Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Salı, Aralık 16, 2008

tarz mı, konu mu?

Konu.
Tarz.
Sinemada yenigerçekçilik akımı, herşeyden önce Bazin'in deyişiyle"gerçek devrimin deyiş [style] alanından çok konu alanında olduğu, sinemanın bir şey söyleme tarzından çok dünyaya bir şey söylemesinden ortaya çıktığı sonucuna" varılmasıyla yakından ilgilidir. Yani konu, tarzdan önce gelmektedir.
Sinemaya gittiğimizde önce filmin konusunu çözmeye çalışırız. Başka da şansımız yoktur. Zira, ilk defa gördüğümüz bir filmde neler olduğunu, hangi karakterin "iyi", hangisini "kötü", neden filmdeki olayların öznesi durumundalar'ı anlamamız bizim filmden elde edeceğimiz asgari zevkin ilk meyveleridir. Konuyu anlamamız elzemdir. Film seyrederken zihnimizdeki bilişsel süreçler daha çok konuyu çözmeye yönelir. Filmin tarzına, hangi açıdan karakterin gösterildiğine, yaratılan atmosferin psiklojik öğelerine ikincil olarak dikkat ederiz. Aslında ikincil konuları filmi sonraki seyredişlerimizde daha dikkatle anlamaya çalışırız.
İyi ama sinema salonlarında bir filmi seyretmek herşeyden önce "mani" meselesidir. İkinci defa aynı filme sinema salonunda gitmek pahalı kaçar. Filmi indirmek, önceden seyretmek, altyazısız, kötü kopyalarına bakmak aynı duyguyu veremez.
Ben de Gomorra üzerinde yazmak isterdim, ama sadece bir defa seyrettiğim bir film üzerinde yazmam neredeyse ünsanüstü bir çaba istiyor. Açın bakın film eleştirileri yayınlayan dergilere. Hepsi filmin meramını anlatmayı filmi eleştirmek zannediyor. Önce bir yerlerden alıntı, sonra filmden bir kaç sahneyi anlatım, sonra ilk yapılan alıntılara bağlayıp, filmle bağlantılı toplumsal veya bireysel bir mevzu üzerindeki fikirlerin sunulumu. Daha fazlasına gerek yok. Tarz, sinemasal bir çaba, sinema tarihi üzerine bir yerlere yerleştirme, sinema kuramı üzerinden bir yerelre gitme gayreti yok.
Konu önemli ama perdede sanatsal birşeyleri keşfetmeyi özlüyor insan.

Salı, Kasım 11, 2008

mega-loman

Benjamin üzerine kaleme aldığı nefis denemesinde Hannah Arendt şunları belirtir: "1930'lu yıllarda Benjamin'i en iyi tanımlayan özelliği, hep yanında taşıdığı ve yorulmak bilmez bir enerjiyle, günlük hayatın ve okumaların "incileri"yle "mercanlar"ı şeklindeki alıntıları kaydettiği küçük siyah kaplı defterleriydi. Bazen onları yüksek sesle okur, şık ve kıymetli bir koleksiyonun parçalarıymış gibi etrafındakilere gösterirdi". (Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine)

Bu alıntıyla tarihe eklenmiş bir varlık olarak yerimi sağlamlaştırıyorum. Susan Sontag'ın kitabında, Hannah Arendt'in Benjamin üzerine yaptığı yorumu kendi blogumda yayınlayarak bu bağlantıyı devam ettirme fırsatını kullanıyorum.

ÖyleveyaBöyle -> Susan Sontag -> Hannah Arendt -> Walter Benjamin

Cuma, Kasım 07, 2008

Saçma şiir serisi (I)

bunları sabah akşam üç defa okuyorsunuz, tüm dertleriniz bitiveriyor:

kinoklar, konstrüktivistler, aristoteles, dziga vertov, sinegöz, sineyumruk, kinopravda, sinehakikat, madonna delle arpie,
eisenstein, montaj kuramı, piaget, egocentrism, çocuk ve ağız: çığlık,
kelime ve imaj, film biçimi, üçüncü anlam, roland barthes.
leni riefenstahl, visconti, menippea, bakhtin, pethos, ranciére, alka seltzer reklamları!
der lauf der dinge, rube goldberg, pitagora soichi, zeitgeist,
arbus sergisi, telos, ad hoc, mimesis, angelo poretti, leitmotiv...
vachel lindsay, photoplay, münsterberg, arnheim, sanat olarak sinema, ricciotto canuda, prenses ve bezelye tanesi.

Pazartesi, Ekim 13, 2008

foucoult'nun çin ansiklopedisi

Ve sonra bir gün Foucoult Şeylerin Düzeni kitabında Borges'in bir hikayesinde bahsi geçen Çin Ansiklopedisi'ndeki bir taksonomiyi kullanır. Bu ansiklopedide hayvanlar söyle tasvir edilmişlerdir:
a) imparatora ait olanlar, b) mumyalanmış olanlar, c) evciller, d) süt domuzları, e) denizkızları (sirenler), f) düşsel olanlar, g) sokak köpekleri, h) bu sınıflandırmaya dahil edilmiş olanlar, ı) azgınlar, j) sayılması mümkün olmayanlar, k) incecik bir devetüyü fırçayla resmi yapılanlar, k) ve saire, m) az önce su testisini kırmış olanlar, n) uzaktan bakınca sinek gibi görünenler.

Bu taksonomide olağanüstü olan, der Foucoult, başka bir düşünce sisteminin egzotik cazibesi, bizim böyle bir düşünce sisteminden yoksun olmamız ve bunu düşünmemizin katıksız imkansızlığıdır.

Cuma, Eylül 05, 2008

kısa film kolaj

(http://blisterine66.deviantart.com/art/Icon-60-76887497)

Bir kolajın çekiciliğinde yatan karşınıza ne çıkacağını bilmemenizdir.

Basitlikle kotarılmış herhangi bir video-kolaj, imaj dünyasının dijitalleşmesiyle ortaya çıkarken kısa filmciliğin sonunu yavaş yavaş hazırlamaktadır.

Salı, Eylül 02, 2008

bir soru

Bedenlerimiz neden deride başlar ya da biter? Bir bilgisayar ağında, insanla mekanik parçalar arasında nihai bir ayrım yoktur. Kartezyen akıl/beden, makina/organizma, erkek/kadın, hayat/ölüm ayrımları... siberuzayda anlamsızdır.
Hepimiz meleziz, mozaiğiz, aslan başlı, keçi gövdeli, yılan kuyruklu canavarlarız.

Perşembe, Ağustos 21, 2008

tractatus

Kişi üzerinde konuşamadığı şey hakkında susmalı.
Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen. (Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosphicus)

Salı, Ağustos 19, 2008

Kara Şovalye'nin düşündürdükleri

Yok, film üzerine değil, sadece Kara Şovalye'deki Oyun Teorisi üzerine anlattığım sekans hakkına dün yazdıklarımı okurken(e) aklıma gelenleri yazacağım. Nedense zihnim her filmden çıktıktan sonra filmdeki sahnelerdekileri gerçek hayata çevirip, bu sahnelerin olamamazlığı, gerçekleştirilemezliği, noksanlıkları veya hatalarıyla ilgili teroiler kurar. Bazen ben üzerinde düşündüğümde, bazen kendisi bana haber vermeden düşünür; sonra, tak, dolmuşta parayı uzatırken "tabiii ya" olurum.
Bu feribot sahnesine (takmadım tabii) olan ilgim ise gerçek hayatta böyle bir durumda olabilecekler üzerine. Biliyorsunuz Oyun Teorisi'nin açıklandığı örneğin temeli (daha doğrusu bu teorinin popülerleşmesini sağlayan mahkumların ikilemi benzeri düşünce deneylerinde bahsedilen örnekler, ki zira bu teorem verilen örnekten çok dahaz fazla iddiada bulunmaktadır tahminimce) suçluların birbiriyle iletişime geçemeyecek olması. Yani birbirlerinin ne cevap verdiklerini bilmedikleri için win-win durumunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini, bencilce davranıp davranmadıklarını bilemeyecek olmaları. Feribottaki durumda da aynı durum geçerli. Birbirlerinden haberleri olmadıkları için insanlar (zira telsizler çalışmıyor) kendi kararlarını vermek zorunda kalıyorlar. Filmin anlatısı (narration) içerisinde pek fazla sorgulamaya zaman bulamadığımızdan da sahnelerin saçmalağını tartışamıyoruz filmi seyrederken. Daha doğrusu farkedemiyoruz. Bu da bilişsel film teorisinin kapsamı içine girebilecek bir mevzu aslında. Her neyse, anlatı dilinden dolayı da filmin dışına (filmin sürekliliği, heyacanı (!)) çıkamadığımzdan dolayı, neredeyse 15 dakikalık bu sürede birbirlerinden haber alamayacak olduklarını kabul ettiğimiz bu insanların nasıl davranacaklarını, neler yaptıklarını seyrediyoruz. Neden? Çünkü birbirlerinden haber alamıyorlar.
İyi ama kardeşim artık cep telefonu var. Çıkar telefonu ara tanıdıklarını. Feribottaki görevliler arasın ya da. Diğer feribottaki görevlilerle ilişkiye geçilsin. Ya da çok mu zor sesini duyurmak hemen yanı başındaki feribota? Niye, zira joker öyle dedi ve biz de filmi bize sunulan çerçeve içinde seyredip beyin mekanizmalarımızı buna uydurmalıyız.

Pazartesi, Ağustos 18, 2008

Kara Şovalye (Dark Knight)'deki Oyun Teorisi

Kara Şövalye (Dark Night, 2008) filminde bilenler Oyun Teorisi'nin kullanımını farketmiştir. Joker (the bad good guy) filmin sonlarına doğru, birinde hapisaneden başka bir yere tahliye edilen mahkumları, diğerinde ise sıradan halkı taşıyan, içi patlayıcı dolu iki tane feribottaki insanlardan bir seçim yapmasını ister. Her iki feribottada diğer feribotu tek bir düğmeye basarak patlatabilecek bir mekanizma vardır. Eğer saat 12 'de bir feribottaki düğmeye basılırsa diğer feribot havaya uçacak, ve düğmenin basıldığı feribottakiler kurtulacaktır. Aynı şey diğer feribottakiler için de geçerlidir. Onlar da düğmeye basarlarsa kurtulacaklardır. Her ikisinin de düğmeye basma gibi bir durumları da vardır ve (bence) Joker'in aslında istenen de odur. İki feribottakilerin de aynı anda tek kurtuluş yolu düğmeye basmamaktır. Oyun teorisinin elemanları tamamlanmıştır.
Düğmeye basmamak filmde insan olarak kalmanın, umutunu sürdürmenin tek yolu olarak gösterilir. Her neyse, birinci feribottakiler oldukça saçma bir klişeyle oylama yapmaya karar verirler. Size o stres altında bile oylama yapmayı akıl ettireceğini düşündürten Amerikan demokrasinin palavralarını dinlerken diğer feribottakiler başka bir klişenin öğeleridirler: Turuncu giysileriyle akıllarımıza kazınmış suçlular. Birinci feribottakiler oylamayı yaparlar (hemen kağıt kalem bulunur tabii) ve sonuç düğmeye basmaktır. Nasıl olsa öteki feribottakiler suçludurlar. Diğer feribotta ise filmin en ilginç sahnelerinden birisi gerçekleşir. Turuncu giysili, katil bakışlı, zenci koca oğlan bir mahkum çıkar ortaya: "Suçu bizim üzerimize atabilirsiniz. Düğmeye bana verin ve ben basabilirim." Herkes koca oğlanın düğmeye basacağını düşünürken. Nanik! O mekanizmayı alır ve feribottan aşağı atar. Artık biliyoruzdur. İyilik kazanacaktır. Zira, diğer feribotta da oylamayı yaptırtan zat eline geçirdiği mekanizmada düğmeye bir türlü basamaz ve mekanizmayı bırakır elinden.

Çarşamba, Ağustos 13, 2008

itaat et

Televizyon, filmlerle, eğlence ve haber programlarıyla düzenli olarak kesintiye uğratılan bir reklam akışıdır (Lazzarato)

Perşembe, Ağustos 07, 2008

plajda

Bembeyaz veya koyu bedenlerini güneşe teslim eden, kuruyemiş yiyen, etrafı seyreden, birbiriyle konuşan, gülüşen, öpüşen, şakalaşan, fotoğraf çeken, elindeki deniz gözlüğünü deneyen, arkadaşlarına deniz gözlüğüyle nasıl gözüktüğünü soran, şaklabanlıklar yapan, bazıları şemsiyenin altında, bazıları ise kuma/taşa serdiği deniz havlularının üzerinde uzanan, uzanmaktan sıkıldığında oturan, güneşten korunmak için kremler sürünen, birbirlerine bu kremleri boca eden, havluların üzerinde tavla veya kağıt oyunları oynayan, elinde ayna makyaj yapan hemcinlerini çekiştiren, iri göğüslerini taşımakta zorlandığı için bikinisini üstüne çıkarmakta beis görmeyen, havaya kaldırdığı küçük çocuğunu karpuz gibi bir elinde tutarak denize doğru koşturan, sırtüstü veya yüzüstü yatarak kitap okuyan insan yığının olduğu bir plajda dinlenirken uykuya dalmakla dalmamak arasında gidip geliyordum.
"Su şişesini uzatır mısın?"
Sesin geldiği yöne doğru kafamı çevirdiğimde ayağımın bir ucuna da havlunu kenarına takmış, böylelikle yere serdiğim havlumun içersine biraz daha kum dolmasına neden olmuştum. Doğruldum, kumları silerken su şişesini uzattım. Güneşin altında eski soğukluğundan eser kalmamıştı.
"Senin de soğukluğun bu suya benzer umarım."
Şaşkın bakışlarıyla gözlüğünün kenarından bana baktı. Cevap vermeye tenezzül etmedi. Bir yudum aldı, ağzının içinde döndürdükten sonra yuttu. Plaja doğru döndü. Onun baktığı tarafa baktım. Denizden çıtıktan sonra taşların üzerinde zorlandığı için paytak paytak yürüyen bir çift gördüm. Çiftin çıktığı deniz tarafında ise denizin içinde adım adım ilerleyen ve gayrıihtiyari ellerini de havaya kaldırmış, alaturka oynamaya hazırlanan görüntüsünde başka bir ikili vardı. İkiliden erkek olanı yavaş yavaş yürüyerek denizin içinde kayboldu. Kadın olanı ise biraz daha bekledikten sonra kendini suya attı. Onları izlemekten sıkılmış kendime bir uğraş aramaya karar vermiştim. Böyle güneşin altında yanarak ne kadar daha dayanabilirdim bilmiyordum. Gözüm yine denize kaydı, biraz önceki çifti arıyordum. Saçlarını ıslatmamak için kafası dışarda yüzen, denizden çıktıktan sonra havuda silinen, kulaklıkla müzik dinleyen, nereden bulduğunu bilemedğim kamışlarla kendine çadır yapan, çadırın tentesini havlusuyla yaptığı için taşın üzerine havlusuz yatmak zorunda kalan, yüzüstü yatar durumda muhabbet ederken ayaklarını istemsizce hareket ettiren, deniz oyuncaklarıyla oynayan, yüzme öğrenen/öğreten, plajda keçiboynuzu, midye satanları seyrederek biraz daha oyalandım. Cırcır böceklerinin sesi tüm sahili dolduruyordu. Gitmenin zamanı gelmişti.
"Ben gölgeye gidiyorum" dedim. "Çok sıcak oldu burası." Bana doğru döndü. "Tamam" dedi. Gülümsedi.
Gülümsedim.

Cuma, Temmuz 25, 2008

iş olsun kabilinden

Mutfaktan gelen buzdolabının sesi rahatsız etmez beni. Bilirim ki oradadır, arada sırada kendi kafasına göre çalışıp çok geçmeden duracaktır. Sürekli bir gürültü kaynağı değildir, bu höykürmelerine alışmışımdır. Bildik tanıdıktır.
Çamasır makinasının sesi ise beni rahatlatır. Çalıştığı zaman içimi bir huzur kaplar. Suyun sesindendir bu huzur bir ihtimal. İçinde bir o yana, bir bu yana sallanan gömleği ezdikçe çıkan ses kolaylıkla bir bebeği uyutabilir. Beni de çok uyutumuştur.
Şimdilerde yazları dışardan gelen bir uğultu kaplıyor her yeri. Klimanın sesi, jeneratörün sesi. O bildik yaz geldi mi başlayan inşaat sesinden, çekiç, kaynak sesinden çok daha farklı. Sürekli bir gürültü. Alt seviyede, belki dikkat etmediğinizde unutuyorsunuz. Ama birazcık kafanızı çalıştığınız yerden kaldırıp dışarıya dikkat kesildiğinizde orada olduğunu hatırlıyorsunuz. Benim elimde olsa kapatıp kurtulacağım. İş yerinde var bu gürültü, eve gidiyorum, gece yatarken var. Ne sabotajlar hayal ediyorum bu sesleri susturmak için.
Beynim ne zaman dinelenebilecek, bilmiyorum.
İlginç ama gece yatağa uzandığımda dışardan gelen sesi bastıran buzdolabının sesini duyunca rahatlıyorum.

Çarşamba, Temmuz 16, 2008

histoire(s) du cinema üzerine

Yine "Görünütlerin Yazgısı"'ndan:

Şu kesin ki Godard modern saflık teleolojilerine, elbette özellikle de felaket teleolojisine sempati duyuyor. Bütün Histoire(s) du cinéma boyunca imge/ikonun kefaret ödeme erdeminin sinemaya ve sinemanın tanıklık etme gücünü kaybeden ilk günahın karşısına koyar: "imge"nin "metin"e, duyulur olanın "hikaye"ye tabi kılınması. Fakat burada bize sunduğu "göstergeler" söylem formunda düzenlenmiş görsel unsurlardır. Bize anlattığı sinema başka sanatların mal edilmesinden oluşan bir dizi gibidir. Ve bunu bize sözcükler, cümleler ve metinler, metamorfoz geçitmiş resimler, fotoğraflarla ya da günzel olay fimleriyle harmanlanmış ve bazen müzkal alıntılarla bağlanmış sinematografik sahnelerden oluşan bir örüntü içinde sunar. Kısacası Histoire(s) du cinéma baştan sona bu "psödomorfoz"lardan, bir sanatın başka bir sanat tarafından -avangardçı saflığın reddettiği" taklit edilmesinden oluşmaktadır.

Pazartesi, Temmuz 07, 2008

görüntü/imge

Görüntü asla basit bir gerçeklik değildir. Sinemanın görüntüleri öncelikle bir işlemdir, söylenebilir olan ile görünebilir olan arasındaki birtakım ilişkilerdir, neden ile sonuç ve önceyle sonrayla oynamanın birer tarzıdır. Bu işlemler farklı görüntü-işlevlerini [fonctions-image], yani image [görüntü/imge] sözücğünün farklı anlamlarını devreye sokarlar. Bu şekilde iki sinematografik plan ya da sekans farklı bir görüntü rejiminden [imagéité] ileri geliyor olabilir. Ve diğer yandan, bir sinematografik plan, bir roman cümlesinin ya da tablonun ait olduğu görüntü rejimine bağlı olabilir. İşte bu yüzden Eisenstein sinematografik montaj modellerini El Greco ya da Piranèse'de olduğu kadar Zola'da ya da Dickens'ta arayabilmiş, Godard ise Elie Faure'nin Rembrandt resmine ilişkin sözleriyle bir sinema methisyesi yaratabilmiştir.

(Jacques Renciére, Görüntülerin Yazgısı, Versus Yayınları)

Pazar, Haziran 22, 2008

rüya mı?

Gözlüklü, ince dudaklı, kırmızı bir surat.
Bıyık ve soğuktan donmuş, beyazlaşmış kıllar.
Bir adam kanapeye yarım oturmuş ve karşısındakine dönüp konuşmaya başlıyor. Aniden, hiç nedeni yokken. Adamın gölgesi duvarda.
Dışarıda spor hareketleri yapan bir topluluk. Soğuğa rağmen, şort ve atletler. Yaşlılar, çocuklar, hep beraber: Önce sol kol, sonra sağ.
Bir tarafta tavşanlar, diğer tarafta tahtadan atlar.
Bir profesör sisli yoldan geçmektedir.
Odada, sağ köşede dinazor maketi.
Ve sonra domino taşları, titrek bir el uzanır. Devinim başlar.
Profesörün eline bir nesne: muşmulaya benzer. (E mambo, mambo italiano çalar radyoda)
Yine dinamo taşları, devinmektedir dünya.
Profesör demek ellerin devinmesi demek. Uzun koridorlar, her iki tarafta uzun kitap rafları.
Soğuktur dışarısı, karda giden kararabaları ve peşlerinden koşuşturan köpekler.

Pazartesi, Haziran 16, 2008

Çalışmak, gocunmadan.

Önceleri sadece koridoru temizliyordum. Elektrik süpürgesiyle neredeyse milim milim ilerliyor, sonra da halı döşemeyle duvar arasındaki boşlukta kalan, kalma ihtimali bulunan tozları çekiyordum vakum makinasıyla.
1. kat, 2. kat, 3. kat, 4. kat.
Uzun, upuzun bir otelin koridoru. Hiç bitmeyecek gibiydi.
Koridor bittiğinde bu sefer sonra elime verdikleri bir listeyle odalara girip çıkmaya başlıyordum.
Oda sayısı da azalmıyordu bir türlü.
Kan ter içinde bitiriyordum günü.
İlk 15 gün böyle çalıştım. Yoruluyor muydum? Evet, yoruluyordum ama yaz tatiliydi, okulların açılmasına daha süre vardı ve öğleden sonra 3 gibi işim bittiğinde tüm gün neredeyse benimdi.
Hava saat 11 gibi kararıyordu.
............

Cuma, Mayıs 30, 2008

yok

...
asla ağlamamalısın,
der bir şarkı.
onun dışında
bir şey
diyen
kimse yok.
(ingeborg bachmann, bilmece)

Perşembe, Mayıs 29, 2008

ben mavi dediğimde ...(2)

Ben mavi dediğimde değil sadece güneşin doğuşundan duyduğum hazzı, kumun sıcaklığını, idrar kokusunu, kırmızının kırmızılığını nasıl algıladığımı vb., sadece kendi içgözlemimle ulaşabileceğim, bana özel, sadece benim doğrudan tecrübelerimle edindiğim ve bunu başkalarına ulaştıramayacağım (ya da ulaştırmayacağımı düşündüğüm), ulaştırmaya çabalarken içinde hep eksik bir şeylerin kalacağı bir fenomenden bahsediyorum: qualia. Qualia, içeriği gereği zihin-beden sorunun tam göbeğinde doğmuştur ve bazı felsefeciler bunun aslında bilinç (consciousness) sorunundan başka bir şey olmadığını iddia etmekte. Ben mavi dediğimde sizinle aynı maviden bahsetmiyor olabilirim derken; peki hangi frekanstır sizin için maviyi mavi yapan, maviyi nasıl anlatabileceksiniz hayatınızda hiç mavi görmeyen birisine vb., gibi soruları size cevaplanması için öne sürmem gerekiyor.

Kelimelerle değil benim sorunum ama dilin sınırları benim düşünce dünyamın da sınırlarıdır demek de doğru gelmiyor bana.

*********
Not to touch the earth,
Not to see the sun,
Nothing left to do but,
Run, run, run!

Değişik duygular uyandırıyor yukardaki sözler ama hepimizdeki duygular aynı duygular mı, aynı zihinsel durumlar mı? Ya müziği? Hala tüylerimi diken diken eden müziği?

Salı, Mayıs 20, 2008

ben mavi dediğimde...

ben mavi dediğimde, siz benim mavimden başka bir şey anlıyorsunuz belki de. aynı şey hakkında konuştuğumuzu sanıp, aslında çok başka yerlerde olduğumuz durumlarda iletişim zorlaşır. (...) o yüzden ben kelimeleri tehlikeli bulurum ve onlara güvenmem. kelimeler dolaylı yollara sokar sizi, kaybolabilirsiniz aralarında... (Micheal Haneke, 2006)

Perşembe, Mayıs 08, 2008

Yeşil Gözler

Sinema çevrelerinde özellikle senaryosunu yazdığı Hiroşima Sevgilim (Hiroshima mon Amour) filmiyle ün kazanan ama daha çok film olarak da çekilen, aralarında L'amant (Sevgili) ve La Meladie de la Mort (Ölüm Hastalığı) bulunduğu kitaplarıyla tanınan, Türkçe'ye de çevrilmiş pek çok eseri bulunan Marguirete Duras'nın sinema üzerine yazılarını topladığı Yeşil Gözler kitabı, onun pek bilinmeyen yönetmenlik özelliğini okuyuculara tanıtıyor.
....

(yazının devamını sonra tekrar yayınlayacağım.)

Pazar, Mayıs 04, 2008

Kandırmak

Kandırmak. Bu kadar mı kolaydı çocukken?
Satranç oynarken önemli bir hamle yaptıktan sonra, örneğin mata giden veya veziri alacak bir hamlede bulunduğumda, kardeşim bu hamlenin önemini anlamasın, farkına varmasın diye satranç tahtasının diğer tarafında düşünceye dalmışım gibi elimle hareketler yapardım. “Hmm, şimdi burayı oynarsa ben de burayı oynarım” tarzında parmaklarımı, sanki hamleleri bir bir planlıyormuşcasına oynatır, kardeşimin dikkatini tahtanın öbür tarafına çekerdim. Zavallı kardeşim ise benim bu sahte hareketlerime kanar, tahtanın yanlış tarafında bir taşını oynayarak güya benim planlarımı boşa çıkarmaya çalışırdı. Ben ise o ölümcül hamleyi tahtanın öteki tarafında yapmak için avucumun içini yumuşak yumuşak kaşıyarak sabırla beklerdim.

Cumartesi, Mayıs 03, 2008

Sinema dili

Marguerite Duras Yeşil Gözler’de sinema dilinin diğer dillerle, örneğin yazıyla kıyaslarken şöyle diyordu:” Gök masmavi bu sabah, güneşli” duyumunu yeniden yaratıp aktarabilecek en mükemmel araç sinemadır.”

Peki sinema diliyle şu cümleyi nasıl aktaracaksınız: “Gök hiç olmadığı kadar mavi, güneş ilk defa parlıyormuşcasına canlıydı.” Bunu sinema diline çevirmek gerçekten güçtür ve sinemaya aktarılabilecekse aynen ilk cümledeki duygu verilerek aktarılabilir. Gün ortasında masmavi bir gökyüzü, ortalarda parlayan bir güneş, belki deniz, belki kum, belki de yeşillik. Ne zaman sinemaya çevrilmiş bir eseri seyretsem hep kafamda bu vardır. Acaba yazar şu gördüğüm sahneyi nasıl tasvir etmişti kitabında. Hangi kelimeleri kullanmıştır benim bir saniye görüp geçtiğim sahne için. Belki üç sayfa yazı vardı burada ama biz geçip giderken gördüklerimiz 3 saniyede kayboluyorsa, gözlerimiz yeni hareketler arıyorsa, bir önceki sahnedeki duyguyu hissedemiyorsak bu sadece bizim yahut yönetmenin mi suçudur? Sinema dilinin bunda hiç mi suçu yoktur. Sinema dilinin sorgulanması gerekmez mi burada?

O zaman sinemayı edebiyata göre yeni başatan tanımlamak gerekir. İlk iş olarak tüm tekrar yapıları yeni yapılar olarak kurmamız gerekir. Nasıl ki başka bir dilden kendi diline şiir çeviren bir şair, şiiri yeniden yazmaktadır denirse, bir kitaptan sinemaya yapılan adaptasyon da yeni baştan bir film yapmaktır. Nasıl ki, eskiden çekilmiş filmlerin yeni versiyonları tekrar tekrar çekilirken her defasında ilk orijinal versiyonla kıyaslıyorsak ve her zaman içimizde bir tatminsizlik duygusu yükseliyorsa, yeni baştan yapılan her şeyin, her ne kadar özgünlüğü kaybolmuşsa da, yeni olduğunu kabul etmemiz gerekir. İkinci cümleyi de eğer sinemaya çevirirken birinci gibi akatarıyorsak onu da yeni kabul etmemiz gerekir.

Cuma, Mayıs 02, 2008

Cumartesi, Nisan 26, 2008

çocuk istismarına son!

Yazdım zaten müşkülpesentim diye. Skoer kardeş beni mimledi mimleyeli aklımın köşesinde ama bu kadar yoğunluk içerisinde (vallahi yalan:)) bir türlü yazamadım çocuk istismarı üzerine.

Benim bu önemli konuda eğileceğim nokta çocukların törenlerde istismar edilmesi üzerine olacak. Kendimden biliyorum, şarkı olsun, oyun olsun, ront olsun, her türlü etkinliğe katılmak küçükken çok hoşuma giderdi. Eminim şimdiki çocukların da hoşuna gidiyordur. Ama sanırım bizdeki gibi stadyumlarda küçük öğrencileri sabahın köründe tribünlere dizip ellerine renkli kareler verip, belirli anlarda yukarı kaldırıp indirten, otomatikleştirip portakallaştırdıkları hareketlerle onları birer emir kulu, robot hale getiren etkinlikler belirli ülkeler dışında pek yapan ülke kalmadı. Keza, şehre gelen "devlet böyyüğünü" karşılatmak ellerine bayrak verip yollara dizen, kendileri koltuklarda otururken törenleri saatler boyunca ayakta dikilerek izletmek, bunu da soğuk, buz gibi havlara karşın üzerine önlük veya okul elbisesi dışında herhangi bir şey giymeye izin vermeyen yetkilelerin bana hatırlattığı düşünce istismardan başka bir şey değil diye düşünüyorum.

Çocukları tören eziyetinden kurtarın diyor, topu bencilkirpi'ye doğru atıyorum.

Salı, Nisan 15, 2008

müşkülpesent

Bazı günler nedense içimden hiç yazmak gelmiyor. Eh, belli olduğu üzere o günlerde bloga da zaten uğramıyorum. Biraz önce can sıkıntısından bloglar aleminde dolaşırken farkettim: Yazmak için illa dolu mu olmam, biriktirdiklerimi dökmek için gani gani isteğimin mi olması gerekiyor diye sordum kendime. Yazma moodumun gelmesi mi gerekiyor, söylecek sözlerimin ekseriye önceden hazır ve nazır beni mi beklemesi gerekiyor? Güzel bir kaç söz, olay, muhabbet, vs., vs., olmadan birşeyler döktürümez mi insan? Sıkıcı banal bir yazı yazamaz mı? Eh günüm sıkıcı geçtiyse, yolda kimseyle karşılaşmadıysam, muhabbet edip ilginç bir şeyler duymadıysam, geçmişimden komik/hüzünlü/didaktik/epik bir anı fırlamadıysa, okuduğum kitapta, seyrettiğim filmde hissettiklerimi buraya aktarmaya üşeniyorsam, zaten uçup gittilerse aklımdakiler, içselleştiremediysem bugünü, yarını, her günü, ne olacak?
Varmak istediğim mevzu şu: Bazen arafta olur insan, ne yazmak ister, ne de yazmamak. Eğer düzenli olarak yazmaya kasan, bu işten para kazanan da değilse dokunmaz tuşlara. İlanihaye böyle gidecek değildir sonuçta, gitmesini de istemem. Zira, bizi var eden zaten, bence, kendimize ait düşünceler, duygular ve hepsinden önemlisi yaşanmışlıklardır.
Madem yazma arzum galebe çaldı, bu sıkıntıda bile bir paragraf dolusu kelime çıktı derken tamahkar olmayayım. 301. maddenin değiştirilip değiştirilmemesi üzerine dönen tartışmalar, AKP'nin kapatılma davası, türban krizi, bu krizin Kürt ve Kıbrıs sorunları gibi çözülememesi ve çözülememesinin bir Türkiye gerçeği olması, Pippa Bacca'nın canice öldürülmesi, bu katlin de ne yazık ki bir Türkiye gerçeği olması, yaklaşan gıda krizi, açıklarda bekleyen prinç yüklü gemiler, tutuklanan provakatörler, üniversitelerdeki saldırılar (çatışma değil, düpedüz saldırı), Irak'taki işgal, Filistin'deki savaş, İstanbul Film Festivali, Gençlerbirliği'nin küme düşmeme mücadelesi vermesi vs. gibi bir dolu gündem maddesi varken.
Böyle anlarda Ulus Baker'in bir yazısı aklıma geliyor. Körotonomedya'dan da baktım biraz önce ama bulamadım. Başlığı dün akşam arkadaşlarla çok fena içtik gibi bir şeydi ve edebiyatın git gide bencilleşmesini ve bireyselleşmesini (kötü anlamda) eleştiriyordu. Pek tabii ki yazının konusu Ulus'un arkadaşlarıyla bir gece önce neler yaptığı, neler yediği, geyik muhabbeti üzerine değildi.
Bu yazı da benim müşkülpsent olmam üzerine değil.

Pazartesi, Nisan 14, 2008

R for Rome

Roma, ne kadar da Ankaramsı. Neden özdeştirdim bu iki şehri bu kadar bilmiyorum. Deniz olmaması mı? Belki de. Ama tabii ki Roma'nın büyük harfle şehir olarak bir yeri var. Ankara ise Orta Asya kasabası oluyor git gide. Neyse dostlar sağolsun, Ankara kalsın diyelim ve Roma sergüzeşti üzerine neler söylenebilir bakalım:
1. Yaya ışıklarında da yayalar için sarı var. Ne var ki, yayalar asla ve nasla kurallara uymuyorlar, bizden hiç farkları yok. Gecenin ikisinde bile ışıklara uyan Kuzey Avrupalıları aradı gözlerim. Akdenizlilik bir başka canım.
2. Bütün sahte çanta, kemer, saat, gözlük, vs aksesuarları, turistik eşya satma işleri Hintli ve Pakilerin üzerine kalmış. Kolezyumun, Roma Forumunun, büyük basilicaların hemen dışında çöreklenmiş, turistik eşya satıcıları hep esmer tenli İtalyan vatandaşlarının elinde. Yol kenarlarında, yerde tezgah açma suretiyle yapılıyor satışlar. Bir de zabıta gelince etrafta koşuşturmalar başlıyor.
3. Şehirde dolaşırken sürekli ambülans sesi geliyor bir yerlerden. Ben saydım, 9 olmuştu bir kaç saat içinde. Sonra da sıkıldım, saymadım.
4. Hayatımda yediğim en kötü pizzayı Roma'da yedim. Venedik Meydanı'nda. Ama sonra başka bir yerde hayatımda yediğim en güzel pizzayı yedim. Yin Yang.
5. Metro sistemi Ankara'yla aynı. Linea A var, bir de Linea B var. İkisi de Termini (Ankara'nın Kızılay'ı)'de kesişiyor. Metroya biniş, vagonlardaki koltuklar vs hep aynı. Ama çok nemliydi metronun içi, kokuyordu biraz.
6. Küçük otobüsler var. Bildiğimiz belediye otobüslerinin cücesi. Aynı minyatürü. Bizim minibüsler gibi değil, birebir kopya.
7. Angelo Poretti: Bira, züper.

Salı, Nisan 08, 2008

bruchetta

Sanırım her ülkenin kendine has, kolay olsun, açlık da bastırsın dediği başlangıç yemekleri var. İtalyanların da işte yukarda gördüğünüz adına bruchetta dedikleri üzerinde zeytinyağı gezdirilmiş kızarmış ekmek ve onun da üstüne yerleştirilen (genelde) domatesle yapılan bir çeşit yemekleri var. Normalde para vermem diye düşünüyorsunuz (keza biz de vermedik, menüyle birlikte geldi). Lezzetli mi diye sorarsanız evet derim, zira insan aç olunca zeytinyağına ekmek bile banmayı düşünüyor.
Bu kadar ekmek yedikten sonra üstüne makarna veya pizza için yer kalır mı peki? Benim kaldı, afiyetle de yedim. Tavsiye ederim.
Danimarkalıların smørrebrødleri, Almanların sosisleri. Daha önce yazmışım.
Gurme mi olsam ne!

Pazartesi, Mart 17, 2008

disiplin!

farklı ilgi alanları mevzusunu düşünüyorum bir kaç zamandır.
iyi bir şey mi farklı şeylerle ilgilenmek, değil mi?
bir konuda uzmanlaşmak, tüm hayatını o konunun ıcığını, cıcığını mı çıkarmak, akla gelen ilk uzmanlardan olmak mı doğrusu?
pek tabii ki insanın ilgilendiği, zevk aldığı konular olabilir bir konuda uzmanlaşırken. onları hobi olarak yaparken esaslı bir uzmanlık alanı olur. o konuda bir oturuşta birkaç sayfa döşenir.
ya da sürekli olarak bir konudan diğerine atlar, her konuda bilgi sahibi olur, gerektiğinde derinleşebilecek bir altyapısı olur.
ama bu kadar farklı disiplinleri bir araya getirebilecek kapasitesi de olmalı insanın. ya getiremezse, ya tıkandıysa.
atıyorum: gödel'in teoremlerini kullanarak yola çıkıp turing makinalarından geçtikten sonra sola sapıp özgür iradeye bilişimsel bir yaklaşım getiridikten sonra kavşaktan sağa dönüp kyoto protokolü'nün mekanizmaları istasyonunda inip, gilles deluze'ün zaman-imaj teoremini kanıtlayan filmlere başlayan trene atlayıp trip hopun geçirdiği evrimler durağında beynini hoşaf olarak da bulabilir insan. üstelik üniversite eğitimi diye aldıkları bu saydıklarının ucundan kenarından geçmiyorsa.
birikim denen bunların hepsinin hakkını vermektir.
tamam ama ya elde kalan sıfır ise: işte ontolojik bir sorun.
control z, control z hakkımız olsa hayatta.

Cuma, Şubat 29, 2008

dattiri dat dat

Ve söz yerini müziğe bırakır:

Dattiri dat dat dattiri dat dat dattiri dat dat daaat dat!
Dattiri dat dat dattiri dat dat dattiri dat dat daaat dat!

Başparmak ve işaret parmağı birbirine değerek, kollar dirsekten eğik, şarkıyla beraber bir sağa bir sola, bir sağa bir sola salınarak.

Geçen sabah uykumda bunu söylerken uyandım. Güldüm kendime.

Salı, Şubat 19, 2008

bahşiş mevzusu

Herkesin başından eminim bahşişle ilgili bir olay, tartışma, vb. geçmiştir. Öğlen yemeğinde arkadaşımla da konuşmak zorunda kaldık, zira bahşişi ben vermek durumundaydım, bozukluklar bendeydi ve ben de hesabın yüzde 10'ununa yakın bir parayı bahşiş olarak verdim. O ise itiraz etti, şu kadar daha ver diye israr etti. Ben de Türkiye'de yüzde 10'un makul bir miktar olduğunu düşündüğümü söyledim. Ama aklıma da takılmadı değil, yoksa böyle bir oran yok mu? Yolda her bahşiş mevzusu açıldığında aklıma Reservuar Köpekleri'nin girişindeki o müthiş bir diyalogun yaşandığı sahnenin geldiğinden bahsettim. Bir filmde iki sevgilinin restoranda yemek yedikten sonra erkeğin yüklü bir bahşiş bıraktığını, kızın görmediği bir anda da oğlanın bahşişin yarısını geri aldığı bir sahneyi anlattı o da. Ve ben de ilk defa bahşişle tanışmamı:
9-10 yaşlarındayım. Dayımla beraber yemek yedik, hesap ödendi. Masadan kalkmak üzereyiz, gelen para üstünün bir kısmını dayım masada bıraktı. Hiç unutmam kırmızı renkli kağıt bir 20 ETL (Eski Türk Lirası). Dayım arkasını döndü, gitmek üzere. Ben parayı aldım, arkadan bağırdım: "Dayı, paranı unuttun."
Öylece öğrendim bahşiş diye bir mevzunun varlığını.

Cumartesi, Şubat 16, 2008

hayat böyle olsa

Bulent Somay Bir Şeyler Eksik kitabında anlatıyor:
Woody Allen'in Annie Hall filminden bir sahne. Alvy Singer (Woody Allen) sinemada bilet kuyruğunda beklerken öndeki iki adamın (küresel köy kavramını ortaya atan Kanadalı kitle iletişimcisi) Marshall McLuhan hakkında konuştuklarını duyar. İkisi de alenen saçmalamaktadır. Alvy Singer, bir süre sonra dayanamaz ve iki adamın tartışmalarına katılır. "Hayır", der, "öyle değil, McLuhan öyle bir şey söylemiyor". Adamlar aralarındaki tartışmayı keser, ve kendilerine karşı çıkan bu kısa boylu, gözlüklü Yahudiye haddini bildirmeye karar verirler. İçlerinden birisi "sen nereden biliyorsun ki" der. Alvy, yandaki kocaman film posterinin arkasına gider ve McLuhan'ın elinden tutarak getirir. McLuhan, soruyu soran adama döner ve "Özür dilerim, ben Marshall McLuhan'ım ve siz de benim ne dediğim hakkında hiç bir şey bilmiyorsunuz".
Alvy seyircilere döner ve sorar: "Hayat böyle olsun istemez miydiniz?"
Kim istemez ki?

Salı, Şubat 12, 2008

bir soru

kim istemez mutlu olmayı
ama mutsuzluğa da var mısın? (Cemal Süreya)

Pazar, Şubat 10, 2008

tablo dediğin

Max Ernst bir bahçe resmi yapıyor. Tablo bittiğinde, bahçedeki bir ağacın resmini yapmayı unuttuğunu fark ediyor. Derhal ağacı kestiriyor. (Jean Baudrillard, Cool Anılar III-IV)

Pazartesi, Şubat 04, 2008

"ben değilim o"

90'lı yılların ortaları, üniversitede dağcılık yapıyorum. Hoşlandığım birisi var, ama bir türlü açılamıyorum. Nasıl oldu, hatırlamıyorum, bir akşam bir yerlerde buluşuyoruz, dağcılıktan tanıdığım birilerinin evine gidiyoruz. Ev kalabalık. Benim katılmadığı bir etkinlik dönüşü toplanılmış, o zamanlar şimdiki kadar yaygın olmayan bir video kamerayla etkinlikte yapılan çekimler, video kasetten televizyona aktarılıyor, herkes televizyonun başına üşüşmüş, hep beraber görüntüler seyrediliyor. Etkinlikte yapılanlar harala gürele, neşeyle anlatılıyor. Özellikle de katılanlardan birisinin yaptıkları diğerlerinin çok hoşlarına gitmiş: aman şöyle yaptı, aman böyle yaptı, diye durmadan o anlatılıyor. Kamerada çekimleri yapan da o bahsedilen kişi ve aynı zamanda benim de adaşım. Hoşlandığım kız benim etkinliğe katılmadığımı bilmiyor ve her ismim geçtiğinde bana dönüyor ve bana bakıyor. Bana bakarken gözlerinin içinin de güldüğünü, neler yapmışsın sen der gibi olduğunu, beni takdir ettiğini farkediyorum. "Ben değilim o" demek geliyor içimden ama söyleyemiyorum. Yıkamadığım duvarları adaşımın sayesinde yıkabileceğimi düşünüyor, o anki duygunun tadını çıkarmaya karar veriyorum ama içime de bir kuşku düşüyor. Ya kameradaki adaşım çekimlerde görülürse, o insanın ben olmadığım anlaşılırsa diye. Biraz önce yapamadığım itiraf içimi yemeye başlıyor. Çekim görüntülerinin artık bitmesini istiyorum, adaşımın kamerada çekime devam etmesini, ekranda asla görünmemesini istiyorum. Çünkü o gözüktüğü anda hoşlandığım kişi anlayacak bahsedilenin ben olmadığını, büyük bir hayalkırıklığı beni bekliyor olacak.
...
Görüntüler bitmek üzere. Kamera hala adaşımda, kamp toplandıktan sonra dönüş yolunda kamyona otostop çekmişler, kamyon içindeki görüntüleri var. "Bit artık, bit artık" diye içimden dualar ediyorum. Tam bitmek üzereyken adaşım kamerayı yanındakine veriyor, kamera onu çekiyor. Yan tarafımda oturan kızlardan birisi, sanki benim sıkıntımı anlamış ve intikam almak istiyormuşcasına işte o diyor, adaşımın adını söylüyor. Hoşlandığım kız da anlıyor, bahsedilenni ben olmadığını. Beklediğim hayalkırıklığı gerçekleşiyor.
Sonra. Sonra, hayat devam ediyor.

Perşembe, Ocak 24, 2008

önemli olan

Nasrettin Hoca'nın niye başına böyle şeyler gelmemiş ki:

Müfettiş Clouseau resepsiyonda işin halleder ve odasına doğru gitmektedir. Yerde uzanmış bir köpek görür ve resepsiyon görevlisine sorar:
-Köpeğiniz ısırır mı?
-Hayır.
Müfettiş Clouseau köpeği sevmek için eğilir, "hoş köpek" diyerek tam başını okşayacakken köpek hart diye eline ısırır. Clouseau şaşırmış vaziyette resepsiyon görevlisine sorar:
-Hani köpeğiniz ısırmazdı?
-O benim köpeğim değil ki.

O yüzden siz siz olun bilin: önemli olan soru sormak değildir, doğru soruyu sormaktır.