Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Pazar, Şubat 19, 2006

Run, Forrest run!


Eeee, sizin için sorun yok. Kapatıyorsunuz pencereyi, başka bir sayfaya geçiyorsunuz. Sıkılıyorsunuz, olmadı, kapatıyorsunuz bilgisayarı. Gece oluyor uykunuz geliyor, yatıyorsunuz. Uyanıyorsunuz, işinize gidiyorsunuz. Peki ya yukardaki garibimi kim düşünüyor bakalım? Siz bu pencereyi kapatsanız, hayatınız bir şekilde devam etse de o koşmaya devam edecek. Sürekli, durmadan. Nereye koştuğunu bilmeden, niye koştuğunu bilmeden, bu soruyu bile kendine soramadan orada kalacak. Aklıma mitolojide Tanrı Zeus'un gazabına uğradığı için sürekli olarak bir dağın tepesine taş taşımak zorunda kalan ve her seferinde tam taşı yukarı çıkracakken kayıp tekrar başlamak zorunda kalan bir Tanrı (şu an adını hatırlamaıyorum) geldi. Sonsuz döngü denir bilişimde buna.
Zavallı adam...

Cuma, Şubat 10, 2006

Çevre üzerine

Aklımı son günlerde kurcalayan olaylardan birisi de çevreci tavır. Çevrecilik sürekli olarak bardağın boş tarafını mı göstermektir diye soruyorum kendime. Geçenlerde ABD Başkanı Bush'un yaptığı ve petrol yerine biyoetanole geçilmesi için çalışmalar yapıldığna dair açıklama sonunda düşünmeye başladım. Yani adamların her türlü önerisi yanlış mıdır? Eğer petrol yerine tamamıyla biyoetanolden oluşan arabalara binseydik dünya daha iyi bir durumda mı olurdu? Küresel ısınmanın etkisi azalmkla kalmayıp, petrol için yeni savaşlar çıkmaz mıydı? Sonuçta kapitalizm oldukça esnek bir sistem. "Eğer sorunu biz yaratıyorsak çözümü de biz buluruz" mantığıyla her durumdan kar üstüne kar elde etmesini bilen bir sistem. Bush'un açıklamalaında önemli bir nokta da zaten küresel ısınmaya karşılık teknolojiden istifade edileceğine dair bir güvenceydi. Beni de rahatsız eden de bu nokta. Diyelim ki biyoetanolle atmosfere gönderieln karbondiyoksit salınımı yüzde yetmislere varan bir azaltıma gidiyor. Peki, ama bu trend devam ederse, ulaşım sektorundeki talep patlamasıyla birlikte biyoetanol kullanımının da etkisi sıfıra inmeyecek mi? Yani biz kirletelim, kirletirken para kazanalım, sonra da kirlettiğimizi temizlerken de para kazanalım denim olmayacak mı? Biyoetanolle çalışan arabalar şu an Brezilya'da aktif durumda ve konvansiyel araba sayısını satış sayısını geçen sene geçti. Peki bu arabaları imal eden kim? Ford, Saab, vb büyük otomobil devleri. Sonuçta büyük şirketler ülkelerin kendi durumlarına uyum sağlayarak ceplerini doldurma işlerini iyi yapıyorlar. Ama bence bu mide bulandırıcı. Artı, bir de çevreci karşıtı olan ve iklim değişimiyle ilgilenen bilim adamlarının veya Birleşmiş Milletler İklimlerarası Çerçeve Sözleşmesinin değil Dünya Ticaret Örgütünün reçetelerinin geleceğimiz için daha iyi olacağinı savunan, küresel iklim değişikliğiyle harcanacak paranın gelişen ülkelerin su, temizlik ve gıda gibi sorunlarını çözmeye harcanması gerektiğini söyleyen, aslında petrolun kirli bir yakıt olmadığını savunan, petrol stoğunun azalmadığını,tam tersine daha minimum 500 yıl daha petrolu kullanabileceğimizi savunan kendilerine bilim adamı diyen insanlar da var. Hepsinin ortak noktası ise istatistik bilimin kullanmaları. Bir süre sonra grafiklere, tablolara boğulduğunuz bu açıklamalarda aslında çevrecilerin ne kadar da yanlış düşündüğü, bardağın dolu olduğu kanıtlanmaya çalışılıyor. Öteki tarafta da aynı şeyler oluyor. Çevreciler de aynı yöntemlerle aslında herşeyin köyüye gittiğini, modellemelerle, tablolarla, geçmiş yılların verileriyle açıklıyor. Sonra da hangisine inanacağınızı anlayamadığınız bır durum çıkıyor. Aslında çevreci karşitlığının (örneğin Lomborg'un) haklı olduğu bir nokta var. Tüm bunların nedeni aslında politik duruş. Nasıl bir dünya da yaşamak istediğinize dair bir soru. Eğer insana saygılı, çevreyle uyumlu bir dünya istiyorsanız seçiminiz farklı oluyor. Ya da tüm çözümü kirletenlerin kar etmesine dayalı bir yapılanamya bırakıyorsanız seçiminiz öteki türlü oluyor. Kısacası, dünyaya nasıl baktığınız neye inanmanızı gerektiğini size fısıldıyor. O yüzden çevrecilerin sürekli olarak bir şeylerden rahatsız olmaları bu seçimlerden kaynaklanıyor. Neyse biraz dağittım konuyu ama şeytanın avukatlığı da biraz gerkiyordu. Ama şunu da untmamak gerekiyor. Çevreciler olmasa madalyonun ters yüzünü gösterecek kalmıyacak gibi. Örneğin bu etanol nasıl üretilecek? Artan ulaşım yakıtı olarak tüm dünyaya yetebilece mi?Biyoetanolün üetimi eğer mısırdan, şerker kamışından, şerekr pancarından yapılıyorsa, elimizde tarla kalacak mı? Ya da madem gelişen ülkelere yapılacak yardım, küresel ısınmadan döğacak zarar yerine daha mantılı bir çözümse daha önce aklınız neredeydi?

Çarşamba, Şubat 08, 2006

Resim ve Tasvir (I)


Resim, New Yorker dergisinden. Dergide yayınlanan bir film eleştirisiyle ilgili olarak yayınlanmış. Yazıyı okumadım, dolayısıyla film hakkında bir bilgim yok. Sadece resimi gördüm ve o an aklıma bir fikir geldi. Acaba, ben bu resime bakarak bir tahminde bulunabilir miydim filmin konusu hakkında. Sadece resime bakarak herhangi bir yorum okumayarak film hakkında neler çıkarsayabilirdim? Ve bunlar gerçekten filmle ilgili olabilir miydi?
Bilinmesi gereken herşeyden önce bu resim filmin afişi değil. Üzerinde ne filmin oyuncular ne de adı var, ama yeni çekilmiş bir film olduğu da derginin son sayısında yer alıyor olmasından kaynaklanıyor. Başrolde Tommy Lee Jones var. En karakteristik özelliği yüz çigileri olan bir oyuncu kendisi. Yüzünde ona belirli bir karizma sağlayan ve güldüğünde daha da derinleşen bir çizgisi olan ve yaşlandıkça sanki bu çigilerin sayısı artan bir oyuncu. Oynadığı filmleri düşündükçe hep aklıma ilk önce Men in Black filmi geliyor. Siyah takım elbisesiyle uzaylı avlayan bir kahraman. Ama bu son filmi muhtemelen bir Western. Kovboy şapkası ve uzamış, yer yer beyazlaşmış sakalıyla bir kovboy bu sefer. Gözlerinde tek görülen ise umutsuzluk, yenilgi. Büyük bir menununiyetsizlik ifadesi olarak gerilmiş yüz ve dudaklar. Film Amerika'nn çöllerinde geçen bir hikayesi olan güncel bir filmde olabilir aslında. Zamanın pek öneminin olmadığı bir film de olabilir kısacası. Arkadaki çıplak vadi, bulutsuz gök, filmin en azından bir kısmının çölde geçtiği düşüncesini pekiştiriyor. Ama Western düşüncesisini artıran ise kanunsuzluk: arkada elleri kelepçeli yalvarır gözlerle bakan saçsız veya çok kısa kesilmiş saçları olan kişi. Görünütüden kim olduğunu çıkartmak, hangi oyuncu olduğunu anlamak çok zor. Ama üzerine giydiği elbise hem sıcaktan hem de geceleyin inen soğuktan onu koruyacak tek parça bir elbise. Genelde beyaz olduğunu düşünmüşümdür çölde giyinen elbiselerin. Bu da sanırım saçları ortadan ayrılmış, çekikimsi kara gözleri, kalın kaşları, mutlaka ama mutlaka bıyıkları ve kirli sakalıyla Meksika'lılalırın filmlerde çizilmiş prototip gözrüntülerinden kalmış olmalı. Ama karşımızdaki ne bir Meksika'lı ne de beyaz giynimiş. O zaman bunun iki beyaz arasında geçen daha çok bir intikam veya kaçırma filmi olduğu düşüncesini uyandırıyor. Ellleri bağlı ve çölde ölümünü bekleyen, artık bilinmez hangi hata sonucu yakalanmış ve tutsak edilmiş birisinin hikayesi. İyi ama Tommy Lee Jones bu kadar umutsuzsa, arkadaki neden yalvarmaktadır? Belki de Tommy görevinin yapmak istemeyen bir katildir. Zorlukla görevini yerine getirip getirmeme kararı vermektedir. En arkada ise konuyla hiç bir ilgi bulunmayan bir eşekimsi at. Çölü geçmek için bir zaruret. İlgisizce otlanıyor. Aynen benim gibi.

Cumartesi, Şubat 04, 2006

Dizi Manyağı

Televizyonda Las Vegas'ı seyrettikten sonra oda ma doğru yürürken yavaş yavaş dizi manyağı olmaya başladığımı düşünmeye başladım. Evet, gerçekten de, biraz da yapacak işleri olmayan ev hanımları gibi, özellikle CNBC-edeki dizilerin sıkı bir takipçisi oldum. Bir çırpıda saydım kendime seyrettiğim dizileri: Las Vegas, Scrubs, Gilmore Girls, South Park, Simsons, One and a Half Man, Arrested Development, bir aralar Cine 5 te yayınlanan Sopranos (Müjde! Tekrar CNBC-e'de başlayacakmış yayınına Mart ayında), Danimarka'da kaçırmadığım Spin City. Bunlardan bazılarını ise (Gilmore Girls ve Scrubs) ise özel olarak kaçırmamaya çalışıyprum, plan ve programımı (örneği yemek saatimi) ona göre yapıyorum. Bunun nedenleri hakkında çok düşünmedim aslında. Sadece hoşuma gisiyor, zekice kurgulanmış senaryo ve espriler bana zevk veriyor. Özellikle biryerlere gönderme yapanları. Özellikle bu tarz esprileri kaçırmadığmda acaip mutlu oluyorum.
Ama neden bunları seyrediyorum da, örneğin, OC'yi, Rome'u veya Buffy'yi sevmiyorum. Bilmiyorum.

Cuma, Şubat 03, 2006

Selülozik etanol de nereden çıktı?

demeyin, biraz dinleyin.
Evet, böyle arada sırada çevreyle ilgili yazılara bakınıyorum, ilginç olanlarını kendime ayırıyorum. Bugünkü konumuz da bu:
Kyoto Sözleşmesi'ni imzalamadığı içiin uluslararası toplumdan oldukça tepki gören ve en son Montreal'deki konferansta da küresel ısınma konusundaki duyarsızlığı ve yalnızlığı tescillenen Bush hükümeti çevre konusunda yeni açılımlar peşinde. 2 Şubat tarihinde W. Bush'un Tenneesse'de yaptığı ve çevresel bir konuyu içerdiği için pek de ses getirmeyen konuşmasında W. Bush Ortadoğu petrollerine bağımlılığı yüzde 75 oranında azaltmak için alternatif yakıtlar konusunda adımlar atmaya karar verildiğini açıkladı. Teklif, tarımsal ve odun artıklarından, taneli ekinlerden ve hızlı büyüyen ağaçlar ve otlar gibi selüloz malzemelerden elde edilen selülozik etanolun araba yakıtı olarak kullanımının 6 yıl içerisinde sağlanmasını öneriyor. Hükümet etanol ve diğer temiz enerji türlerine sağlanan federal fonları yüzde 22 artırmaya söz verirken, gerçekte önerilen miktarlar göz boyamaktan öteye pek de geçemedi. Dostlar alışverişte görsün mantığıyla, federal bütçeye göre oldukça düşük kalan bir düzeyde, selülözik etanol için 59 Milyon dolarlık artış (neredeyse Avrupa'da transfer edilen bir futbolunun maliyeti kadar, yaklaşık 900,000 YTL) ve temiz kömür teknolojileri için 54 Milyon dolarlık (yaklaşık 850000 YTL) ekstranının henüz Clinton dönemindeki değerlere bile ulaşamadığını söylemek gerekiyor. Bush hükümetinin bu teklifine Amerikalı çevreci grupları iyimser yaklaşmayı tercih ettiler.
Amma ve lakin Ortadoğu petrollerinden yüzde 75 lik bir azaltım ise tüm petrol tüketimi içerisinde sadece yüzde 15e karşılık geliyor. ABD'de 1990 seviyelerine binaen sera etkisi yaratan gaz miktarındaki artış 2003 yılında yüzde 13 olarak belirlenmiş durumda. Aynı şekilde, Bush idaresi döneminde petrol tüketimi daha önceki dönemlerdekine oranla yüzde 53 ten yüzde 60 a çıkmış durumda. Kısacası "petrol bağımlılığı" had safhada. Tüm dünyadaki 500 milyon arabanın 220 milyonun ABD'de olduğunu düşünürsek, ve mısırın fermantasyonu ile elde edilen biyoetanol ile çalışan araba oranı ise sadece yüzde 2 olduğunu bilirsek bir şeylerin yapılmasının gereklililği anlaşılır.
Araba yakıtı olarak bile biyoetanole geçiş ABD için yüzde 15 daha az sera gazı salınımı demek. Enerji Departmanı 2025 e kadar en azından petrolun yüzde 25inin biyoyakıt ile değiştirmek istiyor.
Ama gül bahçesi de değil bu konu. Örneğin bu işi 20 senedir yapmaya çalışan Brezilya'da ancak geçen sene benzin ve şeker kamışından elde edilen etanolla çalışan araba sayısı geleneksel araba sayısını geçmiş durumda.
Tüm bunlar yeterli mi peki? Biyoetanol veya biyoyakıtlar ne kadar bizi kurtatır? Her ne kadar çevre dostu arabalar önemli birer adım olsalar da, 15 yıl içerisinde tehlikeli ve geri dönülemez addedilen kirlenmenin önüne geçemeyecek. Sorunun köküne inmeden yapılacak çalışmaların hiç birisi küresel ısınmanın gerçek sorununua eğilmiş olamayacak. Ağaçlara bakmaktan ormanı göremiyen zihniyetler için sera gazı salınımlarının azaltılması sorunu, atmosfere gönderilen karbon diyoksitle sınırlı olduğu için karbon diyoksit salınım yapmayan ama hiç de çevre dostu olmayan nükleer enerjinin kullanımında patlama yapılmasına neden olacak. Veya olayı sadece ve sadece arabada kullanılacak yakıtın cinsini değiştirerek dünyanın geleceğinin kurtaracağını zannedenler de yanılacak. "Ekolojik arabalar arabalarınızı şimdikinden iki kat daha fazla sürmeniz anlamına gelmez diyor" University College London Bartlett'in yaptığı bir çalışmada Banister. Çevre konusunda duyarlılık artmadıkça ve yaşam tarzlarında değişiklik yaratılmadıkça şu enerjiyi kullanmışsın veya bu enerjiyi kullanmışşsın farketmez. Kapitalizm ve yaşanabilir bir çevre iki zıt kavramdır ve birarada bulunamaz ne de olsa.

St.Pauli..

Sankt Pauli'nin Almanya kupasinda (bizim federasyon kupasi gibi) 1. lig ekibi Werder Bremen'i elemesiyle tekrar hatırladık. Bilindiği üzere Hamburg'un (Amsterdam'in Red Light District'i gibi) kerhane ve barlarıyla ünlü semti olan ve adını sanırım Türkiye'de yaşamış bir aziz olan St. Paul'dan alan takım 3. lige kadar düşmüştü. 2000 li yıllarda birinci lige çıktığını ve aynı yıl tekrar düştüğünü (aslında 1977 2002 arası 7 kez çıkıp, 5 kez düşmüşler) hatırlıyorum, kahverengi beyaz renklere sahip takımın o çok ünlü kurukafa resimli pankartlarıyla punk ve anarşist taraftar grubunu da keza. Roskilde Rock festivalinde açtıkları standlarıyla sattıkları ürünleriyle ve endüstriyel futbola karşı benim hep Gençlerbirliği'yle hissettiğim, Don Kişot'vari bir savaşa girişini de çok seviyorum. Biraz da aynı şeyi Danimarka'da zenginlerin kolaj ve yapay toplama takımı FC Kobenhavn'la yaptıkları maçta Enternasyonali söyleyen bir taraftar grubuna sahip takım olan FC Frem'de hissediyorum. Ve bu takımların hemen hemen hiçbirinde olmayan bir seyirci ortalamasıyla seviniyorum St. Pauli için. Takımın 10 bin kişilik kombine biletlerinin 45 dakikada tükenmesiyle haz alıyorum. Almanya'da 3. lig takımının kupada yarı final oynamasıyla (Türkiye'de dönen çarklar içerisinde neredeyse imkansız olan bir durum) mutlu oluyorum. Sanırım futbolu bu yüzden seviyorum.