yaratmış olsa gerek çünkü müziğini tekrar duyunca o günlere geri döndüm: o eşsiz müziği (ki şu an dinliyorum), ne olduğu bilinmeyen kötü bir ruhu (Malmoth), Clémentine hep en ihtiyacı olduğu anlarda yardım eden güzeller güzeli bir hatunu (Hémera) hatırlıyorum. Hep kötü birşeyler olurdu ama Clémentine son anda kurtulurdu bu kötü ruhtan. Sanki iyiyle kötünün savaşı verilirken bizden de taraf tutmamız istenirdi Clémentine uçağıyla tüm dünyayı dolaşırken; kah sirkteki hayvanlara zalimce davranılmasını engellerken, kah Afrika'da yaşam otunu ararken.

Benim için hatırlattığı dönem cumartesi sabahları kardeşimle ve arkadaşlarımızla gittiğimiz mekanda bilardo veya masa tenisi oynarken oyuna ara verip diziyi seyredişimiz, hesabı babama yazdırışımız, spor salonunu dilediğimizce kullanışımız, kocaman futbol sahasında istediğimiz gibi koşturmamız, bisikletle koca bir alanın etrafında dolaşımız, herşeyin o yaz sıcağının altında bizim elimizin altında olması ve en çok zevkin çıkaranın yine biz olmamız.
Clémentine, quand tu fermes les yeux
Clémentine gözlerini kapattığında...
Ben de kapatıyorum ve hatırlıyorum.

Salı, Ocak 30, 2007

Demek ki

Kendimi onun yanında çok acemi ve toy hisseder, bu yüzden de olduğumdan daha becereksiz davranırdım.
Hayatın sandığımızdan daha derin, dünyanin daha anlamlı bir yer olduğunu hissetmek için insanın gece yarisi çarpan pencerelerin gürültüsü, perdeler arasından karanlık odanın içine esen bir rüzgar ve gökgurültüleriyle uyanması mi gerekiyor?

Pazartesi, Ocak 29, 2007

tutuklunun ikilemi

Akıl Oyunları filminin bir sahnesinde bara yeni giren bir kız grubuna aralarında John Nash'in de olduğu bir erkek grubu ilgi gösterir. Ama bu ilgiyi en çok çeken içlerindeki en güzel kızdır. Hepsi bu kıza olan ilgilerini belli eder, diğerlerini kaale almaz. Ama Evraka! John Nash'in aklına birden bir pırlıtı gelir. "Eğer hepimiz en güzel kıza ilgi gösterirsek, aramızda sadece birisi başarılı olur, diğerleri açıkta kalır. Eğer aramızda anlaşır kızları bölüşürsek herbirimizin şansı daha çok olur." Sonrasında Oyun Teorisini geliştirerek ünlenecek bu şizofren matematikçinin bahsettiği şey rekabetin ve işbirliğinin kullanabileceği bir denge kavramıydı.
Buna uygun bir senaryo ise tutuklunun ikilemi senaryosu. İki şüpheli bir soygun sonrasında tutuklanmışlardır, ve ayrı odalarda sorguya çekilmişlerdir. Sorguyu yapan polisler şüphelilere bir öneride bulunurlar. Eğer süphelilerden birisi suçunu itiraf eder, diğer süpheli reddederse, suçunu itiraf eden serbest kalacakken diğeri 10 yıl ceza alacaktır; eğer suçu ikisi de reddederse beşer yıl, eğer ikisi de itirafta bulunursa ikişer yıl alacaktır. Bu durumda tutukluların nasıl cevap vereceği, ya da nasıl bir strateji geliştireceğine dair bir yaklaşım bulmak gerekmektedir. Birbirlerinden habersiz karar vermek zorunda kalan şüphelilerin vereceği en makul karar itiraf etmektir. Bu sonuç Nash dengesini verir, zira her iki şüpheli de rakibinin itiraf stratejisi karşısında kendi stratejisini değiştirmek istemez.

Çarşamba, Ocak 24, 2007

301 kere

Bir ölümün ardından ne söylenebilir ki? Söyleyenler, kalemi güzel tutanlar, sevdiklerimiz yazmışlar ardından Hrant Dink'in. Aynı şeyleri söylemek istemiyorum.
Sadece Türkiye'de bu ortamın yeşermesine izin verenler; milliyetçiliği kendi arka bahçeleri olarak görüp yapılanlara ses çıkarmayanlar, içten içten destekleyenler, doğrudan destekleyenler; önce dini keşfedip müslüman, sonra ırkı keşfedip ulusalcı-milliyetçi-yurtsever-vatansever olanlar, bunları kendi politikalarına alet edenler; farklı düşünenlere, farklı kimliklere, farklı olan herkese, herşeye vatan-haini yaftası yapıştıranlar; gündelik hayatlarını komplo teorileriyle doldurup," Türk'ün Türk'ten dostu yok, bizi bölmek istiyorlar" zavallılığında hayatı görenler, e-postaları bu zırvalarla dolduranlar, birbirlerine "okuyun, okutun" diye iletenler; cinayeti milliyetçi duygularla işlemiş diyerek gizli onay verenler, verebilenler; onlar değişmeyecekler.
Ama Ermeni'yiz, Ermeni kalacağız diyenler de olacak.

Cuma, Ocak 19, 2007

Televizyonda

Kars'ta gezici film festivalinden bahsediliyordu. Ekrana Kars'taki etkinliklerden bahsederken barımsı bir ortamda bilindik tınıları söyleyen çok hoş, güzel bir kadın çıkıverdi. İçimden Kars'ın gece hayatının renkli olduğunu geçirdim. Kamera şarkıyı söyleyen kadına doğru yaklaştığında, televizyondaki sesten bir milisaniye önce kafamda patlayaverdi: Şarkıcı Vildan Atasever'di. O, şarkıyla beraber bir o yana bir bu yana dönerken, vucudunu takip eden sarı saçları da salınıyordu. Replikas'ın elemanlarını da farkettim bir süre sonra. Kars'ta Replikas şarkıları söyleyen güzel mi güzel bir şarkıcı kız. İlgi çekebilirdi, ünlü olmasalardı.