Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen. (Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosphicus)
Perşembe, Ağustos 21, 2008
Salı, Ağustos 19, 2008
Kara Şovalye'nin düşündürdükleri
Yok, film üzerine değil, sadece Kara Şovalye'deki Oyun Teorisi üzerine anlattığım sekans hakkına dün yazdıklarımı okurken(e) aklıma gelenleri yazacağım. Nedense zihnim her filmden çıktıktan sonra filmdeki sahnelerdekileri gerçek hayata çevirip, bu sahnelerin olamamazlığı, gerçekleştirilemezliği, noksanlıkları veya hatalarıyla ilgili teroiler kurar. Bazen ben üzerinde düşündüğümde, bazen kendisi bana haber vermeden düşünür; sonra, tak, dolmuşta parayı uzatırken "tabiii ya" olurum.
Bu feribot sahnesine (takmadım tabii) olan ilgim ise gerçek hayatta böyle bir durumda olabilecekler üzerine. Biliyorsunuz Oyun Teorisi'nin açıklandığı örneğin temeli (daha doğrusu bu teorinin popülerleşmesini sağlayan mahkumların ikilemi benzeri düşünce deneylerinde bahsedilen örnekler, ki zira bu teorem verilen örnekten çok dahaz fazla iddiada bulunmaktadır tahminimce) suçluların birbiriyle iletişime geçemeyecek olması. Yani birbirlerinin ne cevap verdiklerini bilmedikleri için win-win durumunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini, bencilce davranıp davranmadıklarını bilemeyecek olmaları. Feribottaki durumda da aynı durum geçerli. Birbirlerinden haberleri olmadıkları için insanlar (zira telsizler çalışmıyor) kendi kararlarını vermek zorunda kalıyorlar. Filmin anlatısı (narration) içerisinde pek fazla sorgulamaya zaman bulamadığımızdan da sahnelerin saçmalağını tartışamıyoruz filmi seyrederken. Daha doğrusu farkedemiyoruz. Bu da bilişsel film teorisinin kapsamı içine girebilecek bir mevzu aslında. Her neyse, anlatı dilinden dolayı da filmin dışına (filmin sürekliliği, heyacanı (!)) çıkamadığımzdan dolayı, neredeyse 15 dakikalık bu sürede birbirlerinden haber alamayacak olduklarını kabul ettiğimiz bu insanların nasıl davranacaklarını, neler yaptıklarını seyrediyoruz. Neden? Çünkü birbirlerinden haber alamıyorlar.
İyi ama kardeşim artık cep telefonu var. Çıkar telefonu ara tanıdıklarını. Feribottaki görevliler arasın ya da. Diğer feribottaki görevlilerle ilişkiye geçilsin. Ya da çok mu zor sesini duyurmak hemen yanı başındaki feribota? Niye, zira joker öyle dedi ve biz de filmi bize sunulan çerçeve içinde seyredip beyin mekanizmalarımızı buna uydurmalıyız.
Bu feribot sahnesine (takmadım tabii) olan ilgim ise gerçek hayatta böyle bir durumda olabilecekler üzerine. Biliyorsunuz Oyun Teorisi'nin açıklandığı örneğin temeli (daha doğrusu bu teorinin popülerleşmesini sağlayan mahkumların ikilemi benzeri düşünce deneylerinde bahsedilen örnekler, ki zira bu teorem verilen örnekten çok dahaz fazla iddiada bulunmaktadır tahminimce) suçluların birbiriyle iletişime geçemeyecek olması. Yani birbirlerinin ne cevap verdiklerini bilmedikleri için win-win durumunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini, bencilce davranıp davranmadıklarını bilemeyecek olmaları. Feribottaki durumda da aynı durum geçerli. Birbirlerinden haberleri olmadıkları için insanlar (zira telsizler çalışmıyor) kendi kararlarını vermek zorunda kalıyorlar. Filmin anlatısı (narration) içerisinde pek fazla sorgulamaya zaman bulamadığımızdan da sahnelerin saçmalağını tartışamıyoruz filmi seyrederken. Daha doğrusu farkedemiyoruz. Bu da bilişsel film teorisinin kapsamı içine girebilecek bir mevzu aslında. Her neyse, anlatı dilinden dolayı da filmin dışına (filmin sürekliliği, heyacanı (!)) çıkamadığımzdan dolayı, neredeyse 15 dakikalık bu sürede birbirlerinden haber alamayacak olduklarını kabul ettiğimiz bu insanların nasıl davranacaklarını, neler yaptıklarını seyrediyoruz. Neden? Çünkü birbirlerinden haber alamıyorlar.
İyi ama kardeşim artık cep telefonu var. Çıkar telefonu ara tanıdıklarını. Feribottaki görevliler arasın ya da. Diğer feribottaki görevlilerle ilişkiye geçilsin. Ya da çok mu zor sesini duyurmak hemen yanı başındaki feribota? Niye, zira joker öyle dedi ve biz de filmi bize sunulan çerçeve içinde seyredip beyin mekanizmalarımızı buna uydurmalıyız.
Pazartesi, Ağustos 18, 2008
Kara Şovalye (Dark Knight)'deki Oyun Teorisi
Düğmeye basmamak filmde insan olarak kalmanın, umutunu sürdürmenin tek yolu olarak gösterilir. Her neyse, birinci feribottakiler oldukça saçma bir klişeyle oylama yapmaya karar verirler. Size o stres altında bile oylama yapmayı akıl ettireceğini düşündürten Amerikan demokrasinin palavralarını dinlerken diğer feribottakiler başka bir klişenin öğeleridirler: Turuncu giysileriyle akıllarımıza kazınmış suçlular. Birinci feribottakiler oylamayı yaparlar (hemen kağıt kalem bulunur tabii) ve sonuç düğmeye basmaktır. Nasıl olsa öteki feribottakiler suçludurlar. Diğer feribotta ise filmin en ilginç sahnelerinden birisi gerçekleşir. Turuncu giysili, katil bakışlı, zenci koca oğlan bir mahkum çıkar ortaya: "Suçu bizim üzerimize atabilirsiniz. Düğmeye bana verin ve ben basabilirim." Herkes koca oğlanın düğmeye basacağını düşünürken. Nanik! O mekanizmayı alır ve feribottan aşağı atar. Artık biliyoruzdur. İyilik kazanacaktır. Zira, diğer feribotta da oylamayı yaptırtan zat eline geçirdiği mekanizmada düğmeye bir türlü basamaz ve mekanizmayı bırakır elinden.
Çarşamba, Ağustos 13, 2008
Perşembe, Ağustos 07, 2008
plajda
Bembeyaz veya koyu bedenlerini güneşe teslim eden, kuruyemiş yiyen, etrafı seyreden, birbiriyle konuşan, gülüşen, öpüşen, şakalaşan, fotoğraf çeken, elindeki deniz gözlüğünü deneyen, arkadaşlarına deniz gözlüğüyle nasıl gözüktüğünü soran, şaklabanlıklar yapan, bazıları şemsiyenin altında, bazıları ise kuma/taşa serdiği deniz havlularının üzerinde uzanan, uzanmaktan sıkıldığında oturan, güneşten korunmak için kremler sürünen, birbirlerine bu kremleri boca eden, havluların üzerinde tavla veya kağıt oyunları oynayan, elinde ayna makyaj yapan hemcinlerini çekiştiren, iri göğüslerini taşımakta zorlandığı için bikinisini üstüne çıkarmakta beis görmeyen, havaya kaldırdığı küçük çocuğunu karpuz gibi bir elinde tutarak denize doğru koşturan, sırtüstü veya yüzüstü yatarak kitap okuyan insan yığının olduğu bir plajda dinlenirken uykuya dalmakla dalmamak arasında gidip geliyordum.
"Su şişesini uzatır mısın?"
Sesin geldiği yöne doğru kafamı çevirdiğimde ayağımın bir ucuna da havlunu kenarına takmış, böylelikle yere serdiğim havlumun içersine biraz daha kum dolmasına neden olmuştum. Doğruldum, kumları silerken su şişesini uzattım. Güneşin altında eski soğukluğundan eser kalmamıştı.
"Senin de soğukluğun bu suya benzer umarım."
Şaşkın bakışlarıyla gözlüğünün kenarından bana baktı. Cevap vermeye tenezzül etmedi. Bir yudum aldı, ağzının içinde döndürdükten sonra yuttu. Plaja doğru döndü. Onun baktığı tarafa baktım. Denizden çıtıktan sonra taşların üzerinde zorlandığı için paytak paytak yürüyen bir çift gördüm. Çiftin çıktığı deniz tarafında ise denizin içinde adım adım ilerleyen ve gayrıihtiyari ellerini de havaya kaldırmış, alaturka oynamaya hazırlanan görüntüsünde başka bir ikili vardı. İkiliden erkek olanı yavaş yavaş yürüyerek denizin içinde kayboldu. Kadın olanı ise biraz daha bekledikten sonra kendini suya attı. Onları izlemekten sıkılmış kendime bir uğraş aramaya karar vermiştim. Böyle güneşin altında yanarak ne kadar daha dayanabilirdim bilmiyordum. Gözüm yine denize kaydı, biraz önceki çifti arıyordum. Saçlarını ıslatmamak için kafası dışarda yüzen, denizden çıktıktan sonra havuda silinen, kulaklıkla müzik dinleyen, nereden bulduğunu bilemedğim kamışlarla kendine çadır yapan, çadırın tentesini havlusuyla yaptığı için taşın üzerine havlusuz yatmak zorunda kalan, yüzüstü yatar durumda muhabbet ederken ayaklarını istemsizce hareket ettiren, deniz oyuncaklarıyla oynayan, yüzme öğrenen/öğreten, plajda keçiboynuzu, midye satanları seyrederek biraz daha oyalandım. Cırcır böceklerinin sesi tüm sahili dolduruyordu. Gitmenin zamanı gelmişti.
"Ben gölgeye gidiyorum" dedim. "Çok sıcak oldu burası." Bana doğru döndü. "Tamam" dedi. Gülümsedi.
Gülümsedim.
"Su şişesini uzatır mısın?"
Sesin geldiği yöne doğru kafamı çevirdiğimde ayağımın bir ucuna da havlunu kenarına takmış, böylelikle yere serdiğim havlumun içersine biraz daha kum dolmasına neden olmuştum. Doğruldum, kumları silerken su şişesini uzattım. Güneşin altında eski soğukluğundan eser kalmamıştı.
"Senin de soğukluğun bu suya benzer umarım."
Şaşkın bakışlarıyla gözlüğünün kenarından bana baktı. Cevap vermeye tenezzül etmedi. Bir yudum aldı, ağzının içinde döndürdükten sonra yuttu. Plaja doğru döndü. Onun baktığı tarafa baktım. Denizden çıtıktan sonra taşların üzerinde zorlandığı için paytak paytak yürüyen bir çift gördüm. Çiftin çıktığı deniz tarafında ise denizin içinde adım adım ilerleyen ve gayrıihtiyari ellerini de havaya kaldırmış, alaturka oynamaya hazırlanan görüntüsünde başka bir ikili vardı. İkiliden erkek olanı yavaş yavaş yürüyerek denizin içinde kayboldu. Kadın olanı ise biraz daha bekledikten sonra kendini suya attı. Onları izlemekten sıkılmış kendime bir uğraş aramaya karar vermiştim. Böyle güneşin altında yanarak ne kadar daha dayanabilirdim bilmiyordum. Gözüm yine denize kaydı, biraz önceki çifti arıyordum. Saçlarını ıslatmamak için kafası dışarda yüzen, denizden çıktıktan sonra havuda silinen, kulaklıkla müzik dinleyen, nereden bulduğunu bilemedğim kamışlarla kendine çadır yapan, çadırın tentesini havlusuyla yaptığı için taşın üzerine havlusuz yatmak zorunda kalan, yüzüstü yatar durumda muhabbet ederken ayaklarını istemsizce hareket ettiren, deniz oyuncaklarıyla oynayan, yüzme öğrenen/öğreten, plajda keçiboynuzu, midye satanları seyrederek biraz daha oyalandım. Cırcır böceklerinin sesi tüm sahili dolduruyordu. Gitmenin zamanı gelmişti.
"Ben gölgeye gidiyorum" dedim. "Çok sıcak oldu burası." Bana doğru döndü. "Tamam" dedi. Gülümsedi.
Gülümsedim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)