
Salı, Aralık 11, 2007
yerim seni sosis

Salı, Aralık 04, 2007
13
-Oda numaranız mister?
-12+1.
-Peki ya sizin mösyö?
-Eee, 12+ 6
-?
Çarşamba, Kasım 07, 2007
televizyon

Sanırım Groucho Marx'ın söylemişti böyle bir şeyi: "Televizyon'u çok eğitici buluyorum. Ne zaman birisi televizyonu açsa öteki odaya geçip kitabımı okuyorum."
Ben de soruyorum, kim demiş televizyon işe yaramaz diye? Resim de kanıtım.
Bu arada resim utanmadan bir televizyon bahçesi yaratan ve bunu Guggenheim müzesinde yayınlayan video sanatçısı abimiz Nam June Paik'e ait.
Perşembe, Kasım 01, 2007
film teorisi
Hakkında yazdığım filmlerin neredeyse yarısı seyretmedim. Bundan utanmıyorum. Film tanıtımlarını yahut film hakkında yazılmış şeyleri okuyorum. Sonra da film hakkında bir teori geliştiriyorum. Filmi görmeye çekiniyorum zira filmi seyrettiğimde teorimin yanlış çıktığını görme ihtimalim var. İyi bir Hegelci olarak, tabii ki, gerçek deneyimi (filmi görmeyi) feda ediyorum.Film teorisi hakkında Slovaj Zizek bunları söylüyor. Aslında, bana göre, herkesin farkında olmadan oluşturduğu ve içselleştirdiği bir film teorisi vardır. Eğer belirli bir türün, ya da film diliyle söylemek gerekirse janrın izleyicisiyseniz, yahut belirli bir film endüstrisi ürünlerini izlemeyi reddediyorsanız (misal, Hollywood sineması) bu teoriyi oluşturmuşsunuzdur. Festival izleyicisi olmanız bile belirli bir teoriye sahipsiniz demektir. Film seçerkenki kıstaslarımız bu teorinin ürünüdür. Bence, filmin yönetmeni o filmi seçme kıstasları arasında ilk sırada gelir. Oyuncular sonraki kıstastır. Eğer yönetmeni ve oyuncuları bilmiyorsam, filmi de duymadıysam (ki bu çok makul birşeydir, o kaddar film var ki) filmin gösterildiği festivallerdeki başarısı bir kıstastır. Cannes, Sundance, Berlin ve Venedik bunlardan en önde gelenleri benim için. Pek tabii ki tüm festivaller kıstas olamaz. Çünkü genelde filmin ait olduğu ülkenin "Oscar"ları atfedilen yerel festivaller her zaman doğru sonuç vermeyebilir. Son olarak, bu kıstasların hiç biri hakkında bilgim olmayabilir ama okuduğum, beğenilerini paylaştığım dergilerdeki referansları başka bir seçim kıstasıdır. Bu sayede pek çok güzel film seyrettim.
Kendimize göre seçim yapıyoruz ve o filme gitmiyoruz ama oturup gitmediğimiz film hakkında yorum yapmıyoruz ki. Kötüdür kategorisini sokup kurtuluyoruz. Çok muhterem güzel Zizek abimiz ise oturup yazı döktürüyor. Aramızda o kadar fark olsun artık.
Perşembe, Ekim 25, 2007
akvaryumdaki balıklar ve entarili teyzeler
Altgeçitte merdivenlerden aşağı inerken hemen sağımda gördüm yaşlı teyzeyi. Başörtüsü, tek renk iki parça uzun entarisi, elinde eski moda içiçe geçmiş klipsleri iterek açılıp kapanan çantasıyla merdivenleri teker teker iniyordu. Önünde ondan uzaklaşmış ceketli amcaya sesleniyordu : "Beey, bilmiyom buraları, kaybolurum bey!"
Ben bu entarili şişman teyzeleri hep akvaryumdaki balıklara benzetirim. Kendi yaşam formlarını kurdukları evleri akvaryumdaki balıkların dünyasına benziyor bir nevi. Bu teyzeler, sokağa çıkmayı sevmezler, çıktıkları nadir günlerde de ya bir düğün yahut nişan hazırlıklarına yardıma gidiyorlardır, ya da ilaç yazdırmaya. Dışarıya adım attıkları anda etrafı büyümüş korku dolu gözlerle kolaçan ederlerken biran önce işlerini bitirip evlerine geri dönmeyi düşlerler. İşlerini bitirip evin için adım attıklarında ise ilk iş olarak oturma odasındaki koltuğa çökerek öfleme ve poflama seansına geçerler. Huzur dolu yuvalarına geri dönmüşlerdir zira. Kalp atışları normale döner, hatta kendilerine ödüllendirerek bir yorgunluk kahvesi yaptıkları da olur. Bu durum dünyanın her hangi bir köşesinde aynıdır entarili teyzeler için. Örneğin Almanya'da, yaşadığı sokakta sahipleri Türkiyeli olan bir kaç dükkan dışında ne şehri ne de ülkeyi bilen, gezen türdaşları da vardır. Sosyal hayatları ve tüm dünyaları onlar için evlerinin içidir. Düzenleri bozulsun istemezler, kendi yetiştirdikleri hemcinsleri çocuklarının da hemencecik başgöz edilip başka bir akvaryuma transfer edilmesini arzularlar, bunun için planlar yaparlar.
Bununla beraber dört duvar arasında da olsalar yaşadıkları yerlerin büyük balıklarıdırlar. Evle ilgili herşeyin tek hakimidirler ve istediklerini elde edebilmek için entrikalar çevirirler, eşlerini parmaklarını uçlarında oynatırlar. Pek tabii eşlerine belli etmeden yaparlar bunu.
Salı, Ekim 23, 2007
morning guy
Her insanın bir biyolojik saati vardır, bunu anlarım. Ama beni de anlamanızı istiyorum. Hiç de kolay değil, en verimli olduğum zaman uykuya yatmak. Zira tüm duyu organlarım açık. Cin gibiyim. Ama yatmam da gerekiyor, çünkü ertesi gün o döngüyü tamamlamak için erkenden, üfff ya.
Cumartesi, Eylül 22, 2007
boş
Pazartesi, Eylül 17, 2007
Perşembe, Eylül 06, 2007
Tiksinç bir yazı
Çikolata yiyiniz,
Beyninizi yıkayınız,
Dada dada,
Su içiniz.
Meğer bu şiir hafızamızı güçlendirmek için yazılmış. Nereden bilebilirdim. Yıllar sonra kitapçı da dolanırken bir kitap bulmam, onu karıştırmam, sonra yazmam ve yazarken bunu eski bir şiirle birleştirmem gerekiyormuş. Benim hafızamda çöp olmuş kardeşim bu arada. Çöp dedim de Sex Pistols geldi aklıma. Her şey Sex Pistols yüzünden başladı...
Cuma, Ağustos 31, 2007
cuk-gibi-oturan
İnsanın bir iç ses kayıt cihazı olmalı.
Çarşamba, Ağustos 29, 2007
okudukça
Ama neden diye sorasım geliyor? Neyi bekliyorum? Neden olmuyor, elim klavyeye gitmiyor, gidesi gelmiyor.
Yaz sıcakları deyip geçesim geliyor. Umarım öyledir.
Pazar, Ağustos 12, 2007
mizah-i Hegel
Salı, Ağustos 07, 2007
nostradamus
Çok da umurumdaydı. Benim gündemimde değildi nasıl olsa. Neyse, bir gün Ankara'da Dost kitabevinde kitap bakarken elime Nostradamus'un kitabı, daha doğrusu bu bahsettiğim yakın gelecek kehanetleri (söyledikleri iddia edilenlerden yapılan yorumları) anlatan bir kitap geçti. "Yahu, dedim kendime, şuradan bir olay seçeyim, gerçekten de doğru çıkacak mı bakayım." O dönemlerde ABD'de başkanlık seçimleri vardı ve kehanete göre Bush ikinci defa başkan seçilecekti. Yıl 1992. Neyse seçimler oldu ve Bush tekrar seçilemedi, yerine Clinton geldi. Ben de mutlu bir şekilde, kendimce haklılığımın kanıtıyla (nasıl olsa hepsinin atmasyon (atmasyon da çok atmasyon bir kelime kardeşim) olduğu ortaya çıktığı düşüncesiyle) bu konuyu kendimce kapadım, kafamdan sildim.
Geçenlerde nereden estiyse aklıma geldi. Birden aydım. Bu Bush ikinci defa SEÇİLDİ. Bu sefer yanında bir W su vardı ama tekrar seçildi. İkinci defa (hem George Bush adıyla, hem de iki defa seçimi kazanmasıyla).
Yani Nostradamus'un kehaneti doğruydu. Biraz zaman almıştı ama doğru çıkmıştı.
Peki ben Nostradamus'a inanacak mıyım bundan sonra? Pek tabii ki değil. Ama bir daha kitabı elime geçerse bir kehanetin daha doğruluğunu kontrol edeceğim. (Buraya bir sırıtma efekti lazım.)
Salı, Temmuz 31, 2007
Perşembe, Temmuz 26, 2007
aşırı olan doğrudur
Aşırı olan doğrudur. Bu cümle, bu önerme birden zihnimde belirdiğimde (durup duruken, araba kullanıyordum) hemen ardından onu düşündüm. Bu cümleyi benden önce kaç kişi kurmuştır. Sonra da şunu: bir tek bana ait olan tek bir cümle kurmuş olabilir miyim (örneğin son cümleyi)? (Enis Batur'dan alıntı)
Ya ben sadece kendime ait bir cümle kurmuş olabilir miyim? Tümüyle gramatik, konuştuğum dilin sınırları içersinde. Aslına bakarsanız teorik olarak bir dilde kurulabilecek cümlelerin sayısını sonsuz (sayılabilir sonsuz) kabul edersek (Chomsky'ye selam) herkesin böyle bir cümle kurmuş olması olasıdır. Ama teorik olarak. Günde 200 kelime haznesiyle konuşanların hiç ama hiç zannetmiyorum böylesi bir yetiyi kullanabileceklerini ( bu da benden bir örnek olsun).
Siz de düşünün bakalım sadece kendinize ait bir cümleniz oldu mu?
Perşembe, Haziran 28, 2007
midye dolma ve tarkan
-Midye dolmaya gel! Tarkan bile buradan aldı, 5 lira da hesap bıraktı, hayranlarım ödesin dedi.
Nerrrrde bu hayranlar?
Çarşamba, Haziran 27, 2007
şok güzel, şok.
Baktığı tarafa kafamı çevirdim, çok güzel diye nitelendirdiğinin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Arabamız yol boyunca tarlaların yanısıra gidiyordu. Biteviye uzanmış tarların kenarından ilerliyorduk, bazen bir mısır tarlası, bazen buğday tarlası, bazen de pamuk tarlalarının yanından geçiyorduk. Bu sefer İtalyan arkadaşımızı heyecanlandıran ise bir ayçiçek tarlasıydı. Yabancı bir ülkede her gördüğüne "şok güzel” yaftası yapıştırmayı borç olarak gören birisiyle yolculuk ediyorsanız yol boyu pek de nadir duymayacağımız bir nitelemedir bu. Nereye gittiğimizi hatırlamıyordum, arabanın arkasında yolculuk bitsin artık diye içimden geçiriyordum. Ama bitmiyordu. Bir süre sonra dualar yerlerini ilenç cümlelerine bıraktı. Burada ne işimini olduğunu sorgulamaya başladım. Sonuçta yaptığım bu işi başka birisi de kolaylıkla yapabilirdi, benim gibi birisine gerek yok diye düşünüyordum. O yüzden kendimi standby moduna getirmeye, her sıkıldığımda, her yaptığımın zaman kaybı olduğunu düşündüğümde olduğu gibi içime kapanmaya, kendime dönmeye karar verdim. Önümdeki kitaba eğildim. Her kitap okumak bir yapbozu tamamlamaktır diye içimden geçirirken bir anda sıkılgan ruh halimden kurtularak İtalyan arkadaşıma garip gelebilecek bir neşeyle heyecanına katıldım. Durup içlerine dalmak istedim ayçiçeklerinin. Henüz olmamış ya da kavrulmamış olduğu için yumuşak çekirdek parçalarını, içlerini zorlanarak ağzımda döndüre döndüre çıkartıp mideme indirmeyi hayal ettim.
Neydi beni bu bön heyecana dahil eden, bilmiyorum. Belki bir yüz, belki de bu uzun ayrılığın son günü olmasıydı.
Cuma, Haziran 01, 2007
izbandut
Where is the remote kontrol ? (Uzaktan kumanda nerede?)
Perşembe, Mayıs 31, 2007
Düz Yazı 100 Blog
Dün bu blogdaki yazıların 99’u bulduğunu görünce hemen aklıma gelmişti Express’teki Ergülen’in bölümünün başlığı. Bugün, ne şans ki, Radikal’de Teoman (!), Ahmet Erhan’la yaptığı söyleşiye bu hatırlatmayla başladığında (Teoman, Haydar Ergülen’in bölümünün başlığını yazmamıştı, belki de hatırlayamamıştı) acaba oradan mı hatırladı diyenler olmasın diye söylüyorum bunları.
Bugün benim bu 100. blogum.
Kimsenin tavuğuna kışt demeden.
Teşne olmadan,
hayhuylara girmeden,
metazori olmayan, ama
elimi bloglamanın temiz sularında yıkayan kolaycı bir tavır sergilemeden...
Ne diyorum ben ya?
...
Ne diyorum ben ya?
Neyse saçmalama hakkımı kullanıyorum. 100 blogda bir olur, olmalı da.
Dedim ya kimsenin tavuğuna kışt demiyorum.
Evriibadi,
getap stendap, dontgivapdıfayt.
Çarşamba, Mayıs 30, 2007
yarın ne zamandır?
"Tomorrow never comes until it is too late"
Şunu düşündüm: Yarın veya ertesi gün zamana ait değildir, zaman bugündür veya geçmiştir, çünkü zaman yaşanmıştır, ya da yaşanmaktadır. Zaman ne olacağını bilemeyeceğimiz bir mefhum değildir, olmamalıdır, yıllar geçerken arkamızda bıraktığımız ne kadar tarih olsa da zaman bu anı da içerdiği için farklıdır. Keza, yarın olduğu zaman bugün halini alır, bugün olduğu zaman zamana aittir, yarın geldiği zaman çok geçtir, çünkü yarın artık bugündür (böyle bi dizi vardı, değil mi?).
(Aslında güftede geçen bu satır, şarkının Arap-İsrail 6 gün savaşına binaen savaş karşıtlığını desteklediğinden farklı düzlemlerde değerlendirilmeli.)
Klibini Kar Wai Wong'un çektiği şarkının YouTube linki bu:
http://www.youtube.com/watch?v=iZKeSNZhm18
Ama şarkının orijinal ve yavaş (belki de daha güzel) versiyonunu da içeren başka bir klip linki de şu:
http://www.youtube.com/watch?v=Y4Kfcbf9I8k
Salı, Mayıs 29, 2007
kapak

Cuma, Mayıs 11, 2007
bir dakikalık
Satış temsilcisi Jozsef Pereszlenyi, Wartburg (plaka numarası CO 75-14) marka aracını köşedeki gazete satıcısını önünde parketti.
“Bir tane bugünün Budapest Herald’ı lütfen.”
“Kalmadı.”
“O zaman dünkünü alayım!”
“Dünkü de yok ama yarınki var.”
"İçinde film rehberi var mı?”
“Hepsinde var.”
“Tamam, yarınkini ver öyleyse.”
Gazeteyi alıp arabasına yöneldi. Film rehberini buldu. Bir mühdet sonra methini çok duyduğu bir Çekoslavak filmi (Milos Forman’ın “Bir Sarışının Aşkları”nda karar kıldı. Film, Golgotha yolu üzerindeki Mavi Göl’de oynuyordu, ve bir sonraki matine ise beş buçukta başlıyordu.
Daha zamanı vardı. Ertesi günkü haberlere göz atmaya başladığında, satış temsilcisi Jozsef Pereszlenyi’nin, Wartburg marka aracı ile (plaka numarası CO 75-14) Golgotha yolu üzerindeki Mavi Göl sinemasına bir kaç metre kala hız limitini aşması yüzünden bir kamyonla çarpıştığını ve dikkatsiz şoför Jozsef Pereszleny’nin kazada öldüğü haberi gözüne çarptı.
“Pestilim mi çıkacak? dedi, kendi kendine.
Saatine baktı. Beş buçuk olmuştı bile.
Gazeteyi katlayıp cebine koydu, direksiyonun başına geçti. Golgotha yolu üzerindeki Mavi Göl sinemasına bir kaç metre kala hız limitini aşıp bir kamyonla çarpıştı. Zavallı adam cebinde ertesi günkü gazete ile öldü.
Çarşamba, Mayıs 09, 2007
shining ve yazı
“All work and no play makes Jack a dull boy.”
O ana kadar yaratıcılık sıkıntısı çektiği için halet-i ruhiyesi bozulduğunu düşündüğümüz, belki de her yaratıcılık gerektiren işlerle ilgilenlerde empati uyandırabilecek olan Jack Torrence’ın artık geri dönülemez noktasıdır bu.
Gelgelelim bu sayfalar dolusu tek bir cümleyi pek çoğumuz filmde kullanılan, Jack’i o anki durumunu anlatan bir cümle olarak görmüştür. Keza cümle içinde geçen Jack’i de adamımızın kendisi sanmışızdır.
Ne var ki, işin aslı ise böyle değilmiş. Zira, “All work and no play makes Jack a dull boy” İngilizce bir deyimmiş. “Kwai Köprüsündeki Nehir” filminde de geçen bu deyim sürekli olarak yaptığı işe zaman harcayan, ara vermeyen insanların bir süre sonra sıkılacağını, köreleceğini anlatan, bu yüzden de insanların arada sırada dinlenmesinin iyi olacağını belirtmek için kullanılıyormuş. İlginç olan filmin İtalyanca versiyonunda bu tekrar tekrar yazılmış cümle, "Il mattino ha l' oro in bocca" deyimiyle (“Erken kalkan yol alır” anlamına geliyor), Almanca versiyonunda "Was Du heute kannst besorgen, das verschiebe nicht auf Morgen" (“Bugünün işini yarına bırakma”), İspanyolca aslında "No por mucho madrugar amanece más temprano" (Erken kalksan da şafak hemen sökmeyecek), Fransızca versiyonunda da "Un 'Tiens' vaut mieux que deux 'Tu l'auras'" (Eldeki bir kuş, çalıdaki iki taneden yeğdir; Elindekinin kıymetini bil) olarak, Kubrick’in de onayıyla, çevrilmiş.
Bu arada farklı yerlerde de göndermesi var. Örneğin Simpsons’da Homer Simpson’ın “No TV, no beer make Homer go crazy” şeklinde bir cümlesi, bu filme bir gönderi. Zira, Merge bu cümleden sonra eline bir beyzbol sopası geçiriyor.
Buraya kadar ki meramın tek bir amacı vardı aslında.
Bilge Erenus'un Gece adlı kitabının son cümlesidir, daha doğrusu sorusudur: "Bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?" Shining’e bakınca kurtulunamazmış diyesimiz geliyor. Gelgelim, bu film zaten korku sinemasının bir örneği, hem de çok güzel bir örneği, olarak sinema tarihinde yerini alıyor. Bana kalırsa, insanın yazmakla kurtulunamayacağı bir dünya gerçekten korku dolu olurdu.
Salı, Mayıs 08, 2007
shining: sorunun cevabı
All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy.
All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy:
-All work and no play makes Jack a dull boy.
-All work and no play makes Jack a dull boy.
-All work and no play makes Jack a dull boy.
All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. "All work and no play makes Jack a dull boy." All work and no play makes Jack a dull boy.
All work and no play makes Jack a dull boy.
All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy.
All
work and
no play
makes
Jack
a
dull
boy.
All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy.
Çarşamba, Mayıs 02, 2007
Gemici Cem
Arkadaşım, bu aralar albümü de çıkan bir grubun üyesiyle bir gece önce takılmıştır. Kafaların dumanlı olduğu bir sırada grubun üyesi Haşmet, arkadaşımın cep telefonunu kullanarak grubun diğer bir üyesi olan Cem’e mesaj çekmiştir. Yalnız, mesajı grubun üyesi olan Cem’e değil, yanlışlıkla, başka bir Cem’e göndermiştir. Ertesi gün mekandan ayrıldıktan sonra hiç bir şeyden haberi olmayan arkadaşımın telefonu çalar:
-Merhaba, dün akşam bana bir mesaj atmışssınız, ama ben sizin kim olduğunuzu çıkaramadım.
- Mesaj attığımı hatırlamıyorum. Ben Fatih’im, siz kimsiniz?
-Ben Cem.
Cem adını duyunca arkadaşım uzun zamandır görüşmediği kuzeniyle görüştüğünü zanneder.
-Aaa, Cem nasılsın? diye olaya girer, kendinden falan bahseder, hoş beşten sonra konuştuğunun kuzeni Cem olmadığı anlaşılır.
-İyi ama sen hangi Cem’sin?
-Ben Gemici Cem’im.
-Allah Allah, öyle birini tanımıyorum. Sana nasıl bir mesaj gelmiş?
-Seni çok seviyorum. Grubunuzun hastasıyım gibi bir şeyler.
O sırada arkadaşım uyanır, Allah’tan grupta başka bir Cem olduğunu bilmektedir.
-Haa, o mesajı muhtemelen dün gece Haşmet çekmiştir, diğer grup arkadaşı Cem’e.
-Aaa, Haşmet sen misin?
-Yok, ben Fatih dedim ya. Yanlışlıkla sana gelmiş mesaj.
-Haa, o zaman Haşmet’in telefonu var mı sende?
Haşmet’in telefonu verilir ve kurtulunur Gemici Cem’den.
Cuma, Nisan 27, 2007
tanrı'nın 9 milyar adı
Yukarıda, tüm yıldızlar, teker teker sönüyordur.
Hikaye ne kadar naif değil mi? Şu an yazılabilecek küçük bir algoritmayla 3 dakikada çözülebilecek bir sorun, henüz elli sene öncesinde ne kadar da tahayyüllerin ötesindeymiş. Baudrillard’ın dediği gibi bilgisayarların evrenin sonunu getireceği gerçeğini şimdi daha katı temeller üzerinde yaşıyoruz.
Dünyanın sonu artık 3 dakika ötede.
Cuma, Nisan 13, 2007
hazin'e
Perşembe, Nisan 12, 2007
gör
Çarşamba, Nisan 11, 2007
EPA davası
Peki bu davanın önemi ne, bizi de ilgilendiriyor mu derseniz cevabım evet. Zira, dava sonucunda tüm ABD'de uygulanacak yaptırımlar, önce belirli eyaletlerden tüm ABD'ye, sonra da otomobil sektöründen tüm diğer sektörlere kaymasıyla, ABD'nin dümeninde giderek Protokol'ü yürürlüğe sokmayan Avustralya'nın, Protokol'ü kullanarak herhangi bir yaptırım uygulamayan Çin ve Hindistan'ın ve Protokol'e ilgisiz kalan Türkiye gibi ülkelerin büyük abilerinden gelecek baskılar sonucunda küresel ısınma konusunda ciddi adımlar atmasına neden olacak.
Cuma, Nisan 06, 2007
Salı, Mart 27, 2007
Cumartesi, Mart 10, 2007
yığın

Chomsky’nin matematikten asıl edindiği yeni kavram, genelleştirme ve kuramsallaştırmaydı: Dilbilimciler artık öyle kural ve tanımlar bulmalılar ki, bunlar bir dildeki tüm olası cümleleri oluşturabilmeli, ama olmayacakları dışlamalıdır. Yalnızca böylesi bir üretici gramer, dili tutarlı yorumlamayı ve çözmeyi sağlayacaktır.
Yukarıdaki kelimeler yığını böyle bir kural ve tanım silsilesinin örneği (Resmi büyütmek için üzerine basabilirsiniz). Dilin içinden çıkan bu kurallar, basit bir mantıkla, bir dilde yazılabilecek en uzun cümleyi sonsuz kelimeden oluşacak hale getirebilir. Her ne kadar düşüncemizin sınırları dil olsa da bir dilin kurallarıyla oluşturulacak cümlenin sınırsız olması garip değil mi?
Çarşamba, Mart 07, 2007
Salı, Mart 06, 2007
resim ve tasvir (1)'e öykünme

Perşembe, Şubat 22, 2007
metafor
Anlatılacak hikayelerin de uçup gitmesini zorunlu kılıyor bu durum. Oysa. Oysa tek tek harflerle kuracaktım onunla aramdaki o köprüyü.
Salı, Şubat 06, 2007
clémentine gözlerini kapattığında
Benim için hatırlattığı dönem cumartesi sabahları kardeşimle ve arkadaşlarımızla gittiğimiz mekanda bilardo veya masa tenisi oynarken oyuna ara verip diziyi seyredişimiz, hesabı babama yazdırışımız, spor salonunu dilediğimizce kullanışımız, kocaman futbol sahasında istediğimiz gibi koşturmamız, bisikletle koca bir alanın etrafında dolaşımız, herşeyin o yaz sıcağının altında bizim elimizin altında olması ve en çok zevkin çıkaranın yine biz olmamız.
Clémentine, quand tu fermes les yeux
Clémentine gözlerini kapattığında...
Ben de kapatıyorum ve hatırlıyorum.
Salı, Ocak 30, 2007
Demek ki
Hayatın sandığımızdan daha derin, dünyanin daha anlamlı bir yer olduğunu hissetmek için insanın gece yarisi çarpan pencerelerin gürültüsü, perdeler arasından karanlık odanın içine esen bir rüzgar ve gökgurültüleriyle uyanması mi gerekiyor?
Pazartesi, Ocak 29, 2007
tutuklunun ikilemi
Buna uygun bir senaryo ise tutuklunun ikilemi senaryosu. İki şüpheli bir soygun sonrasında tutuklanmışlardır, ve ayrı odalarda sorguya çekilmişlerdir. Sorguyu yapan polisler şüphelilere bir öneride bulunurlar. Eğer süphelilerden birisi suçunu itiraf eder, diğer süpheli reddederse, suçunu itiraf eden serbest kalacakken diğeri 10 yıl ceza alacaktır; eğer suçu ikisi de reddederse beşer yıl, eğer ikisi de itirafta bulunursa ikişer yıl alacaktır. Bu durumda tutukluların nasıl cevap vereceği, ya da nasıl bir strateji geliştireceğine dair bir yaklaşım bulmak gerekmektedir. Birbirlerinden habersiz karar vermek zorunda kalan şüphelilerin vereceği en makul karar itiraf etmektir. Bu sonuç Nash dengesini verir, zira her iki şüpheli de rakibinin itiraf stratejisi karşısında kendi stratejisini değiştirmek istemez.
Çarşamba, Ocak 24, 2007
301 kere

Cuma, Ocak 19, 2007
Televizyonda
Perşembe, Aralık 07, 2006
angaragücü taraftarı
- hoca çıkar şunu ya! yeter artık!..
(sözlükten alıntı)
Perşembe, Kasım 30, 2006
metinde punctum
Çarşamba, Kasım 29, 2006
paylaşılan an
Salı, Kasım 28, 2006
Dolmuşta
-Bu yüksek binalar Basın Sitesi mi?
Şoför, ya kendini sıkıştıran arabadan kurtulmanın yollarını aradığından kafası meşgul olduğundan duymadı, ya da duymamazılığa gelerek soruya cevap vermedi. Teyzenin sorusu havada kaldı.
Dolmuş sıkışılıkta bir süre daha gittikten sonra teyze, yol boyunca yapmış oldukları muhabbetin samimiyetine güvenmiş olarak tekrar sordu:
-Bu binalar Basın Sitesi mi?
Şoför yine cevap vermedi. Teyzenin suratı asıldı, tümüyle önüne döndü.
Dolmuş biraz daha gitti. Teyzenin hemen arkasında oturan başı bağlı başka bir teyze, iyilik etmek istediğinden olacak lafa karıştı:
-Basın sitesinin binaları işte burası.
Ne var ki, biraz önce cevap alamamanın moral bozukluğundan olacak teyze cevapla hiç ilgilenmedi bile. Biz yolculara ise bir kaç dakika boyunca o trafik sıkışıklığında havada asılı kalan bir kaç söz kaldı.
Perşembe, Kasım 16, 2006
önce ağaçlar
Salı, Kasım 14, 2006
Kar Wai
-Seyrettiğiniz ilk filminin "In the mood for Love" olduğu bir yönetmeni sevmemeniz mümkün değildir. Daha önce hiç bir örneğini görmediğiniz Hong Kong sinemanın hiç bilmediğiniz bir kültürün üzerinden akan bir film. Kadınların bir biblo gibi giyim tarzlarından, makyaj biçimlerine kadar bir gerçekliğin barındığı bir yapı. Ve müzikler. O müziklerin ve filmin içerisine yedirilmesi. Savaş filmlerinde kendinizi kahramnın yerine yerleştirmezsiniz, daha çok iyiyle kötü arasındaki bir savaşta iyiyi tutma meyildesinizdir. Ama aşk filmlerinde duyduğunuz sızı, sizi kahramanın yerine geçirir, film artık sizin aşkınızı anlatır. Ve yaşadığınız an buna uygunsa herşey hazırdır, ıstırap için. Bir de üstüne Nat King Cole.
(Devam edecek...)
Cumartesi, Kasım 11, 2006
Cool
Max Ernst bir bahçe resmi yapıyor. Tablo bittiğinde bahçedeki bir ağacın resmini yapmayı unuttuğunu farkediyor. Derhal ağacı kestiriyor.
Pazar, Ekim 29, 2006
Zırvalamalar I
Pazartesi, Ekim 23, 2006
özgürlük vs.
Aslında bu soru ilk bakışta oldukça banal bir konunun da içeriğin oluşturur. Üzerinde binlerce kitabın yazıldığı, herkesin artık üzerinde düşünmesine gerek kalmadığını hissettiği, söylenecek sözün eskisinin reprodüksiyonu olma gibi bir sıkıntıya düşebileceği bir konu. Biliyorum ama arkadaşımla konuşurken bana özgürlüğün sınırları olması gerektiğini anlatmaya çalışması bugün ABD'nin 11 Eylül sonrası, geçmişin de bürokratik ülke deneyimleri ışığında tekrar tartışılmaya başlanması ilgilendiriyor. Evet, özgürlük tek başına ne kadar anlamlı sorusu önemli bir sorudur? Peki tek başına eşitlik ne kadar anlamlıdır? Veya özgür veya eşit olmadan kardeş olmak ne demektir? Birisinin fazlalığı diğerini bastırdığı zaman mı sorun olur, birisinin azlığı diğerlerini manüple ettiği zaman mı?
Karar sizin..
Cuma, Ekim 06, 2006
Yine Gençler
Bugün o noktadan çok uzaktayiz, en azindan ben tribünlerden bu tezahürati Ankara'da uzun zamandir duymuyorum. Ankaragücü ise zaten o eski “bastır Angaragücü” günlerinden çok uzak, kümede kalma savaşı veriyor her yıl. Gençlerbirliği ise o oynadığı sezon herkesin takdirini ve sevgisini kazanıp İstanbul oligarklarına saha dışında yenilip 3.lügle yetinmek zorunda kaldığı ve UEFA’da Avrupa’nın adı-sanı iyi duyulmuş rakiplerini içerde-dışarda yenerek 4. tura kadar yükselmesiyle ve sonunda sempatizanlarını taraftarlığa devşirmesiyle Ankara’nın en iyi takımı haline geldi.
Cuma, Ağustos 25, 2006
Geçen bir senenin ardından
Pişman mıyım? Hayır tabiiki, yine olsa yine yapardım.
Ya herru, ya merru...[zafer işareti]
North by Northwest

Alfred Hitchcock'un başarılı filmlerinden 1959 yapımı North by Northwest'in (türkçeye Gizli Teşkilat adıyla çevrildi) en bilindik ve ünlü sahnesi hiç kuşkusuz Cary Grant'ın mısır tarlasında üzerine doğru gelen planörden kaçma sahnesidir. Cary Grant açık alanda, kaçabileceği hiç bir yer yokken planörle yüzyüze gelir. Planör Cary Grant'ın üzerine doğru alçalır, alçalır, Grant koşar, uzaklaşmaya çalışır, yüzündeki korku ve dehşetle birlikte. Planör tam çarpacakken Grant kendine yere atar. Bu durum bir kaç kez tekrarlanır. Burada çaresizliktir verilmesi istenen duygu. Dev makinalara karşı insanın yalnızlığı ve yetersizliği. Ama aynı zamanda komiktir bu sahne. Denk olmayan iki gücün mücadelesi ve belki de uçağın asla yere bu kadar yakın geçemeyecek olmasıyla beraber abartılı yüz ifadeleri ve hareketler. Vincent Gallo, Kusturica'nın Arizona Dream (Arizona Rüyası) filminde bir yarışmada bu sahneyi canlandırır. Sahnede uçak yoktur, sadece görüntüsü vardır uçağın. Vincent Gallo'da perdeden gelen uçağı gerçekmişcesine karşısına alır ve uçak yaklaştıkça Cary Grant'ın yaptıklarını aynısını yaparak kendini yere atar. Yarışmayı kazanamaz Gallo ama (çöl şehirlerinde kimsenin bu ironilere aldırdığı yoktur zira) bu taklitle oldukça başarılı bulunur.
Salı, Ağustos 22, 2006
yalan da yalan-- yalan argosu
afiş, afsiyon, atmasyon, ayak, bom, derav, dolma, dubara, dümen,endaht, eftamintokofti, film, gır, güm, hikaye, kafes, kantin,kaşkariko, katakofti, kıtır, kıtırbom, kofti, koftiden, manita, mantar, martaval, masal, maval, numara, palavra, pandispanya gazetesi, perdah, pestil, piyaz, polim, sinema, tav, tıraş, tırışka, tırışkadan nağmeler, tirişko, torpil, ufak at da civciler yesin, ustura, uydurmasyon, uyduruş, yaldız, yüksek ustura.
(http://listweb.bilkent.edu.tr/kadin/2001/Feb/0021.html) den
Cumartesi, Ağustos 12, 2006
Ama't
Cuma, Ağustos 11, 2006
Baba ve piç
Cuma, Temmuz 14, 2006
Kyoto Sözleşmesi ve Türkiye (A)*
"Türkiye, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında ve sürdürülebilir kalkınma ilkesi doğrultusunda, bir yandan kalkınma hedeflerini gerçekleştirirken, diğer yandan iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin azaltılmasına yönelik olarak yürütülen bu küresel ortak eylemde yerini almak için sözleşmeye 24 mayıs 2004 tarihi itibariyle 189. taraf olarak katılmıştır. "
Türkiye, Kyoto Sözleşmesi'ni imzalamamış olmasına rağmen Sözleşmeye taraf ülkelerden birisi. Sözleşmeye taraf olması ise Sözleşmenin yükümlülüklerini yerine getirme anlamına gelmiyor. Hatta Sözlşemeyle ilgili eleştirileri de bertaraf etmek konusunda yardımcı oluyor, küresel ısınma sorunlarını halının altına süpürülmesine hem içte hem de göz boyayarak yapılmasını sağlıyor.
"Türkiye’nin küresel ısınmaya sebep olan karbondioksit (CO2)emisyonu üretme bakımından kişi başına düşen sorumluluğu diğer OECD ve Avrupa Birliği ülkelerine göre daha azdır." "Türkiye kalabalık nüfusuna rağmen ekonomisinin küçük olması nedeni ile, karbondioksit emisyonları açısından, hem toplam, hem de kişi başına yıllık değerlerleriyle, OECD ülkeleri arasında arka sıralarda yer almaktadır Türkiye'nin kişi başına elektrik tüketimi de aynı şekilde, OECD ülkeleri arasında sonuncu gelmektedir. Türkiye’de enerji üretim ve tüketimi hızlı bir artış göstermekle birlikte, henüz yeterli düzeye ulaşılamamıştır. Ayrıca, kişi başına toplam birincil enerji arzı açısından, 1,07 TEP/kişi olan Türkiye değerinin dünya ve OECD değerlerinin altında olduğu görülmektedir."
İşine geldiği zaman dünyanın en büyük 20. ekonomisiyiz diye övünüp iş salımların azaltımı konusuna gelince ama bizim ekonomimiz küçük, salımlarımız diğer ülkelere göre düşük demek bir çeşit ikiyüzlülüğe işaret etmez mi? "Bizim küresel ısınma konusunda suçumuz yok, dünyanın iklim değişikliği konusunda geldiği durumda sorumluluk size ait, siz nasıl gelişirken, endüstiriyelleşirken hiç bir kurala bağlı kalmadan olarak bu gazların salınımını yaptıysanız, biz de sizin geçtiğiniz yollardan geçerken aynı şeyleri yapacağız. Ne zaman ki sizin gelişmişlik seviyenize geliriz, o zaman oturup konuşuruz. O zamana kadar bizim de kirletme hakkımız var" mantığına karşı ne söylenebilir ki? İyi de biz de aynı gezegende yaşamıyor muyuz? Bizim de dünyalı olarka sorumuluk almamız gerekmez mi? Sadece bizim değil, ekonomileri bizden daha hızlı büyüyen Çin'in ve Hindistan'ın da bu sürece dahil edilmesi gerekmez mi? soruları geliyor aklıma.
"Türkiye’de elektrik enerjisi talebi, ağırlıklı olarak termik ve hidrolik kaynaklardan karşılanmaktadır. Jeotermal ve rüzgar enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının payı ise henüz hayli düşüktür. Termik üretimde, enerji kaynakları arasında linyit önemli bir yer tutmaktadır. "
Bir de buna nükleer enerjiyi eklemek gerekecek ileriki dönemler için. Nükleer enerjiyi kullanım bizi nükleer ülke sınıfına getirmeyecek ki. Sadece atom santraline sahip bir ülke olacağız. Çünkü, nükleer teknoloji kullanımı tamamıyla dışa bağımlılığa bereberinde getirecek. Türkiye'de potansiyeli fazla biyoyakıtların kullanımı, en azından yerel düzeyde enerji ihtiyacını sağlanmasında dışa bağımlılığı azaltabilecekken, aynı şekilde rüzgar enerji potansiyeli tamamıyla gözardı edilirken olcak bunlar.
"Türkiye tüm bu gerçekler ışığında, uluslararası anlaşmalara uymakla birlikte her şeyden önce ekonomik büyümesini sektörel kalkınma politikalarında çevre boyutunun gözetildiği sürdürülebilir kalkınma anlayışı çerçevesinde gerçekleştirmek zorundadır." (İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Ve Türkiye Raporu'ndan)
Yani nasıl bir sürdülebilir bir kalkınma anlayışıdır ki bu işin içinde gelecek kuşakların küresel ısınma sorununu göz ardı etmekte beis görmüyor?
Salı, Temmuz 11, 2006
Resim ve Tasvir (3)

Bir zamanlar bir Danimarka krali varmış. Bu kral merdiven çıkmaktan hiç hazzetmezmiş. Bir gün başmühendisini çağırmış yanına ve "Bana öyle bir kule yap ki merdiven çıkmak zorunda kalmayayım" demiş. Mühendis, düşünmüş taşınmış ve asansörü bulmuş, demiyeceğim çünkü henüz 17. yüzyıldayız o zamalar, nerede o asansör teknoloijisi. Neyse, mühendisimiz asansörü bulmak yerine kolay yolu seçmiş ve içerisinde kralının hafif eğimle yolda yürür gibi çıkabileceği bir kule yapmış. Kral da çok mutlu olmuş.
- İyi ama kral, merdivenlerin çıkmasının zor ama inmesinin kolay olduğunu bilmiyor muymuş?
-Üfff, kral işte, tembel adam, ne olacak.
Salı, Temmuz 04, 2006
Resim ve Tasvir (2)

Resime baktığımda kafamda bu merdivenlerden kimin ineceği sorusu vardı. Nedendir bilmem, cırtlak kırmızı elbisesi, kırmızı şapkası, topuklu ayakkabıları ve pürüzsüz cildiyle, Hollywood filmlerinden fırlamış bir aktris beklediğimi düşündüm. Sonra aklıma bir duvar saati geldi, her tik-takıyla atılan bir adımın topuklu ayakkabıdan çıkan sesinin tuğla duvarda çınlamasını istediğim. Her saniyede yavaş yavaş aşağı indiğini bildiğimiz bir kadın. Ama ne yazık ki ne zaman karsımıza çıkacağını bilmediğimiz birisi.
Cumartesi, Temmuz 01, 2006
2. şahıs hikayeleri (2): nibbana
Sonradan öğrwenirsin, senin Nirvana diye bildiğinin aslı Nibbana'dır. Karmanın aslı Kamma olduğu gibi..
Perşembe, Haziran 29, 2006
umarsızca
Başından kaynar sular dökülür. Bilmiyorsundur bunun okuluun bando takımı seçmeleri olduğunu. O renkli formayı giyip, "çabalama kaptan, çabalama kaptan, çabalama çabalama" ritmiyle, elinde o yandan bağlanmış bateriyle geçiş yapmanın ve derslerden kaytarmanın zevkinden mahrum kalmışsındır.
Hayatın boyunca da o günkü umarsızlığına bir küfür sallarsın. Neyi nerede yapman gerektiğini öğrenmen konusunda tecrübe edinirsin. Çocuksundur, asker gibi, başında sert bir öğretmen eşliğinde yürümek istemezsin, ama o renkli bando takımı yok mu? İşte sadece o zaman; elinde borazan, sırtında bateri, müzik eşliğinde, eğlenerek yürürüm dersin.
Çarşamba, Haziran 21, 2006
ne zaman "biliriz"?

Bildiğimizi veya öğrendiğimiz an nedir?
Hangi ana kadar edindiğimiz bilgi (knowledge) sadece bilgidir (information)?
Bilmediğimizin ne kadar farkındayız?
Bilmek, bilmemek ve belirsizlik arasındaki geçişleri ne belirler? Bilmekle diğerleri (bilmemek ve belirsizlik) arasında geçiş var mıdır? Olmamamlı mıdır?
Geçiş dönemi, gerçekten de belirsizlik dönemi midir? Ya da geçiş dönemi basbayaği bilememek midir?
Bütün hayatı boyunca bu belirsizlikte (geçiş döneminde) yaşamak gerçekten de rahatsız bir durum değil midir?
Pazar, Haziran 04, 2006
lekesiz aklın sonsuz günışığı
Jim Carrey'in adını görüpte gülmekten kopacaklarını düşünüpte filme gelen zavallıları düşününce hoşuma da gitmiyor değildi. Salonda filmin başında her lafa gülme eğiliminde olanlar bir süre sonra dumura uğrarken, filme kalabalık gelen yaşlı başörtülü teyze guruhu ise antraktan sonra kaçtı. Eeee, ne de olsa birazcık da olsa zeka gerekmiyor değil, bu kadar zekice kurgulanmış flash-back ve flash-forwardları kapabilmek için. Kurgu, evet, süperdi. Memonto gibi ustaca kotarılmiş, dahiyane denebilecek bir anlayış. Hikayede ilginç ve Kaufmanvari olunca bundan iyisi Şam'da kayısı diyesimiz geldi.
Kurgu konusunda söylemek istediğim bir şeyler var aslında: son yıllarda oldukça moda bu. Tarantino'yla başlayan (benim sinema hayatım için söylüyorum) kurgunun başının sonunun birbirine girmesi olayı (ve baş kahramanın filmin orta yerinde ölüvermesi gibi) Pulp Fiction'daki sıradışılık, sonrasinda Irreversible, Memento gibi filmlere kayıvedi. Momento örneğin tamamıyla sondan başa düz bir hatta giden bir filmdi (onu ilginç kılan da buydu), hafıza sorunsalına da eğiliyordu ama Eternal Sunshine ise tam anlamıyla çorba diyebileceğimiz bir yapıda. Dikkatle seyrettiriyor, üzerinde düşündürtüyor ve sizi en can alıcı konuyla vuruyor. Hatıralar, geçmiş ve bittabi aşk.
Kusursuz olmayan, olmayacak, sonucu belli olsa dahi sonuna kadar gidilecek, o anın yaşanacağı aşk. Zihinde sadece onunla yer etmeyen, bilakis onunla yaşananalarla yer eden, örneğin seyredilen bir filmin onunla seyredilmiş olmasından dolayı hafızaya kazınmış olmasından müstarip, o an zihinden silinirken o anla birlikte silinen bir filmin meşekkatli varlığına selam eden bir duygu olsa gerek aşk.
Bilişsel bilimlerden az biraz anlayan bir insan herhalde filmdeki hafıza konusuyla kafa yormalıdiye düşünüyorum. Hafızanın Lacuna şirketinin elemanlarının bilgisayarlarında yaptığı gibi belirli öğelerinin tek tek silinmesnin sağlanması biraz boşa kürek çekmek gibi geliyor bana. Çünkü beyin, evet oldukça, modüler olsa da, hafizanın bir şekilde compute edilebilir hale getirilmesi, beynin neuroscience alanındaki diğer çalışmalarının (örneğin rüya) çözülmesi anlamına geliyor. Eğer spesifik konulardaki hafızayı silen bir yazılım programı geliştirirseniz, beynin yapısını da çözersiniz derim ben.
Perşembe, Mayıs 25, 2006
cok yazmak veya yaz(a)mamak
Ben yokken yine gündem değişmiş, neler olmuş neler. Cin Ali serisinin çılgınları yine birilirini vurmuş, Eurovision'da Lordi birinci olmuş (Bilmiyorum Athena'ya Eurovision'da ne işi var diye laf atanların bayağı bayağı bir metal parçasının birinci seçilmesine ne gibi yorumda bulunduklarını. Keza 2004 yılındaki yarışmada Athena'nın ska parçası bomba gibiydi, arkadaşların evinde yarışmayı seyrederken hem kafamın hem de şarkının güzelliğinden bir bardak şarabı o süper koltuğun üzerine boca etmiştim. İşin kötüsü bu o geceki üçüncü sakarlığımdı ve artık utandığımdan mı sarhoşuğumdan mı söyleYEmedim, ama ev sahibi cocuk durumun farkındaydı, o da benim durumuma bakarak la havle mi çekti ya da nerden çattık buna mı dedi bilmiyorum. Velhasıl kelam kafa bir çocuktu ve sorun yapmadı. Sonuçta güzel güzel eğleniyorduk, ama bazıları (bunu ben kendime söylüyorum) ağzıyla içmiyordu. Ama ben içimde hep bunu taşıdım, ben o koltuğa o şarabı döktüm ve doktüğümü söylemedim, ama bir sorun niye? Valla çok utanmıştım, bir kez daha bir sakarlık yaptığımı göstermek istememiştim. Ağlamak istiyorum ben niye bu kadar sakarım diye yaa...), başka başka, hmm, dolar euro artmış, Nuri Bilge Ceylan maaile Cannes'da döktürüyormuş, eksi sozlüğe erişim (güya- sadece www.eksisozluk.com- çünkü diğer adresleri sourtimes.org gibi, duruyor) engellenmiş...
Neyse ki gundem olmaktansa gundemi az bucuk sonradan da takip etmek idare eder:
Eksi sozlük le ilgili banner:
http://www.netlarus.com/eksisozluk/
Çarşamba, Nisan 19, 2006
Atık mevzusu
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4276996.asp?gid=0 deki haberden sonra yapılmış bir yorum ilgimi çekti.
"biz türküz bizim halkımıza bişey olmaz. o koca koca varilleri oraya gömen hangi firmaya ait olduğuna söyliyemicek kadar kadar güclü bi siyasi iradeye sahibiz. yasaşın biz türküz
yaşasın biz müslümanız."
Pek çok şey, anlatıyor aslında yukardaki sözler.
Hürriyet gazetesinin arşivinden bu konuyla ilgili linkler:
http://www.hurriyet.com.tr/sondakika/4259760.asp?sd=2
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/4259153.asp?yazarid=93
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4278458.asp?m=1&gid=69
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4276989.asp?gid=0
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4276994.asp?gid=0
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4276995.asp?gid=0
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4276996.asp?gid=0
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=4252266&tarih=2006-04-13
http://www.hurriyet.com.tr/sondakika/4220985.asp?sd=2
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4263919.asp
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4268571.asp
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4266264.asp?gid=0
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4255732.asp?gid=69
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4255194.asp
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/4267102.asp?gid=0
Cuma, Mart 31, 2006
astronotu öldürmek
agd olmak: kotu bir calim yiyerek dengesini kaybetmek.
bacağını eline vermek: rakibini ikili mücadelede kotu sakatlamak.
çift yumurta sarısı olmak: iki sarı karttan kırmızı kart görmek.
çokoprens almaya göndermek: etkili bir çalımla rakibini geçmek.
çuval: çok gol yiyen kaleci.
dansa kaldırmak: futbolcunun rakip oyuncuyu top sürmek ya da koşmak konusunda engellemek için sarılması.
dilenci çükü gibi girmek: çok zorlanarak gol atmak.
di büdü şakire dudu: dört büyükler için anadolu takımları taraftarlarınca alay yollu olarak kullanılır.
el şeyde beklemek: hiç koşmadan kendisine pas verilmesini bekleyen beleşçi forvetler için söylenir.
eşeği götünden yemlemek: kötü pas vermek.
kızı kaçırıp babasına iade etmek: penaltı kaçırmak.
Tam liste:
http://www.pisburun.net/betikyurdu/argo/index.htm
hatim şut!
(Salman Rushdie'nin "Harun ile Öyküler Denizi" kitabının kahramanlarından birisi. Hatim Şut'un ne demek olduğu kitapta yazıyordu ama Rushdi'nin bu kelimenin orijinali olarak ne kullandığını merak ettim ve biraz araştırmayla Khattam Shud olduğunu buldum. Ha, ne işine yaradı diyeceksiniz. Sadece merakımı gidermiş oldum. Ama kelime zaten Fars kökenli, bunun İngilizce yazılış şekli bu. Zaten Hatim kelimesi TDK sözlüğünde de son anlamında geçiyor.)
Tez bitti, tez bitmedi belki ama sonunda bitti.
İyi biten herşey iyidir.
Hatim Şut.
yeşil gol
Bunun için atıkların gerek stad içinde ve gerek dışında daha verimli ve çevreci bir şekilde yeniden değerlendirilerek daha az atık üretilmesinin ve ortaya çıkacak atıkların en hızlı şekilde yok edilmesinin sağlanması, sera gazları salınımının artmasının en önemli nedeni olan artacak ulaşım talebinin toplu taşıma araçlarıyla minimize edilmesini, stadların aydınlatılmasından, havalandırılması ve ısıtılmasına kadar gerekli kaynakların daha teknolojik ve temiz enerji kullanımıyla sağlanması, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı ve kullanılan temiz suyun gereksiz tüketimin en az indirgemek için gerekli önlemlerin alınmasını içeriyor.
Pek tabii ki bunların hepsinin yapılması sonucunda bile sera gazı salınımlarında artış engellenemiyecek. Bu yüzden de yeşil gol 'ün hedeflerinden birisi olarak Kyoto sözleşmesinin Temiz kalkınma Mekanızması dahilinde Hindistan'ın Tamil Nadu bölgesinde tsunamiden zarar görmüş köylülere yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanacakları bir şekilde köylerinin yeniden inşasına yardım etmek olacak. Bunun için Alman Futbol Federsayonu projede kullanılmak üzere 500000 Euro ayırmış durumda.
Cuma, Mart 24, 2006
bulanık
Çarşamba, Mart 22, 2006
Perşembe, Mart 09, 2006
özgür iradeye deneysel bir yaklaşım
Burada ilginç nokta şu: Bir hareketi yaptiğimız anda onu seçmiş bulunuyoruz. Yani hareketi yaptığıımız an zaman olarak sıfır anı ise, hareketi yapmayı seçme anımız zaman çizgisi içerisinde eksi bir noktada duruyor. Yani zaman içerisinde geriye doğru bir yönelim var. Tüm bunları ise şöyle okumak mümkün: Bir hareketi yapmayı seçiyorsak, öncesinde o hareketi seçmeyi seçmemiz gerekiyor. Hareket, hareketin yapıldığı anda değil, daha öncesinde yapılmış oluyor. Ve hareketin 200 milisaniye öncesine kadar da bu hareketi yapıp yapmayacağımız belli değil. Hareketi yapmak için hazır olma durumu 550 milisaniye öncesinde başlıyor ama geçen 350 milisaniye içerisinde hareketi yapmayı onaylayıp onaylamıyacağımız belli değil. Ne olursa olsun, hareketi başlatma işi belli bir özneye (agent) bağlı değil, ki bu da özne nedensellemeye karşı geliştirilebilir bir argüman olsa da, hareketi onaylama mekanızması bir öznenin eli altında. Keza bu nokta da bilinçli bir sürecin başlama noktası. Kısacası özne nedenselleme hala sapasağlam duruyor.
Cuma, Mart 03, 2006
çeviri mevzuu

Çevirmenlik zor zanaat. Kendi yaptığım amatör çevirilerden de bildiğim kadarıyla gerçekten de uğraşı gerektiren, bunun yanında çevridiğiniz dile hakimiyetinizi sınayan, çevirirken de öğrendiren bir iş. Dil biliyorum diyen herkesin bile üstesinden kolay kolay gelemeyeceği bir zorluklar bütünü. Çevirmenin çevirirken, çevirdiği kitabı yeniden yazdığını düşünmüşümdür. Pek tabii ki bir şiir kadar olmasa da, keza şiirdeki özgürlüğü bulmanız her zaman olası değildir, roman çevirmek de başlı başına yeni bir yazmadır. Bu da çevirmene istediği özgürlüğü verir. Peki bu özgürlük yazarın kendi çevirdiği kitabı da sansürlemesi hakkını da doğurur mu? Pek tabii ki değil. Eğer kitap hoşunuza gitmiyorsa çevirmezsiniz olur biter, yok kitap da hoşunuza gitmeyen paragraf(lar), satırlar varsa da herşeyden önce okura saygınızdan dolayı da sansür mekanızmanızı harekete geçiremezsiniz. Kitabınızda 1453 yılı "gülyabanilerin" geliş yılı geçiyor diye bu cümleyi Türklüğe hakaret gibi bir mefhum içerisine koyarak sansürlemeniz de doğru değildir, olamaz. Gerçekten de bu çeviri olayını "Çılgın Türkler çeviri işinde" gibi içinde Çılgın Türklerin olduğu Cin Ali serisine de sokmanızı mümkün hale getirir.
Bir de (tekrar olacak ama) Perec'in Disparation (Kayboluş) romanıyla ilgili, daha doğrusu çevirisiyle, olarak yeni tartışmalara var. Hani şu "e" harfinin hiç kullanılmadığı kitap. Gerçi kitabın yazarı gereken cevabı vermiş. Örneğin kitapta 5. bölüm neden atlanmış (ve çeviri de 6. bölüm olmuş) da, yok kitaba olmayan bölümler (26 bölüm yerine 29 bölüm) eklenmiş ve çevirmen de orjinal kitapta olmayan şeyler yazmış şeklinde. Çevrimenin lafı gediğine sokarak verdği cevapta, orjinal kitapta 5.bölümün olmamasının nedeni (bir düşünün bakalım) "e" harfinin alfabede 5. harf olması, ve bu harf Türkçe'de 6. harf olduğu için, ve evet doğru tahmin, Türk alfabesi 29 harften oluştuğu için çevrimenin kendi tercihi doğrultusunda yeni bölümler eklenmiş olmasından kaynaklanıyor. Bu tercih sorunsalı İspanyolca çeviride "e" harfi yerine "a" harfinin kullanılmasına da vesile olmuş yine aynı cevapta öğrendiğimiz üzere.
Bu polemik devam eder gibime geliyor..
Pazar, Şubat 19, 2006
Run, Forrest run!

Eeee, sizin için sorun yok. Kapatıyorsunuz pencereyi, başka bir sayfaya geçiyorsunuz. Sıkılıyorsunuz, olmadı, kapatıyorsunuz bilgisayarı. Gece oluyor uykunuz geliyor, yatıyorsunuz. Uyanıyorsunuz, işinize gidiyorsunuz. Peki ya yukardaki garibimi kim düşünüyor bakalım? Siz bu pencereyi kapatsanız, hayatınız bir şekilde devam etse de o koşmaya devam edecek. Sürekli, durmadan. Nereye koştuğunu bilmeden, niye koştuğunu bilmeden, bu soruyu bile kendine soramadan orada kalacak. Aklıma mitolojide Tanrı Zeus'un gazabına uğradığı için sürekli olarak bir dağın tepesine taş taşımak zorunda kalan ve her seferinde tam taşı yukarı çıkracakken kayıp tekrar başlamak zorunda kalan bir Tanrı (şu an adını hatırlamaıyorum) geldi. Sonsuz döngü denir bilişimde buna.
Zavallı adam...
Cuma, Şubat 10, 2006
Çevre üzerine
Çarşamba, Şubat 08, 2006
Resim ve Tasvir (I)

Resim, New Yorker dergisinden. Dergide yayınlanan bir film eleştirisiyle ilgili olarak yayınlanmış. Yazıyı okumadım, dolayısıyla film hakkında bir bilgim yok. Sadece resimi gördüm ve o an aklıma bir fikir geldi. Acaba, ben bu resime bakarak bir tahminde bulunabilir miydim filmin konusu hakkında. Sadece resime bakarak herhangi bir yorum okumayarak film hakkında neler çıkarsayabilirdim? Ve bunlar gerçekten filmle ilgili olabilir miydi?
Bilinmesi gereken herşeyden önce bu resim filmin afişi değil. Üzerinde ne filmin oyuncular ne de adı var, ama yeni çekilmiş bir film olduğu da derginin son sayısında yer alıyor olmasından kaynaklanıyor. Başrolde Tommy Lee Jones var. En karakteristik özelliği yüz çigileri olan bir oyuncu kendisi. Yüzünde ona belirli bir karizma sağlayan ve güldüğünde daha da derinleşen bir çizgisi olan ve yaşlandıkça sanki bu çigilerin sayısı artan bir oyuncu. Oynadığı filmleri düşündükçe hep aklıma ilk önce Men in Black filmi geliyor. Siyah takım elbisesiyle uzaylı avlayan bir kahraman. Ama bu son filmi muhtemelen bir Western. Kovboy şapkası ve uzamış, yer yer beyazlaşmış sakalıyla bir kovboy bu sefer. Gözlerinde tek görülen ise umutsuzluk, yenilgi. Büyük bir menununiyetsizlik ifadesi olarak gerilmiş yüz ve dudaklar. Film Amerika'nn çöllerinde geçen bir hikayesi olan güncel bir filmde olabilir aslında. Zamanın pek öneminin olmadığı bir film de olabilir kısacası. Arkadaki çıplak vadi, bulutsuz gök, filmin en azından bir kısmının çölde geçtiği düşüncesini pekiştiriyor. Ama Western düşüncesisini artıran ise kanunsuzluk: arkada elleri kelepçeli yalvarır gözlerle bakan saçsız veya çok kısa kesilmiş saçları olan kişi. Görünütüden kim olduğunu çıkartmak, hangi oyuncu olduğunu anlamak çok zor. Ama üzerine giydiği elbise hem sıcaktan hem de geceleyin inen soğuktan onu koruyacak tek parça bir elbise. Genelde beyaz olduğunu düşünmüşümdür çölde giyinen elbiselerin. Bu da sanırım saçları ortadan ayrılmış, çekikimsi kara gözleri, kalın kaşları, mutlaka ama mutlaka bıyıkları ve kirli sakalıyla Meksika'lılalırın filmlerde çizilmiş prototip gözrüntülerinden kalmış olmalı. Ama karşımızdaki ne bir Meksika'lı ne de beyaz giynimiş. O zaman bunun iki beyaz arasında geçen daha çok bir intikam veya kaçırma filmi olduğu düşüncesini uyandırıyor. Ellleri bağlı ve çölde ölümünü bekleyen, artık bilinmez hangi hata sonucu yakalanmış ve tutsak edilmiş birisinin hikayesi. İyi ama Tommy Lee Jones bu kadar umutsuzsa, arkadaki neden yalvarmaktadır? Belki de Tommy görevinin yapmak istemeyen bir katildir. Zorlukla görevini yerine getirip getirmeme kararı vermektedir. En arkada ise konuyla hiç bir ilgi bulunmayan bir eşekimsi at. Çölü geçmek için bir zaruret. İlgisizce otlanıyor. Aynen benim gibi.
Cumartesi, Şubat 04, 2006
Dizi Manyağı
Ama neden bunları seyrediyorum da, örneğin, OC'yi, Rome'u veya Buffy'yi sevmiyorum. Bilmiyorum.
Cuma, Şubat 03, 2006
Selülozik etanol de nereden çıktı?
Evet, böyle arada sırada çevreyle ilgili yazılara bakınıyorum, ilginç olanlarını kendime ayırıyorum. Bugünkü konumuz da bu:
Kyoto Sözleşmesi'ni imzalamadığı içiin uluslararası toplumdan oldukça tepki gören ve en son Montreal'deki konferansta da küresel ısınma konusundaki duyarsızlığı ve yalnızlığı tescillenen Bush hükümeti çevre konusunda yeni açılımlar peşinde. 2 Şubat tarihinde W. Bush'un Tenneesse'de yaptığı ve çevresel bir konuyu içerdiği için pek de ses getirmeyen konuşmasında W. Bush Ortadoğu petrollerine bağımlılığı yüzde 75 oranında azaltmak için alternatif yakıtlar konusunda adımlar atmaya karar verildiğini açıkladı. Teklif, tarımsal ve odun artıklarından, taneli ekinlerden ve hızlı büyüyen ağaçlar ve otlar gibi selüloz malzemelerden elde edilen selülozik etanolun araba yakıtı olarak kullanımının 6 yıl içerisinde sağlanmasını öneriyor. Hükümet etanol ve diğer temiz enerji türlerine sağlanan federal fonları yüzde 22 artırmaya söz verirken, gerçekte önerilen miktarlar göz boyamaktan öteye pek de geçemedi. Dostlar alışverişte görsün mantığıyla, federal bütçeye göre oldukça düşük kalan bir düzeyde, selülözik etanol için 59 Milyon dolarlık artış (neredeyse Avrupa'da transfer edilen bir futbolunun maliyeti kadar, yaklaşık 900,000 YTL) ve temiz kömür teknolojileri için 54 Milyon dolarlık (yaklaşık 850000 YTL) ekstranının henüz Clinton dönemindeki değerlere bile ulaşamadığını söylemek gerekiyor. Bush hükümetinin bu teklifine Amerikalı çevreci grupları iyimser yaklaşmayı tercih ettiler.
Amma ve lakin Ortadoğu petrollerinden yüzde 75 lik bir azaltım ise tüm petrol tüketimi içerisinde sadece yüzde 15e karşılık geliyor. ABD'de 1990 seviyelerine binaen sera etkisi yaratan gaz miktarındaki artış 2003 yılında yüzde 13 olarak belirlenmiş durumda. Aynı şekilde, Bush idaresi döneminde petrol tüketimi daha önceki dönemlerdekine oranla yüzde 53 ten yüzde 60 a çıkmış durumda. Kısacası "petrol bağımlılığı" had safhada. Tüm dünyadaki 500 milyon arabanın 220 milyonun ABD'de olduğunu düşünürsek, ve mısırın fermantasyonu ile elde edilen biyoetanol ile çalışan araba oranı ise sadece yüzde 2 olduğunu bilirsek bir şeylerin yapılmasının gereklililği anlaşılır.
Araba yakıtı olarak bile biyoetanole geçiş ABD için yüzde 15 daha az sera gazı salınımı demek. Enerji Departmanı 2025 e kadar en azından petrolun yüzde 25inin biyoyakıt ile değiştirmek istiyor.
Ama gül bahçesi de değil bu konu. Örneğin bu işi 20 senedir yapmaya çalışan Brezilya'da ancak geçen sene benzin ve şeker kamışından elde edilen etanolla çalışan araba sayısı geleneksel araba sayısını geçmiş durumda.
Tüm bunlar yeterli mi peki? Biyoetanol veya biyoyakıtlar ne kadar bizi kurtatır? Her ne kadar çevre dostu arabalar önemli birer adım olsalar da, 15 yıl içerisinde tehlikeli ve geri dönülemez addedilen kirlenmenin önüne geçemeyecek. Sorunun köküne inmeden yapılacak çalışmaların hiç birisi küresel ısınmanın gerçek sorununua eğilmiş olamayacak. Ağaçlara bakmaktan ormanı göremiyen zihniyetler için sera gazı salınımlarının azaltılması sorunu, atmosfere gönderilen karbon diyoksitle sınırlı olduğu için karbon diyoksit salınım yapmayan ama hiç de çevre dostu olmayan nükleer enerjinin kullanımında patlama yapılmasına neden olacak. Veya olayı sadece ve sadece arabada kullanılacak yakıtın cinsini değiştirerek dünyanın geleceğinin kurtaracağını zannedenler de yanılacak. "Ekolojik arabalar arabalarınızı şimdikinden iki kat daha fazla sürmeniz anlamına gelmez diyor" University College London Bartlett'in yaptığı bir çalışmada Banister. Çevre konusunda duyarlılık artmadıkça ve yaşam tarzlarında değişiklik yaratılmadıkça şu enerjiyi kullanmışsın veya bu enerjiyi kullanmışşsın farketmez. Kapitalizm ve yaşanabilir bir çevre iki zıt kavramdır ve birarada bulunamaz ne de olsa.