Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Pazartesi, Eylül 07, 2009

çalışmanın sıkıntısı

Teknolojimiz ne denli güçlü ve şirketlerimiz ne denli karmaşık olursa olsun, modern çalışma yaşamımızın en dikkati çeken özelliği belki de, sonuçta bakış açımızın bir yönüne kaynak oluşturan içsel bir olgudur: Yaptığımız işin bizi mutlu etmesi gerektiği yolunda, çoğu kişi tarafından paylaşılan bir kanıdır yani. Tüm toplumlar işe daima çok büyük önem vermiştir, ama çalışmanın bir ceza yahut eziyet olmadığını düşünen ilk toplum bizimkisidir. İlk kez biz, finansal bir zorunluluğun yokluğunda bile çalışmamız gerektiğini düşünüyoruz. İş seçimimizin bizim kimliğimizi belirleyeceği o denli benimsenmiştir ki, yeni tanıdığımız kişilere sorduğumuz en ısrarlı soru, nereli oldukları ya da ana babalarının kim olduğu değil, ne yaptıklarıdır ve anlamlı varoluşa giden yolun mutlaka, kazançlı bir iş kapısından geçmesi gerektiğine dair varsayım çok güçlüdür.
Bu her zaman böyle değildi. M.Ö. dördüncü yüzyılda Aristo, insanın ruhsal tatminiyle parasal durumunun arasında yapısal uyumsuzluktan söz ettiğinde, iki bin yıldan daha uzun sürecek bir yaklaşımı dile getiriyordu. Çünkü Yunan düşünüre göre, finansal ihtiyaç kölelere ve hayvanlara mahsustu. Kol emeği, aklın tüccar yanları gibi, psikolojik bozukluğa yol açardı. Yurttaşlara, müziğin ve felsefenin armağan edeceği yüksek zevkleri yaşama fırsatını ancak, özel bir gelir ve boş geçen bir yaşam verebilirdi.
Alain de Botton (Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı kitabından alıntı)

Bu uzun alıntının nedeni bir an durup düşünmemi/düşünmenizi sağlamak: Ben ne yapıyorum? Yaptığım işte mutlu muyum? İstediğim hayat bu mu? Aslında hiç de zor değil bırakmak, yelken açmak belirsizliğe. Denemeye değer bana kalırsa.

Hiç yorum yok: