Felsefe, çevre, politika, futbol, mutlaka ama mutlaka sinema. Biraz ondan, biraz bundan, canı istedikçe çıkan blog. Hayata dair ama tabii ki bana ait. Evet, isyan!

Salı, Aralık 11, 2007

yerim seni sosis


Bir yerlerde okumuştum, eğer yaptığınız yolculuk hakkında yazmıyorsanız, onunla ilgili görüntülerin üzerinde durmuyorsanız, resimleri arkadaşlarınıza göstermiyorsanız, o yolculuğunuz unutulur gider. Her ne kadar anlatacak birşeyleriniz olsa da, eski bir deyiştir, bilinir: verba volant, scripta manent, söz uçar yazı kalır. Ben de bu duruma müdahale edip en azından son Almanya (ve bir günlük Hollanda) yolculuğumun ne ifade ettiğini sizinle paylaşayım dedim: sosis. Havaalanından Düsseldorf Hauptbahnof (merkez tren istasyonu, ki bu da başka bir yazı konusudur) na gelir gelmez ilk işimiz istasyonda bir sosis dükkanı bulup o gocaman sosisleri üzerine ketçap, hardal neyin koyarak hüpletmek oldu. Küçük ekmeklerin içine konan sosisler haliyle iki taraftan da taşıyor ve siz hangi taraftan yemeye başlayacağınıza karar veremiyorsunuz. Tabii, sosis yeme konusunda uzmanlaşmış Almanlar gibi olmadığınız için de bu arada eliniz yüzünüz pisleniyor. Ama bitirdiği zaman değdiğini hissediyorsunuz. Bu yüzden de fırsatları kaçırmamaya çalıştık.
Neyse, yolculuktan gelene yediğiniz içtiğiniz sizin olsun, siz gezdiğinizi anlatın derler. Benim gezecek çok fırsatım olmadı, diğerlerini paylaşayım dedim.

Salı, Aralık 04, 2007

13

Fotoğraf, Hollanda'da bir otelde çekildi. Tamam, otellerin 13 numaralı oda takıntısını anlıyorum (hayır anlamıyorum aslında, zaten 20 odalı bir otelsin, 13 olsa ne olur, olmasa ne olur?) , bir kaç yerde 13'ü atlayıp 14'e geçtiklerini falan da okumuştum ama 12+1 muhabbetine girildiğine hiç vakıf olmamıştım. Aha işte örnek: 13 yerine 12+1.

-Oda numaranız mister?
-12+1.
-Peki ya sizin mösyö?
-Eee, 12+ 6
-?

Çarşamba, Kasım 07, 2007

televizyon



Sanırım Groucho Marx'ın söylemişti böyle bir şeyi: "Televizyon'u çok eğitici buluyorum. Ne zaman birisi televizyonu açsa öteki odaya geçip kitabımı okuyorum."

Ben de soruyorum, kim demiş televizyon işe yaramaz diye? Resim de kanıtım.

Bu arada resim utanmadan bir televizyon bahçesi yaratan ve bunu Guggenheim müzesinde yayınlayan video sanatçısı abimiz Nam June Paik'e ait.

Perşembe, Kasım 01, 2007

film teorisi

Hakkında yazdığım filmlerin neredeyse yarısı seyretmedim. Bundan utanmıyorum. Film tanıtımlarını yahut film hakkında yazılmış şeyleri okuyorum. Sonra da film hakkında bir teori geliştiriyorum. Filmi görmeye çekiniyorum zira filmi seyrettiğimde teorimin yanlış çıktığını görme ihtimalim var. İyi bir Hegelci olarak, tabii ki, gerçek deneyimi (filmi görmeyi) feda ediyorum.
Film teorisi hakkında Slovaj Zizek bunları söylüyor. Aslında, bana göre, herkesin farkında olmadan oluşturduğu ve içselleştirdiği bir film teorisi vardır. Eğer belirli bir türün, ya da film diliyle söylemek gerekirse janrın izleyicisiyseniz, yahut belirli bir film endüstrisi ürünlerini izlemeyi reddediyorsanız (misal, Hollywood sineması) bu teoriyi oluşturmuşsunuzdur. Festival izleyicisi olmanız bile belirli bir teoriye sahipsiniz demektir. Film seçerkenki kıstaslarımız bu teorinin ürünüdür. Bence, filmin yönetmeni o filmi seçme kıstasları arasında ilk sırada gelir. Oyuncular sonraki kıstastır. Eğer yönetmeni ve oyuncuları bilmiyorsam, filmi de duymadıysam (ki bu çok makul birşeydir, o kaddar film var ki) filmin gösterildiği festivallerdeki başarısı bir kıstastır. Cannes, Sundance, Berlin ve Venedik bunlardan en önde gelenleri benim için. Pek tabii ki tüm festivaller kıstas olamaz. Çünkü genelde filmin ait olduğu ülkenin "Oscar"ları atfedilen yerel festivaller her zaman doğru sonuç vermeyebilir. Son olarak, bu kıstasların hiç biri hakkında bilgim olmayabilir ama okuduğum, beğenilerini paylaştığım dergilerdeki referansları başka bir seçim kıstasıdır. Bu sayede pek çok güzel film seyrettim.

Kendimize göre seçim yapıyoruz ve o filme gitmiyoruz ama oturup gitmediğimiz film hakkında yorum yapmıyoruz ki. Kötüdür kategorisini sokup kurtuluyoruz. Çok muhterem güzel Zizek abimiz ise oturup yazı döktürüyor. Aramızda o kadar fark olsun artık.

Perşembe, Ekim 25, 2007

akvaryumdaki balıklar ve entarili teyzeler

Altgeçitte merdivenlerden aşağı inerken hemen sağımda gördüm yaşlı teyzeyi. Başörtüsü, tek renk iki parça uzun entarisi, elinde eski moda içiçe geçmiş klipsleri iterek açılıp kapanan çantasıyla merdivenleri teker teker iniyordu. Önünde ondan uzaklaşmış ceketli amcaya sesleniyordu : "Beey, bilmiyom buraları, kaybolurum bey!"
Ben bu entarili şişman teyzeleri hep akvaryumdaki balıklara benzetirim. Kendi yaşam formlarını kurdukları evleri akvaryumdaki balıkların dünyasına benziyor bir nevi. Bu teyzeler, sokağa çıkmayı sevmezler, çıktıkları nadir günlerde de ya bir düğün yahut nişan hazırlıklarına yardıma gidiyorlardır, ya da ilaç yazdırmaya. Dışarıya adım attıkları anda etrafı büyümüş korku dolu gözlerle kolaçan ederlerken biran önce işlerini bitirip evlerine geri dönmeyi düşlerler. İşlerini bitirip evin için adım attıklarında ise ilk iş olarak oturma odasındaki koltuğa çökerek öfleme ve poflama seansına geçerler. Huzur dolu yuvalarına geri dönmüşlerdir zira. Kalp atışları normale döner, hatta kendilerine ödüllendirerek bir yorgunluk kahvesi yaptıkları da olur. Bu durum dünyanın her hangi bir köşesinde aynıdır entarili teyzeler için. Örneğin Almanya'da, yaşadığı sokakta sahipleri Türkiyeli olan bir kaç dükkan dışında ne şehri ne de ülkeyi bilen, gezen türdaşları da vardır. Sosyal hayatları ve tüm dünyaları onlar için evlerinin içidir. Düzenleri bozulsun istemezler, kendi yetiştirdikleri hemcinsleri çocuklarının da hemencecik başgöz edilip başka bir akvaryuma transfer edilmesini arzularlar, bunun için planlar yaparlar.
Bununla beraber dört duvar arasında da olsalar yaşadıkları yerlerin büyük balıklarıdırlar. Evle ilgili herşeyin tek hakimidirler ve istediklerini elde edebilmek için entrikalar çevirirler, eşlerini parmaklarını uçlarında oynatırlar. Pek tabii eşlerine belli etmeden yaparlar bunu.

Salı, Ekim 23, 2007

morning guy

"Morning guy" diye nitelendirilenlerden asla olmadım. Hani o sabahları tüm neşesiyle güne mutlu ve enerji dolu başlayan, elinde kupası, kahkalarıyla ortalığı inleten, sağa sola koşuşturanlardan değilim. Yok, kıskanmıyor da değilim. Bazı insanlar da öyle olmalı belki. Ne bileyim, öğretmenseniz eğer, ders verebilmek için gerçekten de uyanık olmanız gerekiyor. Karşınızdaki öğrenci ise, oh la la! Koyuyor kafasını koluna, indiriyor göz kapaklarını. Karşınızda, size nispet yapar gibi. Geçenlerede şunu farkettim: Üniversite hayatım boyunca tüm sabah derslerinden kalmışım. Genelde dönem ortasından sonra hemen hemen hiç bir derse gidemez olmuşum.
Her insanın bir biyolojik saati vardır, bunu anlarım. Ama beni de anlamanızı istiyorum. Hiç de kolay değil, en verimli olduğum zaman uykuya yatmak. Zira tüm duyu organlarım açık. Cin gibiyim. Ama yatmam da gerekiyor, çünkü ertesi gün o döngüyü tamamlamak için erkenden, üfff ya.

Cumartesi, Eylül 22, 2007

boş

Önce aynadaki aksime bakıyorum. Sonra önümdeki boş sarı koltuğa. Bakışlarım daha da aşağıya kayıyor, havalandırma boşluğuna takılıyor gözlerim bu kez. Bir kez daha anlıyorum. Dünya ne yazık ki gerçek. Kulaklığımı takıyorum. Şarkının ilk nağmeleri başlıyor. Sağ tarafımda bir çocuk boş koridorda oyunuyor. Oynarken yanlışlıkla ayakları başka bir yolcunun alışveriş paketine çarpıyor. Çocuk utanıyor, kafasını omzuna gömerek annesine sığınıyor. Annesinin bir kolunu yakalarken alışveriş paketli yolcunun tepkisini bir gözüyle ölçüyor. Adam gülüyor. Çocuk da. Ben şarkıda kaybediyorum kendimi.

Pazartesi, Eylül 17, 2007

Perşembe, Eylül 06, 2007

Tiksinç bir yazı

Her şey Sex Pistols yüzünden başladı. Eğer Matlock bas gitar çalmayı bilseydi ve plaklarda onun yerine başkası çalmasaydı ve Sid Vicious Paul Anka’nın My Way’ini çığırmasaydı bunların hiçbirisi olmazdı. Vicious ölmenin sanatını yazmış bir intihar eylemcisiydi. Soyadının anlamı gibi tehlikeli, yine soyadının çağrıştırdığı gibi cıvık kaygan bir şahsiyetti. Punk hareketi hippi hareketinin reddi olarak doğmuştu. Ama hippiler daha güzel insanlardı. Sultanahmet’i de mesken tutmuştu bir zamanlar. Diğer yandan Sultanahmet’i mesken tutan hiç punk bilmiyoruz biz. 1967 yılında gazetelerde “hippiliğe özenen liseli kız bitlenince hippilikten vazgeçti” yahut “hippiler birbiriyle sevişirken tüm ısrarlara karşı koyan ve bekaretini bilek gücüyle koruyan kahraman Judocu Güler” tarzı haberlerle doluydu. Woody Allen’ın Bananas filmindeki gibi hep birşeyler eksik hisseden genç kız da hippi hareketeninin teorisyenlerinden olabilirdi ama onun için hep bir şeyler eksik kalacağı için vazgeçmişti. Zaten totoloji bütün 1 ve 0’ların, bütün 1 veya 0’ların birleşmesinden başka nedir ki? 1 ve 0’lar birleşince ölümsüzlük olur. Plato Şölen adlı eserinde yazmış. Her insan ölümsüz bir yiğitlik şerefine nail olabilmek için elinden gelen heşeyi yaparmış. Bazılar (bedenlerinde bereket taşıyanlar) ölümsüzlüğü üremek, kendi adlarını devam ettirmek sanırlar, bazıları da (canlarında bereket taşıyayanlar) ölümsüzlüğü verdikleri eserlerle, düşünceleriyle edinmeye çalışırlarmış. Siz hangisini tercih edenlerdensiniz bilmiyorum ama size bir tavsiyem var. Rüyalarınızı yazın, bol su için ve hafızanızı güçlü tutmak için önce sağ ayağınızı kaldırın, sol elinizle değin, sonra da sol ayağınızı kaldırın sağ elinizle değin. Bu zihin egzersizleri zihninizi zinde tutar. Kişisel gelişim kitabında okudum, oradan biliyorum. Tüm bunları yazınca birden aklıma eski bir dada şiiri geldi
Çikolata yiyiniz,
Beyninizi yıkayınız,
Dada dada,
Su içiniz.
Meğer bu şiir hafızamızı güçlendirmek için yazılmış. Nereden bilebilirdim. Yıllar sonra kitapçı da dolanırken bir kitap bulmam, onu karıştırmam, sonra yazmam ve yazarken bunu eski bir şiirle birleştirmem gerekiyormuş. Benim hafızamda çöp olmuş kardeşim bu arada. Çöp dedim de Sex Pistols geldi aklıma. Her şey Sex Pistols yüzünden başladı...

Cuma, Ağustos 31, 2007

cuk-gibi-oturan

En güzel cümleler bana hep otobüste, dolmuşta, gece yatağa uyumak için uzandığımda, banyoda mı gelmek zorundadır peki? Birşeyler yazmak için cümleleri kafamda kurarken, hep o en uygun, güzel sözcükleri aklıma yazarken gerekli ilham dolmuşta gelir de elim kağıda yahut klavyeye gittiğimde kaçıverir. Neydi o cuk-gibi-oturan sözcük derim kendime. Bırakırım neler düşündüğümü, o sözcüğün peşine düşerim klavye başındayken.
İnsanın bir iç ses kayıt cihazı olmalı.

Çarşamba, Ağustos 29, 2007

okudukça

"Okudukça yazmaktan uzaklaşabilir mi insan?" diye soruyor Erol, İstanbul'da Bir Merhamet Haftasında. Benim de cevabım evet, çünkü ben de canlı bir kanıtıyım bunun.

Ama neden diye sorasım geliyor? Neyi bekliyorum? Neden olmuyor, elim klavyeye gitmiyor, gidesi gelmiyor.

Yaz sıcakları deyip geçesim geliyor. Umarım öyledir.

Pazar, Ağustos 12, 2007

mizah-i Hegel

Çocuklarla evde yalnız kalan amca, onları eğlendirmek için kılık değiştireceğini söyler. Uzun bir süre bekledikten sonra ne olduğunu merak eden çocuklar alt kata indiklerinde maskeli bir adamın gümüş çatal kaşıkları bir torbaya doldurmakta olduğunu görürler. "Aaa, amca!" diye keyifle haykırırlar. "Yaa, bakın makyajım ne kadar güzel olmuş, değil mi?"der amca, maskesini çıkararak. Hegel mantığına göre mizah budur. Tez: Amca, hırsız kılığına girmiş (çocuklar güler); antitez: Gerçek bir hırsız vardır (okuyucu güler); sentez: aslında gerçekten amcadır (okuyucu aldanmıştır).

Salı, Ağustos 07, 2007

nostradamus

Bu Nostradamus'un ilk patladığı zamanlardı. Gazetelerde, dergilerde hakkında boy boy yazılar çıkıyor, üzerine kitaplar basılıyor, bu geleceği gördüğü iddia edilen şarlatanın yakın gelecekle ilgili kehanetleri her yere yazılıyordu. (Bilirsiniz, medyamız sağolsun, yurtdışı medyasında ne konuşuluyorsa hemen gündemimize taşır. Şimdilerde Secret denilen olgu gibi.)

Çok da umurumdaydı. Benim gündemimde değildi nasıl olsa. Neyse, bir gün Ankara'da Dost kitabevinde kitap bakarken elime Nostradamus'un kitabı, daha doğrusu bu bahsettiğim yakın gelecek kehanetleri (söyledikleri iddia edilenlerden yapılan yorumları) anlatan bir kitap geçti. "Yahu, dedim kendime, şuradan bir olay seçeyim, gerçekten de doğru çıkacak mı bakayım." O dönemlerde ABD'de başkanlık seçimleri vardı ve kehanete göre Bush ikinci defa başkan seçilecekti. Yıl 1992. Neyse seçimler oldu ve Bush tekrar seçilemedi, yerine Clinton geldi. Ben de mutlu bir şekilde, kendimce haklılığımın kanıtıyla (nasıl olsa hepsinin atmasyon (atmasyon da çok atmasyon bir kelime kardeşim) olduğu ortaya çıktığı düşüncesiyle) bu konuyu kendimce kapadım, kafamdan sildim.

Geçenlerde nereden estiyse aklıma geldi. Birden aydım. Bu Bush ikinci defa SEÇİLDİ. Bu sefer yanında bir W su vardı ama tekrar seçildi. İkinci defa (hem George Bush adıyla, hem de iki defa seçimi kazanmasıyla).

Yani Nostradamus'un kehaneti doğruydu. Biraz zaman almıştı ama doğru çıkmıştı.
Peki ben Nostradamus'a inanacak mıyım bundan sonra? Pek tabii ki değil. Ama bir daha kitabı elime geçerse bir kehanetin daha doğruluğunu kontrol edeceğim. (Buraya bir sırıtma efekti lazım.)

Salı, Temmuz 31, 2007

nasıl

b
ugÜn
e kadar
*** söylenecek***
herrrrrşey s
öylendi
,,,,,,,,
bunda
n
s?o?nra
NASILnasılnasılnasılnasılnasılnasıl
söy-
len-
di-
ği
dAhA
anlamlıdır
.

Perşembe, Temmuz 26, 2007

aşırı olan doğrudur

Aşırı olan doğrudur. Bu cümle, bu önerme birden zihnimde belirdiğimde (durup duruken, araba kullanıyordum) hemen ardından onu düşündüm. Bu cümleyi benden önce kaç kişi kurmuştır. Sonra da şunu: bir tek bana ait olan tek bir cümle kurmuş olabilir miyim (örneğin son cümleyi)? (Enis Batur'dan alıntı)

Ya ben sadece kendime ait bir cümle kurmuş olabilir miyim? Tümüyle gramatik, konuştuğum dilin sınırları içersinde. Aslına bakarsanız teorik olarak bir dilde kurulabilecek cümlelerin sayısını sonsuz (sayılabilir sonsuz) kabul edersek (Chomsky'ye selam) herkesin böyle bir cümle kurmuş olması olasıdır. Ama teorik olarak. Günde 200 kelime haznesiyle konuşanların hiç ama hiç zannetmiyorum böylesi bir yetiyi kullanabileceklerini ( bu da benden bir örnek olsun).

Siz de düşünün bakalım sadece kendinize ait bir cümleniz oldu mu?

Perşembe, Haziran 28, 2007

midye dolma ve tarkan

Kızılay'da tüp geçitin çiçekçiler tarafında gece 10 gibi midye tavacı bağırıyor:

-Midye dolmaya gel! Tarkan bile buradan aldı, 5 lira da hesap bıraktı, hayranlarım ödesin dedi.
Nerrrrde bu hayranlar?

Çarşamba, Haziran 27, 2007

şok güzel, şok.

“Şok güzel, şok güzel.”
Baktığı tarafa kafamı çevirdim, çok güzel diye nitelendirdiğinin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Arabamız yol boyunca tarlaların yanısıra gidiyordu. Biteviye uzanmış tarların kenarından ilerliyorduk, bazen bir mısır tarlası, bazen buğday tarlası, bazen de pamuk tarlalarının yanından geçiyorduk. Bu sefer İtalyan arkadaşımızı heyecanlandıran ise bir ayçiçek tarlasıydı. Yabancı bir ülkede her gördüğüne "şok güzel” yaftası yapıştırmayı borç olarak gören birisiyle yolculuk ediyorsanız yol boyu pek de nadir duymayacağımız bir nitelemedir bu. Nereye gittiğimizi hatırlamıyordum, arabanın arkasında yolculuk bitsin artık diye içimden geçiriyordum. Ama bitmiyordu. Bir süre sonra dualar yerlerini ilenç cümlelerine bıraktı. Burada ne işimini olduğunu sorgulamaya başladım. Sonuçta yaptığım bu işi başka birisi de kolaylıkla yapabilirdi, benim gibi birisine gerek yok diye düşünüyordum. O yüzden kendimi standby moduna getirmeye, her sıkıldığımda, her yaptığımın zaman kaybı olduğunu düşündüğümde olduğu gibi içime kapanmaya, kendime dönmeye karar verdim. Önümdeki kitaba eğildim. Her kitap okumak bir yapbozu tamamlamaktır diye içimden geçirirken bir anda sıkılgan ruh halimden kurtularak İtalyan arkadaşıma garip gelebilecek bir neşeyle heyecanına katıldım. Durup içlerine dalmak istedim ayçiçeklerinin. Henüz olmamış ya da kavrulmamış olduğu için yumuşak çekirdek parçalarını, içlerini zorlanarak ağzımda döndüre döndüre çıkartıp mideme indirmeyi hayal ettim.
Neydi beni bu bön heyecana dahil eden, bilmiyorum. Belki bir yüz, belki de bu uzun ayrılığın son günü olmasıydı.

Cuma, Haziran 01, 2007

izbandut

Kim anlatmıştı ne zaman anlatmıştı (ya da bir yerlerde mi okumuştum) hatırlamıyorum. Bir arkadaşımın üniversite eğitimi için gittiği ABD’de kaldığı yurt pek mümtaz bir semtte değilmiş. Daha yurttaki 3. gününde odasında TV seyrederken kapıya dışarıdan birileri yüklenmiş, birkaç vuruşta kapıyı kırmışlar. Arkadaşım korkudan ağzı açık bir şekilde oturduğu yerden kalkamadan ne olduğunu anlamaya çalışırken içeri iki tane izbandut gibi zenci girmiş. Zenciler hemen TV’ye yönelmişler ve zencilerden bir tanesi kocaman televizyonu zorlanmadan kapmış ve ikisi beraber hiç gocunmadan rahat bir şekilde dışarı çıkmışlar. Arkadaş ne olduğuna tam idrak edememiş, tir tir titreyip olayın şokunu atlatmaya çalışırken, iki dakika sonra zencilerden bir tanesi geri dönmüş, ve sormuş:
Where is the remote kontrol ? (Uzaktan kumanda nerede?)

Perşembe, Mayıs 31, 2007

Düz Yazı 100 Blog

Yıllar önce Haydar Ergülen’in Express Dergisi’nde yazmaya başladığı bölümün adıydı Düz Yazı Yüz Yazı. Genelde şiir ve metin üzerine yazılan ağır metinlerdi bu bölümdeki yazılar. O dönem haftalık olan çıkan Express dergisinde hep merak etmiştim 100 yazıyı nasıl bitirebileceğini Ergülen’in. 100 yazı 100 hafta demekti. Ne var ki, Express çeşitli sorunlardan aylık hale gelince bitmesinin yılları bulacağını da düşünmedim değil. Ama zaten aylık olana kadar da bayağı bir bölüm yayınlanmıştı. Ergülen bitirdi bu yazıları ve hatta sonradan kitaplaştırdı da.
Dün bu blogdaki yazıların 99’u bulduğunu görünce hemen aklıma gelmişti Express’teki Ergülen’in bölümünün başlığı. Bugün, ne şans ki, Radikal’de Teoman (!), Ahmet Erhan’la yaptığı söyleşiye bu hatırlatmayla başladığında (Teoman, Haydar Ergülen’in bölümünün başlığını yazmamıştı, belki de hatırlayamamıştı) acaba oradan mı hatırladı diyenler olmasın diye söylüyorum bunları.
Bugün benim bu 100. blogum.
Kimsenin tavuğuna kışt demeden.
Teşne olmadan,
hayhuylara girmeden,
metazori olmayan, ama
elimi bloglamanın temiz sularında yıkayan kolaycı bir tavır sergilemeden...
Ne diyorum ben ya?
...
Ne diyorum ben ya?

Neyse saçmalama hakkımı kullanıyorum. 100 blogda bir olur, olmalı da.
Dedim ya kimsenin tavuğuna kışt demiyorum.
Evriibadi,
getap stendap, dontgivapdıfayt.

Çarşamba, Mayıs 30, 2007

yarın ne zamandır?

Orijinali Colonel Bagshot'a ait (Ekşi Sözlük sağolsun) Dj Shadow'un meşhur ettiği müthiş sevdiğim 6 days şarkısında geçer:
"Tomorrow never comes until it is too late"
Şunu düşündüm: Yarın veya ertesi gün zamana ait değildir, zaman bugündür veya geçmiştir, çünkü zaman yaşanmıştır, ya da yaşanmaktadır. Zaman ne olacağını bilemeyeceğimiz bir mefhum değildir, olmamalıdır, yıllar geçerken arkamızda bıraktığımız ne kadar tarih olsa da zaman bu anı da içerdiği için farklıdır. Keza, yarın olduğu zaman bugün halini alır, bugün olduğu zaman zamana aittir, yarın geldiği zaman çok geçtir, çünkü yarın artık bugündür (böyle bi dizi vardı, değil mi?).
(Aslında güftede geçen bu satır, şarkının Arap-İsrail 6 gün savaşına binaen savaş karşıtlığını desteklediğinden farklı düzlemlerde değerlendirilmeli.)

Klibini Kar Wai Wong'un çektiği şarkının YouTube linki bu:
http://www.youtube.com/watch?v=iZKeSNZhm18

Ama şarkının orijinal ve yavaş (belki de daha güzel) versiyonunu da içeren başka bir klip linki de şu:
http://www.youtube.com/watch?v=Y4Kfcbf9I8k

Salı, Mayıs 29, 2007

kapak


İngiliz Penguin yayınevi okurlarının karşısına güzel bir fikirle çıkmış (bkz:). Şimdilik sadece altı yazarın altı klasikleşmiş kitabını içeren bir serinin, i.e., Jane Austin'in Emma, Marcus Aurelius'un Düşünceler, Wirginia Woolf'un Dalgalar, Oscar Wilde'ın Dorian Gray'in Portresi, Grim Kardeşlerin Masallar ve Dostoyevsky'nin Suç ve Ceza'sınının, kapaklarını kendi zevkine göre hazırlamayı okuyucularına bırakmış. Böylelikle okuyucuya kendi yaptığı kapak tasarımını bu ünlü klasiklerin üzerinde görebileceği bir hediye olarak sunabileceğini düşünmüş.
Yukardaki kitap kapağı bir örnek.

Cuma, Mayıs 11, 2007

bir dakikalık

Bir Dakikalık Öyküler, Istvan Örkrny'nin kitabının adı. Kitap, adından anlaşılabileceği üzere kısa öykülerden oluşuyor. Kısa olmasına rağmen üzerinde düşündürten öyküler deyip oldukça basmakalıp bir tanıtım yapabilirdim ama lafı uzatmadan bir kıyak yapıp bir öyküsünü koymaya karar verdim:

Satış temsilcisi Jozsef Pereszlenyi, Wartburg (plaka numarası CO 75-14) marka aracını köşedeki gazete satıcısını önünde parketti.
“Bir tane bugünün Budapest Herald’ı lütfen.”
“Kalmadı.”
“O zaman dünkünü alayım!”
“Dünkü de yok ama yarınki var.”
"İçinde film rehberi var mı?”
“Hepsinde var.”
“Tamam, yarınkini ver öyleyse.”
Gazeteyi alıp arabasına yöneldi. Film rehberini buldu. Bir mühdet sonra methini çok duyduğu bir Çekoslavak filmi (Milos Forman’ın “Bir Sarışının Aşkları”nda karar kıldı. Film, Golgotha yolu üzerindeki Mavi Göl’de oynuyordu, ve bir sonraki matine ise beş buçukta başlıyordu.
Daha zamanı vardı. Ertesi günkü haberlere göz atmaya başladığında, satış temsilcisi Jozsef Pereszlenyi’nin, Wartburg marka aracı ile (plaka numarası CO 75-14) Golgotha yolu üzerindeki Mavi Göl sinemasına bir kaç metre kala hız limitini aşması yüzünden bir kamyonla çarpıştığını ve dikkatsiz şoför Jozsef Pereszleny’nin kazada öldüğü haberi gözüne çarptı.
“Pestilim mi çıkacak? dedi, kendi kendine.
Saatine baktı. Beş buçuk olmuştı bile.
Gazeteyi katlayıp cebine koydu, direksiyonun başına geçti. Golgotha yolu üzerindeki Mavi Göl sinemasına bir kaç metre kala hız limitini aşıp bir kamyonla çarpıştı. Zavallı adam cebinde ertesi günkü gazete ile öldü.

Çarşamba, Mayıs 09, 2007

shining ve yazı

Hikayeyi herkes biliyordur: Yazdığı kitabı bitirebilmek için karısı ve küçük çocuğuyla birlikte kışın kapalı olan, ağaçlarla çevrili dağ başındaki otele kışlık bakıcı olarak kabul edilen, hem iş hem de kitap için gerekli sessiz ortamı kollayan adamımız Jack Torrence bir süre sonra kafayı çizer ve elinde balta karısı ile çocuğunun peşine düşer. Odasına kapandığı saatler boyunca daktiloyla yazdığı kitabı bitirmeye çalıştığını düşündüğümüz Torrence’ın eserine filmin bir sahnesinde ulaşırız. Yaptığı keşifle şaşkınlıktan ağzı düşen karısının olduğu kadar bizim de gözlerimizin önünde sayfalar dolusu tekrar eden tek bir cümle vardır:
“All work and no play makes Jack a dull boy.”
O ana kadar yaratıcılık sıkıntısı çektiği için halet-i ruhiyesi bozulduğunu düşündüğümüz, belki de her yaratıcılık gerektiren işlerle ilgilenlerde empati uyandırabilecek olan Jack Torrence’ın artık geri dönülemez noktasıdır bu.
Gelgelelim bu sayfalar dolusu tek bir cümleyi pek çoğumuz filmde kullanılan, Jack’i o anki durumunu anlatan bir cümle olarak görmüştür. Keza cümle içinde geçen Jack’i de adamımızın kendisi sanmışızdır.
Ne var ki, işin aslı ise böyle değilmiş. Zira, “All work and no play makes Jack a dull boy” İngilizce bir deyimmiş. “Kwai Köprüsündeki Nehir” filminde de geçen bu deyim sürekli olarak yaptığı işe zaman harcayan, ara vermeyen insanların bir süre sonra sıkılacağını, köreleceğini anlatan, bu yüzden de insanların arada sırada dinlenmesinin iyi olacağını belirtmek için kullanılıyormuş. İlginç olan filmin İtalyanca versiyonunda bu tekrar tekrar yazılmış cümle, "Il mattino ha l' oro in bocca" deyimiyle (“Erken kalkan yol alır” anlamına geliyor), Almanca versiyonunda "Was Du heute kannst besorgen, das verschiebe nicht auf Morgen" (“Bugünün işini yarına bırakma”), İspanyolca aslında "No por mucho madrugar amanece más temprano" (Erken kalksan da şafak hemen sökmeyecek), Fransızca versiyonunda da "Un 'Tiens' vaut mieux que deux 'Tu l'auras'" (Eldeki bir kuş, çalıdaki iki taneden yeğdir; Elindekinin kıymetini bil) olarak, Kubrick’in de onayıyla, çevrilmiş.
Bu arada farklı yerlerde de göndermesi var. Örneğin Simpsons’da Homer Simpson’ın “No TV, no beer make Homer go crazy” şeklinde bir cümlesi, bu filme bir gönderi. Zira, Merge bu cümleden sonra eline bir beyzbol sopası geçiriyor.
Buraya kadar ki meramın tek bir amacı vardı aslında.
Bilge Erenus'un Gece adlı kitabının son cümlesidir, daha doğrusu sorusudur: "Bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?" Shining’e bakınca kurtulunamazmış diyesimiz geliyor. Gelgelim, bu film zaten korku sinemasının bir örneği, hem de çok güzel bir örneği, olarak sinema tarihinde yerini alıyor. Bana kalırsa, insanın yazmakla kurtulunamayacağı bir dünya gerçekten korku dolu olurdu.

Salı, Mayıs 08, 2007

shining: sorunun cevabı

All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy.
All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy.

All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy:
-All work and no play makes Jack a dull boy.
-All work and no play makes Jack a dull boy.
-All work and no play makes Jack a dull boy.

All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. "All work and no play makes Jack a dull boy." All work and no play makes Jack a dull boy.
All work and no play makes Jack a dull boy.
All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy.
All
work and
no play
makes
Jack
a
dull
boy.
All work and no play makes Jack a dull boy. All work and no play makes Jack a dull boy.

Çarşamba, Mayıs 02, 2007

Gemici Cem

Bir arkadaşımın başından geçen hikayedir:
Arkadaşım, bu aralar albümü de çıkan bir grubun üyesiyle bir gece önce takılmıştır. Kafaların dumanlı olduğu bir sırada grubun üyesi Haşmet, arkadaşımın cep telefonunu kullanarak grubun diğer bir üyesi olan Cem’e mesaj çekmiştir. Yalnız, mesajı grubun üyesi olan Cem’e değil, yanlışlıkla, başka bir Cem’e göndermiştir. Ertesi gün mekandan ayrıldıktan sonra hiç bir şeyden haberi olmayan arkadaşımın telefonu çalar:
-Merhaba, dün akşam bana bir mesaj atmışssınız, ama ben sizin kim olduğunuzu çıkaramadım.
- Mesaj attığımı hatırlamıyorum. Ben Fatih’im, siz kimsiniz?
-Ben Cem.
Cem adını duyunca arkadaşım uzun zamandır görüşmediği kuzeniyle görüştüğünü zanneder.
-Aaa, Cem nasılsın? diye olaya girer, kendinden falan bahseder, hoş beşten sonra konuştuğunun kuzeni Cem olmadığı anlaşılır.
-İyi ama sen hangi Cem’sin?
-Ben Gemici Cem’im.
-Allah Allah, öyle birini tanımıyorum. Sana nasıl bir mesaj gelmiş?
-Seni çok seviyorum. Grubunuzun hastasıyım gibi bir şeyler.
O sırada arkadaşım uyanır, Allah’tan grupta başka bir Cem olduğunu bilmektedir.
-Haa, o mesajı muhtemelen dün gece Haşmet çekmiştir, diğer grup arkadaşı Cem’e.
-Aaa, Haşmet sen misin?
-Yok, ben Fatih dedim ya. Yanlışlıkla sana gelmiş mesaj.
-Haa, o zaman Haşmet’in telefonu var mı sende?
Haşmet’in telefonu verilir ve kurtulunur Gemici Cem’den.

Cuma, Nisan 27, 2007

tanrı'nın 9 milyar adı

“Tanrı’nın 9 Milyar Adı”, Arthur C. Clarke’ın 1953 yılında yayınlanmış o zamanlar oldukça ün kazanmış bir kısa hikayesinin adı. Hikaye Tibet’te geçiyor. Bir Budist manastırında rahipler 300 yıldır tek bir proje üzerinde çalışıyorlardır: Tanrı’nın tek ve gerçek adını bulmak. Bunun için kendilerine ait bir sistem geliştirmişlerdir. Eğer Tanrı’nın yazılabilecek tüm olası kombinasyonlarına ulaşırlarsa, ki bunlardan yaklaşk 9 milyar tane vardır, olasılıklardan bir tanesi Tanrı’nın gerçek adı olacaktır. İnanışlarına göre Tanrı’nın adı dokuz harfi geçmeyecektir ve yine kendi dillerinin özelliğinden aynı harften üç tanesi yan yana gelemeyecektir. İşlerinin zorluğundan ve kendi hızlarına göre 15 bin yılda bitirebilceklerini düşündüklerinden olacak kendilerine tüm olası kombinasyonları yazabilme yeteneğinde olan bir bilgisayar almaya karar veriyorlar. Bu iş için de hem bilgisayarı yüklenmesini, hem de programı yazdırabilmek için iki Amerikalı programcı kiralıyorlar. Başlarda neyin peşinde olduklarını bilmeyen programcılar işlerinin bitmesine yakın gerçeği öğreniyorlar. Tanrı’nın olası tüm 9 milyar ismi yazıldıktktan sonra evrenin sonu gelecektir. Yaptıkları işten korkan Amerikalı’lar, programın işlemini bitirmesine saatler kala Manastırdan kaçmayı başarıyolar. Ayarladıkları uçakla ülkelerine geri dönerken uçakta kurtulmuş olmanın sevinciyle konuşrlarken birden bir tanesi gözünü göğe dikiyor. Diğeri ne olduğunu anlamak için kafasını uzattığında gerçekle karşılaşıyor:
Yukarıda, tüm yıldızlar, teker teker sönüyordur.

Hikaye ne kadar naif değil mi? Şu an yazılabilecek küçük bir algoritmayla 3 dakikada çözülebilecek bir sorun, henüz elli sene öncesinde ne kadar da tahayyüllerin ötesindeymiş. Baudrillard’ın dediği gibi bilgisayarların evrenin sonunu getireceği gerçeğini şimdi daha katı temeller üzerinde yaşıyoruz.
Dünyanın sonu artık 3 dakika ötede.

Cuma, Nisan 13, 2007

hazin'e

Asansörden indikten sonra karşılaştım onlarla. İki küçük kız, ikisi de pembe giymiş, 3-4 yaşlarında, fütursuzca birbiriyle oynuyorlar. İki ''pışt''ım yetti ilgilerini çekmeye. Eğildim, göz hizasına geldim. Hemen anlatmaya başladılar heyacanlı heyacanlı. Kimseye söylemezsem bir sır vereceklermiş. Söylemem dedim. İkisi de aynı anda anlatmaya başladı. Ellerinde bir hazine varmış. Kimseye göstermiyorlarmış, sadece bana göstereceklermiş. Sıkı sıkı ellerinde tutuyorlardı, ısrar ettim, açtı bir tanesi avucunu. Küçük beyaz çakıl taşları. "Ama", dediler, "içlerinden bazıları parlıyor, hazine onlar işte". Ne kadar mutluydular, hazineleri onlara yetiyordu. Ve ne kadar hazin ki bize, hiç bir şey yetmez oldu.

Perşembe, Nisan 12, 2007

gör

Ben bugün sedeften kutular, demirden sandıklar, fildişi heykeller, yaldızlı kubbeler, samandan korkuluklar, elmas yüzükler, inci küpeler, benzersiz yüzler görmedim. Ben kaftanlar giymedim, rahlede yazmadım, kırmızının neden kırmızı olduğunu, rüzgarın nerede başlayıp, nasıl bittiğini, neden elle tutalamadığını sormadım. Ben bugün yol çizgileri, elektrik direkleri, gölgesini yakalamaya çalışan bulutlar, bozkırda yalnız ağaçlar gördüm. Ben bugün görmemem gereken şeyler gördüm.

Çarşamba, Nisan 11, 2007

EPA davası

ABD’de sonucu merakla beklenen dava nihayet sonuçlandı. ABD Anayasa mahkemesi Çevre Koruma Ajansı (EPA)’nın otomobillerden salınan zehirli gazların denetim altına alınması konusunda yetkili olduğuna karar verdi. 12 eyalet ve 13 çevre grubunun açtığı davadan çıkan karar, küresel ısınmanın bir numaralı nedeni olan ama ekonomik nedenlerden dolayı eyleme geçmeyi reddeden Bush yönetimini bir kez daha sıkıştırmakla kalmadı, başta Kaliforniya ve New York olmak üzere kendi salınım kriterlerini belirlemekte olan diğer eyaletlerin önünü açtı. Mahkemenin dava sonucunda aldığı kararlardan en önemlisi, Çevre Koruma Ajansı’nın Temiz Hava Yasası altında bu yetkiyi kullanmak istememesi halinde (Bush yönetimi veya otomobil üreticilerinin baskısı ve de Temiz Hava Yasası’na göre karbondioksitin ve diğer gazların kirletici sınıfında yer almamasından dolayı ısınmaya neden olan gazların denetim altına alınması konusunda yetkisiz olunduğu savı) bunu bilimsel bir temele oturtması gerektiğine hükmetmesiydi. Yani Çevre Koruma Ajansı, iklim değişikliğine neden olan sera gazlarını düzenleme konusundaki çekincelerini bilimsel temele oturt(a)madığı sürece bu gazların salınımı konusunda harekete geçmek zorunda. Bilindiği üzere Bush yönetiminin ve büyük şirketlerin küresel ısınma konusunda harekete geçmeme nedeni olarak iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğuna dair net bilimsel bulguların olmadığı iddiası gösteriliyor.
Peki bu davanın önemi ne, bizi de ilgilendiriyor mu derseniz cevabım evet. Zira, dava sonucunda tüm ABD'de uygulanacak yaptırımlar, önce belirli eyaletlerden tüm ABD'ye, sonra da otomobil sektöründen tüm diğer sektörlere kaymasıyla, ABD'nin dümeninde giderek Protokol'ü yürürlüğe sokmayan Avustralya'nın, Protokol'ü kullanarak herhangi bir yaptırım uygulamayan Çin ve Hindistan'ın ve Protokol'e ilgisiz kalan Türkiye gibi ülkelerin büyük abilerinden gelecek baskılar sonucunda küresel ısınma konusunda ciddi adımlar atmasına neden olacak.

Cuma, Nisan 06, 2007

alıcı

Lütfen alıcılarınızın ayarıyla oynamayın.
Dediklerine göre 1 saat boyunca durmaksızın bakarsanız göz bozukluğunuz kalmıyormuş.
Gerçekten de çok rahatsız edici bir fotoğraf. İşkence gibi.

Salı, Mart 27, 2007

berrak

Uzun zamandır ilk defa zihnimin berrak, düşüncelerimin kesintisiz olduğunu hissediyorum. Mutluluk kaynağı olduğunu düşündüğüm şeyin aslında tüm mutsuzluklarımın nedeni olmasının farkına varınca rahatladım sanırım.

Cumartesi, Mart 10, 2007

yığın


Chomsky’nin matematikten asıl edindiği yeni kavram, genelleştirme ve kuramsallaştırmaydı: Dilbilimciler artık öyle kural ve tanımlar bulmalılar ki, bunlar bir dildeki tüm olası cümleleri oluşturabilmeli, ama olmayacakları dışlamalıdır. Yalnızca böylesi bir üretici gramer, dili tutarlı yorumlamayı ve çözmeyi sağlayacaktır.
Yukarıdaki kelimeler yığını böyle bir kural ve tanım silsilesinin örneği (Resmi büyütmek için üzerine basabilirsiniz). Dilin içinden çıkan bu kurallar, basit bir mantıkla, bir dilde yazılabilecek en uzun cümleyi sonsuz kelimeden oluşacak hale getirebilir. Her ne kadar düşüncemizin sınırları dil olsa da bir dilin kurallarıyla oluşturulacak cümlenin sınırsız olması garip değil mi?

Çarşamba, Mart 07, 2007

gol

Yazıyı sonra tekrar ekliyeceğim.
(bi süreliğine askıya aldım..........)

Salı, Mart 06, 2007

resim ve tasvir (1)'e öykünme


Aylar önce New Yorker dergisinin web sayfasında dolanırken bir filmle ilgili yapılmış bir ilüstrasyon görmüş; bir anda gelen fikirle o filmin konusunu, içeriğini sadece ve sadece o ilüstrasyona bakarak çıkarmaya çalışmıştım. Film hakkında başka hiç bir şey bilmiyordum, tek tahmin edebildiğim ilüstrasyonda karşıma çıkan Tommy Lee Jones'un filmin oyuncularından birisi olduğuydu. (http://oyleveyaboyle.blogspot.com/2006/02/resim-ve-tasvir-i.html)

Dün akşam elime bu adını bilmediğim, gerçek afişini görmediğim film geçti. Elime ilk aldığım anda bu filmin o film olduğunu anladım. Tommy Lee Jones'un yüzündeki o ifadeyi gördüğüm anda anlamamam imkansızdı zaten. 2005 yapımı, The Three Burials of Melquiades Estrada adlı film benim için bir yapbozun parçalarının tamamlanması gibiydi. İlüstrasyonun gerçek afişle ilgisi yoktu ama kafamda sanki saklı bir kutuda gün ışığına çıkmayı bekleyip dururmuşcasına bu kadar hızlı gelmesi beni şaşırttı.

Neyse konumuz, filmle benim tahminlerim arasında ne kadarlık bir uyum olduğu. Evet, gerçektende bu bir intikam ve kaçırma filmi, ilk doğrum bu. "Ellleri bağlı ve çölde ölümünü bekleyen, artık bilinmez hangi hata sonucu yakalanmış ve tutsak edilmiş birisinin hikayesi." derken aslında hikayenin hangi tarafın, kaçırılmış sınır devriyesinin mi, arkadaşını öldürdüğü için sınır devriyesini kendisiyle birlikte Meksika'ya götüren, tek arzusu arkadaşının cesedinin karısına vermek ve onu doğmuş olduğu topraklarda ("reklam tabelalarının altında değil") gömmek isteyen Pete Perkins' (Tommy Lee Jones)'in mi olduğunu bilmem imkansızdı. Pete Perkins gerçekten de daha önce yazdığım gibi "zorlukla görevini yerine getirip getirmeme kararı vermektedir" midir bilemiyorum, gerçekten de ilk andan itibaren öldürmek gibi bir fikri var mıydı bilemiyorum ama bu Odysseia ikisi için de birşeyleri değiştirmiştir, biliyorum.
Son not: senaryosunu Paramparça- Aşklar Köpekler den bildiğimiz Guillermo Arriaga'nın yazmış bu filmin.

Perşembe, Şubat 22, 2007

metafor

Goethe'nin "Yeşil Yılan ve Güzel Leylak" adlı masalında (evet Goethe masal da yazmış) iki bölgeyi ayıran bir nehirden bahseder. Bu nehiri geçmek için iki yol vardır. Bunlardan bir tanesi botla geçmektir. Ama bot sahibi geçiş için değişik istekleri olan birisidir. Diğer yol ise, devin gelmesini beklemek ve gölgesinin nehir üzerinde hayali bir köprü oluşturmasını beklemektir. Bu köprü bir metafordur, imgelem gücüne yari bilinçsel bir güzellemedir.

Anlatılacak hikayelerin de uçup gitmesini zorunlu kılıyor bu durum. Oysa. Oysa tek tek harflerle kuracaktım onunla aramdaki o köprüyü.

Salı, Şubat 06, 2007

clémentine gözlerini kapattığında

Clémentine adını duyunca ürperiyorum. Çocukluğumuzun çizgi filmi, ama öyle bir çizgi film ki hakkında aklımda kalanlar çok olmamasına rağmen ben de gizliden bir travma yaratmış olsa gerek çünkü müziğini tekrar duyunca o günlere geri döndüm: o eşsiz müziği (ki şu an dinliyorum), ne olduğu bilinmeyen kötü bir ruhu (Malmoth), Clémentine hep en ihtiyacı olduğu anlarda yardım eden güzeller güzeli bir hatunu (Hémera) hatırlıyorum. Hep kötü birşeyler olurdu ama Clémentine son anda kurtulurdu bu kötü ruhtan. Sanki iyiyle kötünün savaşı verilirken bizden de taraf tutmamız istenirdi Clémentine uçağıyla tüm dünyayı dolaşırken; kah sirkteki hayvanlara zalimce davranılmasını engellerken, kah Afrika'da yaşam otunu ararken.

Benim için hatırlattığı dönem cumartesi sabahları kardeşimle ve arkadaşlarımızla gittiğimiz mekanda bilardo veya masa tenisi oynarken oyuna ara verip diziyi seyredişimiz, hesabı babama yazdırışımız, spor salonunu dilediğimizce kullanışımız, kocaman futbol sahasında istediğimiz gibi koşturmamız, bisikletle koca bir alanın etrafında dolaşımız, herşeyin o yaz sıcağının altında bizim elimizin altında olması ve en çok zevkin çıkaranın yine biz olmamız.
Clémentine, quand tu fermes les yeux
Clémentine gözlerini kapattığında...
Ben de kapatıyorum ve hatırlıyorum.

Salı, Ocak 30, 2007

Demek ki

Kendimi onun yanında çok acemi ve toy hisseder, bu yüzden de olduğumdan daha becereksiz davranırdım.
Hayatın sandığımızdan daha derin, dünyanin daha anlamlı bir yer olduğunu hissetmek için insanın gece yarisi çarpan pencerelerin gürültüsü, perdeler arasından karanlık odanın içine esen bir rüzgar ve gökgurültüleriyle uyanması mi gerekiyor?

Pazartesi, Ocak 29, 2007

tutuklunun ikilemi

Akıl Oyunları filminin bir sahnesinde bara yeni giren bir kız grubuna aralarında John Nash'in de olduğu bir erkek grubu ilgi gösterir. Ama bu ilgiyi en çok çeken içlerindeki en güzel kızdır. Hepsi bu kıza olan ilgilerini belli eder, diğerlerini kaale almaz. Ama Evraka! John Nash'in aklına birden bir pırlıtı gelir. "Eğer hepimiz en güzel kıza ilgi gösterirsek, aramızda sadece birisi başarılı olur, diğerleri açıkta kalır. Eğer aramızda anlaşır kızları bölüşürsek herbirimizin şansı daha çok olur." Sonrasında Oyun Teorisini geliştirerek ünlenecek bu şizofren matematikçinin bahsettiği şey rekabetin ve işbirliğinin kullanabileceği bir denge kavramıydı.
Buna uygun bir senaryo ise tutuklunun ikilemi senaryosu. İki şüpheli bir soygun sonrasında tutuklanmışlardır, ve ayrı odalarda sorguya çekilmişlerdir. Sorguyu yapan polisler şüphelilere bir öneride bulunurlar. Eğer süphelilerden birisi suçunu itiraf eder, diğer süpheli reddederse, suçunu itiraf eden serbest kalacakken diğeri 10 yıl ceza alacaktır; eğer suçu ikisi de reddederse beşer yıl, eğer ikisi de itirafta bulunursa ikişer yıl alacaktır. Bu durumda tutukluların nasıl cevap vereceği, ya da nasıl bir strateji geliştireceğine dair bir yaklaşım bulmak gerekmektedir. Birbirlerinden habersiz karar vermek zorunda kalan şüphelilerin vereceği en makul karar itiraf etmektir. Bu sonuç Nash dengesini verir, zira her iki şüpheli de rakibinin itiraf stratejisi karşısında kendi stratejisini değiştirmek istemez.

Çarşamba, Ocak 24, 2007

301 kere

Bir ölümün ardından ne söylenebilir ki? Söyleyenler, kalemi güzel tutanlar, sevdiklerimiz yazmışlar ardından Hrant Dink'in. Aynı şeyleri söylemek istemiyorum.
Sadece Türkiye'de bu ortamın yeşermesine izin verenler; milliyetçiliği kendi arka bahçeleri olarak görüp yapılanlara ses çıkarmayanlar, içten içten destekleyenler, doğrudan destekleyenler; önce dini keşfedip müslüman, sonra ırkı keşfedip ulusalcı-milliyetçi-yurtsever-vatansever olanlar, bunları kendi politikalarına alet edenler; farklı düşünenlere, farklı kimliklere, farklı olan herkese, herşeye vatan-haini yaftası yapıştıranlar; gündelik hayatlarını komplo teorileriyle doldurup," Türk'ün Türk'ten dostu yok, bizi bölmek istiyorlar" zavallılığında hayatı görenler, e-postaları bu zırvalarla dolduranlar, birbirlerine "okuyun, okutun" diye iletenler; cinayeti milliyetçi duygularla işlemiş diyerek gizli onay verenler, verebilenler; onlar değişmeyecekler.
Ama Ermeni'yiz, Ermeni kalacağız diyenler de olacak.

Cuma, Ocak 19, 2007

Televizyonda

Kars'ta gezici film festivalinden bahsediliyordu. Ekrana Kars'taki etkinliklerden bahsederken barımsı bir ortamda bilindik tınıları söyleyen çok hoş, güzel bir kadın çıkıverdi. İçimden Kars'ın gece hayatının renkli olduğunu geçirdim. Kamera şarkıyı söyleyen kadına doğru yaklaştığında, televizyondaki sesten bir milisaniye önce kafamda patlayaverdi: Şarkıcı Vildan Atasever'di. O, şarkıyla beraber bir o yana bir bu yana dönerken, vucudunu takip eden sarı saçları da salınıyordu. Replikas'ın elemanlarını da farkettim bir süre sonra. Kars'ta Replikas şarkıları söyleyen güzel mi güzel bir şarkıcı kız. İlgi çekebilirdi, ünlü olmasalardı.

Perşembe, Aralık 07, 2006

angaragücü taraftarı

sabırsızdır...27 kasım 2005 ankaragücü samsunspor maçı'nın başlama düdüğü çalınır, maça başlayan ankaragücü bir iki hazırlık pası yapar, ilerleyen dakikalarda ankaragücü'nün golünü atacak olan abdurrahman dereli topu kaptırır. henüz 40. saniyedir, ancak arkamızda oturan bir abi bağırır:

- hoca çıkar şunu ya! yeter artık!..
(sözlükten alıntı)

Perşembe, Kasım 30, 2006

metinde punctum

Latincede "sivri uclu bir nesne ile olusturulan iz, delik, sıyrık" gibi anlamlara gelen punctum Barthes’in Camera Lucida kitabında kullandığı şekliyle, fotoğrafta studium’(inceleme, uygulama, calisma ve bunlarin sonucu olarak birseye ilgi duyma, anlama, zevk alma, kısacası fotografın analizi) la açıklanan ortak alanı delen, yırtan, ve o imgeyi kişisellestiren, fotoğraftan ok gibi çıkıp bize saplanan öğedir. Punctum hiçbir ortak dille, tarihsel sosyal kültürel gondermeyle aciklanamaz, fotografin bir kosesinde yer alan ufak bir ayrintida gizlidir. Bu tanımıyla felsefede yine Latince bir terim olan ve öznel hissiyat (subjective feeling) anlamına gelen qualia'yla karşılaştırılabilir. Qualia, herhangi bir algoritmik yapıyla açıklanamayan tümüyle bize ait duyulardır. Güneşin doğuşundan duyulan haz, kırmızının kırmızılığı gibi özellikle de zihnin berişimsel modelleriyle açıklanması imkansız olduğu iddia edilen bir nosyondur. Tekrar punctuma dönersek, fotoğrafta oluşabilen bu okun, okuduğumuz bir metinde oluşmaması için herhangi bir neden yoktur. Tıpkı fotograf gibi, bizi gelip geçen bir kelime, duygu, düşünce yumağını bir metinden de elde edebiliriz. Ben buna kanıt olarak okuduğumuz bir metnin farklı zamanlarda bizim için farklı anlamlar yaratabllmesini gösterebilirim. Farklı zamanlarda okunan metindeki farklı düşünsel yoğunluklar buna neden olur. Hatta, biraz daha genel olacak ama, söylenen bir laf vardır.: Klasikleri hayatınızın farklı dönemlerde okuyun. Zira, her defasında farklı birşeyler alırsınız diye. Keza, bir metnin belirli parçaları için bile geçerli olabilecek şekilde farklı zamanlarda farklı tatlar alabilmeyi bu punctum sağlar. Ama ben biraz daha ileri giderek, bu punctumun sadece metinin yarattığı düşüncelerde değil, belirli kelimeler üzerinde de olduğunu iddia ediyorum.

Çarşamba, Kasım 29, 2006

paylaşılan an

Otelde kumanda aletinin bitmiş pillerini değiştirmek için resepsiyonu aradıktan bir kaç dakika sonra görevli geldi. Bitmiş pilleri aldı, yenilerin taktı ve kanallar arasında gezinerek televizyonda denemeye başladı. Kumanda aleti çalışıyordu, ne var ki, bir iki kanal sonra takıldı, kanal görevlinin basmasına rağmen bir türlü ilerlemiyordu. Kumandanın takıldığı kanal porno yayın yapan bir kanaldı ve bir türlü düzelmeyen kumanda aletini düzeltmeye çalıştıkça görüntüye takılan gözleri ancak başka yerlere bakarak uzaklaştırabiliyordu. Bu istemsiz ve sıkıntılı diyebileceğimiz paylaşılan an bir kaç saniye sonra kumandanın düzelmesiyle sona erdi.

Salı, Kasım 28, 2006

Dolmuşta

Dolmuşta akşam saatlerinin sıkışıklığla yol alırken en önde oturan teyze şoföre sordu:
-Bu yüksek binalar Basın Sitesi mi?
Şoför, ya kendini sıkıştıran arabadan kurtulmanın yollarını aradığından kafası meşgul olduğundan duymadı, ya da duymamazılığa gelerek soruya cevap vermedi. Teyzenin sorusu havada kaldı.
Dolmuş sıkışılıkta bir süre daha gittikten sonra teyze, yol boyunca yapmış oldukları muhabbetin samimiyetine güvenmiş olarak tekrar sordu:
-Bu binalar Basın Sitesi mi?
Şoför yine cevap vermedi. Teyzenin suratı asıldı, tümüyle önüne döndü.
Dolmuş biraz daha gitti. Teyzenin hemen arkasında oturan başı bağlı başka bir teyze, iyilik etmek istediğinden olacak lafa karıştı:
-Basın sitesinin binaları işte burası.
Ne var ki, biraz önce cevap alamamanın moral bozukluğundan olacak teyze cevapla hiç ilgilenmedi bile. Biz yolculara ise bir kaç dakika boyunca o trafik sıkışıklığında havada asılı kalan bir kaç söz kaldı.

Perşembe, Kasım 16, 2006

önce ağaçlar

"Yazmayı sevmiyorum. Önce senaryoyu yazmayı, sonra da film çekmeyi istemiyorum. Zira film çekmeden önce tüm detayları kafanızda oluşturmanız gerekiyor. Bir mimar önce binayı tasarlar, sonra da "şimdi de binanın önünde ağaçlar olmalı" der. Ben ise önce ağaçları koyuyorum, sonra binayı çiziyorum. Bir parça toprağım, ağaçlarım var. Şimdi de sıra bina da diyorum. Bu yüzden pek çok filmim kısa bölümlerden oluşuyor, sonra onları biraraya getiriyorum. Filmlerim de farklı kısa filmlerden oluşuyor." (Kar Wai)

Salı, Kasım 14, 2006

Kar Wai

-Wong Kar Wai'yi neden seviyorsunuz?
-Seyrettiğiniz ilk filminin "In the mood for Love" olduğu bir yönetmeni sevmemeniz mümkün değildir. Daha önce hiç bir örneğini görmediğiniz Hong Kong sinemanın hiç bilmediğiniz bir kültürün üzerinden akan bir film. Kadınların bir biblo gibi giyim tarzlarından, makyaj biçimlerine kadar bir gerçekliğin barındığı bir yapı. Ve müzikler. O müziklerin ve filmin içerisine yedirilmesi. Savaş filmlerinde kendinizi kahramnın yerine yerleştirmezsiniz, daha çok iyiyle kötü arasındaki bir savaşta iyiyi tutma meyildesinizdir. Ama aşk filmlerinde duyduğunuz sızı, sizi kahramanın yerine geçirir, film artık sizin aşkınızı anlatır. Ve yaşadığınız an buna uygunsa herşey hazırdır, ıstırap için. Bir de üstüne Nat King Cole.
(Devam edecek...)

Cumartesi, Kasım 11, 2006

Cool

Jean Baudrillard, Cool anılar III-IV kitabından:
Max Ernst bir bahçe resmi yapıyor. Tablo bittiğinde bahçedeki bir ağacın resmini yapmayı unuttuğunu farkediyor. Derhal ağacı kestiriyor.

Pazar, Ekim 29, 2006

Zırvalamalar I

Yatağa uzanıp yorgunluğun keyfini çıkartarak bir o yana bir bu yana dönüyor, yüzün yastıkla temasından zevk alıp geriniyordum. Birden duvardaki o çok renkli reprodüksiyonu farkettim. Kendimi onun üzerinde gezinirken hayal ettim. Tıpkı bir böcek gibi o kaygan pürüssüz, sert ve soğuk yüzeyde rahatlıkla hareket ettiğimi düşündüm. Yooo, aklıma hiç de örümcek adamı getirmedim. Aslını söylemek gerekirse flmini bile seyretmişliğim yoktur. Burada hoşuma giden duygu, bu yeteneğimi sadece benim bilecek olmamdı. O an bu yeteneğin sahibi olacağımın bilincine vardım. İstersem yapabilirdim. Denedim, yaptım, ve bu sırrı kimseyle paylaşmamaya karar verdim.

Pazartesi, Ekim 23, 2006

özgürlük vs.

Fransız devriminin en önemli sloganı bilindiği üzere "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" şiarı. Bu sloganın başarısı bu üç terimin de birbirini tamamlamasında yatıyor. Örneğin tek başına bir özgürlük, eşitlik veya kardeşliğin olmadığı durumlarda anlamsız. Ama neden özgürlüğe dereceler biçebiliyoruz da kardeşlik veya eşitliğe (herkes eşit ama bazıları daha da eşit gibi ironilerden kaçarak) biçemiyoruz? Özgürlüğün sınırları olmalı mı?
Aslında bu soru ilk bakışta oldukça banal bir konunun da içeriğin oluşturur. Üzerinde binlerce kitabın yazıldığı, herkesin artık üzerinde düşünmesine gerek kalmadığını hissettiği, söylenecek sözün eskisinin reprodüksiyonu olma gibi bir sıkıntıya düşebileceği bir konu. Biliyorum ama arkadaşımla konuşurken bana özgürlüğün sınırları olması gerektiğini anlatmaya çalışması bugün ABD'nin 11 Eylül sonrası, geçmişin de bürokratik ülke deneyimleri ışığında tekrar tartışılmaya başlanması ilgilendiriyor. Evet, özgürlük tek başına ne kadar anlamlı sorusu önemli bir sorudur? Peki tek başına eşitlik ne kadar anlamlıdır? Veya özgür veya eşit olmadan kardeş olmak ne demektir? Birisinin fazlalığı diğerini bastırdığı zaman mı sorun olur, birisinin azlığı diğerlerini manüple ettiği zaman mı?
Karar sizin..

Cuma, Ekim 06, 2006

Yine Gençler

Ankara'ya geldiğim ilk yıllarda gittiğim bir Ankaragücü-Gençlerbirliği maçinda kale arkasinda Gençlerbirlikli taraftarlarin arasına düsmüstüm. O zamanlar henüz ne Ankaralı ne de Gençlerli olmuştum. Sade bir futbolsever olarak tıklım tıklım tribünler önünde oynanacak heyecanlı bir Ankara derbisini izlemeye umarak gelmiştim maça. İlk hayalkırıklığım boş tribünlerdi. İkincisi ise Ankaragücü seyircisinin tezarühatıydı: "Bugun Gençlerli, yarın Fenerli!" Bağıranlar çok uzakta da değillerdi. Gençlik Parkı kale arkasında Gençlerbirliği'ne ayrılan bölümü sahayı çaprazdan gören kısmına çöreklenmiş Ankaragücü seyircisiydi onlar. Taşradan geliyordum ve benim geldiğim yerde kendi tribününüzde sizin aleyhinize böyle bağırılacak olsa büyük cingar çıkar diye düşünüyordum. Ama Gençlerbirliği seyircisi hiç kaale almadı bu tezahüratı. Gençlerbirliği forması giymiş bir ihtiyar çıktı “Haydii Gençler” diye bağırdı. Etrafından ona destek geldi. İhtiyarlar tribünü (o zamanlar tabii ki bilmiyordum böyle adlandırıdıklarını) arada sırada kendi kafasına göre bağırdı maç içerisinde. Çok da fazla ateşli seyirci yoktu ortalıkta. Oynayanı alkışlayan, faullerde kızan bir seyirci topluluğu. O sıkıntıyla “tabii ya”, dedim kendime, “Ankara seyircisinin tek takimı olsa gerek, seyircisi daha fazla tek takımı, o da Ankaragücü muhtemelen. Tek amaci ligde tutunmak olan bir takımın zaten taraftarı da olamazdi, olsa bile o da zaten baska bir takimın taraftarıdır. O gün maçta kerhen destekliyordur”. Kendimce böyle bir açiklama getirebilmistim bu tezahürata o zaman.

Bugün o noktadan çok uzaktayiz, en azindan ben tribünlerden bu tezahürati Ankara'da uzun zamandir duymuyorum. Ankaragücü ise zaten o eski “bastır Angaragücü” günlerinden çok uzak, kümede kalma savaşı veriyor her yıl. Gençlerbirliği ise o oynadığı sezon herkesin takdirini ve sevgisini kazanıp İstanbul oligarklarına saha dışında yenilip 3.lügle yetinmek zorunda kaldığı ve UEFA’da Avrupa’nın adı-sanı iyi duyulmuş rakiplerini içerde-dışarda yenerek 4. tura kadar yükselmesiyle ve sonunda sempatizanlarını taraftarlığa devşirmesiyle Ankara’nın en iyi takımı haline geldi.

Cuma, Ağustos 25, 2006

Geçen bir senenin ardından

Biraz önce farkettim, tam bir sene oluyor bu bloga başlıyalı. Aslında daha önce, tezime yardım etmesi amacıyla başka bir blog tutuyordum. Bu başladıktan sonra maymun iştahımı yenip devam ettiğim bir blog oldu. Başlarken demiştim, benim belleğim olsun diye. Şimdi geriye dönüp baktığımda ortada ne var ne yok diye soruyorum kendime. Aslında elim çok gitmemişti eski postalarıma bakmaya. Arada sırada göz gezdirdiğimde ise gerçekten de unuttuğumu farkettim nelerle ilgilenip, neler yazdığımı. Evet, bir şekilde belleğim olmuş ama ya peki biligisayar başında harcadığım zaman bunları yazmak için?
Pişman mıyım? Hayır tabiiki, yine olsa yine yapardım.
Ya herru, ya merru...[zafer işareti]

North by Northwest



Alfred Hitchcock'un başarılı filmlerinden 1959 yapımı North by Northwest'in (türkçeye Gizli Teşkilat adıyla çevrildi) en bilindik ve ünlü sahnesi hiç kuşkusuz Cary Grant'ın mısır tarlasında üzerine doğru gelen planörden kaçma sahnesidir. Cary Grant açık alanda, kaçabileceği hiç bir yer yokken planörle yüzyüze gelir. Planör Cary Grant'ın üzerine doğru alçalır, alçalır, Grant koşar, uzaklaşmaya çalışır, yüzündeki korku ve dehşetle birlikte. Planör tam çarpacakken Grant kendine yere atar. Bu durum bir kaç kez tekrarlanır. Burada çaresizliktir verilmesi istenen duygu. Dev makinalara karşı insanın yalnızlığı ve yetersizliği. Ama aynı zamanda komiktir bu sahne. Denk olmayan iki gücün mücadelesi ve belki de uçağın asla yere bu kadar yakın geçemeyecek olmasıyla beraber abartılı yüz ifadeleri ve hareketler. Vincent Gallo, Kusturica'nın Arizona Dream (Arizona Rüyası) filminde bir yarışmada bu sahneyi canlandırır. Sahnede uçak yoktur, sadece görüntüsü vardır uçağın. Vincent Gallo'da perdeden gelen uçağı gerçekmişcesine karşısına alır ve uçak yaklaştıkça Cary Grant'ın yaptıklarını aynısını yaparak kendini yere atar. Yarışmayı kazanamaz Gallo ama (çöl şehirlerinde kimsenin bu ironilere aldırdığı yoktur zira) bu taklitle oldukça başarılı bulunur.

Salı, Ağustos 22, 2006

yalan da yalan-- yalan argosu

Her ne kadar içeriğini, daha doğrusu akış hızını, çok dabeğenmesem de Amat, dil açısından oldukça zengin bir kaynak sağlıyor. Kitabı okurken yakaladığım eftamintokofti (bana Yunanca geliyor) kelimesinin internette izini sürerken Türkçe'deki yalanla ilgili diğer argo sözcüklere rastladım. İşte bunlardan bazıları:

afiş, afsiyon, atmasyon, ayak, bom, derav, dolma, dubara, dümen,endaht, eftamintokofti, film, gır, güm, hikaye, kafes, kantin,kaşkariko, katakofti, kıtır, kıtırbom, kofti, koftiden, manita, mantar, martaval, masal, maval, numara, palavra, pandispanya gazetesi, perdah, pestil, piyaz, polim, sinema, tav, tıraş, tırışka, tırışkadan nağmeler, tirişko, torpil, ufak at da civciler yesin, ustura, uydurmasyon, uyduruş, yaldız, yüksek ustura.
(http://listweb.bilkent.edu.tr/kadin/2001/Feb/0021.html) den

Cumartesi, Ağustos 12, 2006

Ama't

Romanın konusunun bütünlüksüz, birbirinden kopuk olduğu, tarih bilgisinin kitaba iyi yedirilemediği, roman mı yoksa gemicilik tarihi üzerine ders notları mı sorusunun cevabının verilmekte zorlanldığı, tüm o Osmanlı gemiciliği üzerine detaylı bilgilerin nedense gerek okurken gerekse sonrasında okuyucada belgesel tadı bırakamadığı, bilakis neredeyse çömez bir yazarın ilk kitabı havası veren, ve daha önemlisi bir çömezin yapabileceği tematik ve içeriksel hatalar içeren, gereksiz detaylarıyla sıkıcı olabilen, ve en önemlisi büyük bir hayalkırıklığına neden olan bir kitaptı Amat benim için. Keşke okumasaydım ve yazar bende o eski güzel kitaplarının adıyla anılsaydı dedirten bir başarısızlık bu benim için. Bir mistisim havası, bilinemezlik takıntısı, metafiziksel öğeler, başarısız masal öykünmeleri . Bu kitabı anlatacak kelimeler benim için. Aynı şey Elif Şafak’ta da hisediliyor. İçselleştirilmiş tasavvuf, dini bezirganlık. Bende artık afakanlar uyandıran bir eftamintokofti silsilesi. Eminim, kitabı beğenenler de çıkmıştır. Onlarla arama kesin bir ayrım koyuyorum------------, ki bu çizgiler bu ayrımı betimlesin.

Cuma, Ağustos 11, 2006

Baba ve piç

Başlık Elif Şafak'ın kitabından. Biraz üzerinde düşününce kitabın adının aslında siyah ve beyaz, ying ve yang gibi bir ikilem yarattığını farkettim. Sonuçta piç, babanın olmaması durumu. Nasıl siyah, beyazın karşıtıysa, baba da piçin karşıtıdır dedim kendime. Ama biraz da irdeleyince aslında başlığın bu kadar net ayrım yaratmadığını, ama başlığa en yakışan karşılığım Jane Austin'in Sense and Sensibility romanının adı olacağını keşfettim. Zira, sense isim, sensibility ise bu kelimeden üretilmiş bir isim oluyor. Belki bir zıtlık yok "sense and sensibility" kelimelerinde ama bu başlık Elif Şafak'ınkine daha uygun geliyor (en azından formal olarak).

Cuma, Temmuz 14, 2006

Kyoto Sözleşmesi ve Türkiye (A)*

(A)*: Dikkat! Akademik özellikler barındırır. (Kısacası, ilgisi olmayanları bayabilir.)

"Türkiye, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında ve sürdürülebilir kalkınma ilkesi doğrultusunda, bir yandan kalkınma hedeflerini gerçekleştirirken, diğer yandan iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin azaltılmasına yönelik olarak yürütülen bu küresel ortak eylemde yerini almak için sözleşmeye 24 mayıs 2004 tarihi itibariyle 189. taraf olarak katılmıştır. "

Türkiye, Kyoto Sözleşmesi'ni imzalamamış olmasına rağmen Sözleşmeye taraf ülkelerden birisi. Sözleşmeye taraf olması ise Sözleşmenin yükümlülüklerini yerine getirme anlamına gelmiyor. Hatta Sözlşemeyle ilgili eleştirileri de bertaraf etmek konusunda yardımcı oluyor, küresel ısınma sorunlarını halının altına süpürülmesine hem içte hem de göz boyayarak yapılmasını sağlıyor.

"Türkiye’nin küresel ısınmaya sebep olan karbondioksit (CO2)emisyonu üretme bakımından kişi başına düşen sorumluluğu diğer OECD ve Avrupa Birliği ülkelerine göre daha azdır." "Türkiye kalabalık nüfusuna rağmen ekonomisinin küçük olması nedeni ile, karbondioksit emisyonları açısından, hem toplam, hem de kişi başına yıllık değerlerleriyle, OECD ülkeleri arasında arka sıralarda yer almaktadır Türkiye'nin kişi başına elektrik tüketimi de aynı şekilde, OECD ülkeleri arasında sonuncu gelmektedir. Türkiye’de enerji üretim ve tüketimi hızlı bir artış göstermekle birlikte, henüz yeterli düzeye ulaşılamamıştır. Ayrıca, kişi başına toplam birincil enerji arzı açısından, 1,07 TEP/kişi olan Türkiye değerinin dünya ve OECD değerlerinin altında olduğu görülmektedir."

İşine geldiği zaman dünyanın en büyük 20. ekonomisiyiz diye övünüp iş salımların azaltımı konusuna gelince ama bizim ekonomimiz küçük, salımlarımız diğer ülkelere göre düşük demek bir çeşit ikiyüzlülüğe işaret etmez mi? "Bizim küresel ısınma konusunda suçumuz yok, dünyanın iklim değişikliği konusunda geldiği durumda sorumluluk size ait, siz nasıl gelişirken, endüstiriyelleşirken hiç bir kurala bağlı kalmadan olarak bu gazların salınımını yaptıysanız, biz de sizin geçtiğiniz yollardan geçerken aynı şeyleri yapacağız. Ne zaman ki sizin gelişmişlik seviyenize geliriz, o zaman oturup konuşuruz. O zamana kadar bizim de kirletme hakkımız var" mantığına karşı ne söylenebilir ki? İyi de biz de aynı gezegende yaşamıyor muyuz? Bizim de dünyalı olarka sorumuluk almamız gerekmez mi? Sadece bizim değil, ekonomileri bizden daha hızlı büyüyen Çin'in ve Hindistan'ın da bu sürece dahil edilmesi gerekmez mi? soruları geliyor aklıma.

"Türkiye’de elektrik enerjisi talebi, ağırlıklı olarak termik ve hidrolik kaynaklardan karşılanmaktadır. Jeotermal ve rüzgar enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının payı ise henüz hayli düşüktür. Termik üretimde, enerji kaynakları arasında linyit önemli bir yer tutmaktadır. "

Bir de buna nükleer enerjiyi eklemek gerekecek ileriki dönemler için. Nükleer enerjiyi kullanım bizi nükleer ülke sınıfına getirmeyecek ki. Sadece atom santraline sahip bir ülke olacağız. Çünkü, nükleer teknoloji kullanımı tamamıyla dışa bağımlılığa bereberinde getirecek. Türkiye'de potansiyeli fazla biyoyakıtların kullanımı, en azından yerel düzeyde enerji ihtiyacını sağlanmasında dışa bağımlılığı azaltabilecekken, aynı şekilde rüzgar enerji potansiyeli tamamıyla gözardı edilirken olcak bunlar.

"Türkiye tüm bu gerçekler ışığında, uluslararası anlaşmalara uymakla birlikte her şeyden önce ekonomik büyümesini sektörel kalkınma politikalarında çevre boyutunun gözetildiği sürdürülebilir kalkınma anlayışı çerçevesinde gerçekleştirmek zorundadır." (İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Ve Türkiye Raporu'ndan)

Yani nasıl bir sürdülebilir bir kalkınma anlayışıdır ki bu işin içinde gelecek kuşakların küresel ısınma sorununu göz ardı etmekte beis görmüyor?

Salı, Temmuz 11, 2006

Resim ve Tasvir (3)


Bir zamanlar bir Danimarka krali varmış. Bu kral merdiven çıkmaktan hiç hazzetmezmiş. Bir gün başmühendisini çağırmış yanına ve "Bana öyle bir kule yap ki merdiven çıkmak zorunda kalmayayım" demiş. Mühendis, düşünmüş taşınmış ve asansörü bulmuş, demiyeceğim çünkü henüz 17. yüzyıldayız o zamalar, nerede o asansör teknoloijisi. Neyse, mühendisimiz asansörü bulmak yerine kolay yolu seçmiş ve içerisinde kralının hafif eğimle yolda yürür gibi çıkabileceği bir kule yapmış. Kral da çok mutlu olmuş.
- İyi ama kral, merdivenlerin çıkmasının zor ama inmesinin kolay olduğunu bilmiyor muymuş?
-Üfff, kral işte, tembel adam, ne olacak.

Salı, Temmuz 04, 2006

Resim ve Tasvir (2)



Resime baktığımda kafamda bu merdivenlerden kimin ineceği sorusu vardı. Nedendir bilmem, cırtlak kırmızı elbisesi, kırmızı şapkası, topuklu ayakkabıları ve pürüzsüz cildiyle, Hollywood filmlerinden fırlamış bir aktris beklediğimi düşündüm. Sonra aklıma bir duvar saati geldi, her tik-takıyla atılan bir adımın topuklu ayakkabıdan çıkan sesinin tuğla duvarda çınlamasını istediğim. Her saniyede yavaş yavaş aşağı indiğini bildiğimiz bir kadın. Ama ne yazık ki ne zaman karsımıza çıkacağını bilmediğimiz birisi.

Cumartesi, Temmuz 01, 2006

2. şahıs hikayeleri (2): nibbana

Tayland'lı arkadaşınla konuşurken Budizm hakkında bilgi almaya çalışırsın. Genelgeçer veya kulaktan duyma bilgilerinle "şu nedir, bu nedir" şeklinde sorular sorarsın, o da elinden geldiğince sana bilgi verir. Sıra nirvanaya gelir. "Nedir şu nirvana mevzuu, mirim" dersin? "Nasıl ulaşılır, harbiden de uçuyor musunuz" diye geyik modu yüksek sorular sorarsın. O ise elini gitar gibi yapar ve cevap verir, "Haa, Nirvana, müzik grubu. Severim" der.
Sonradan öğrwenirsin, senin Nirvana diye bildiğinin aslı Nibbana'dır. Karmanın aslı Kamma olduğu gibi..

Perşembe, Haziran 29, 2006

umarsızca

Beden egitimi öğretmenin bir gün yine sınıfına okulun bahçesinde yürüyüş yaptırmaktadır. Sen artık sıkılmışsındır otoritenin seni sınamasından. Eller havada, başlar dik, bir adım, hep beraber, rap, rap, rap. Kendince bir tavır geliştirirsin, en umursamaz halinle, kollar inik, baş öne bakar vaziyette, yürümüş olmak için yürürsün. Birden beden eğitimi öğretmenin kolundan tutar seni, sıranın en sonuna atar. Ne olduğunu anlamamişsındır. Biraz sonra sınıfın en şişko, işe yaramaz çocuklarından birisi daha yanına gelir. Bir süre daha yürürsünüz, sıranın en arkasında bu sefer ama hala umarsızca. Neyse ki, zaman geçer ve öğretmenin yürüyüşü durdurur. Eliyle senin bulunduğun yeri işaret ederek "buradan öncesi okulun bando takımında olacak" der.
Başından kaynar sular dökülür. Bilmiyorsundur bunun okuluun bando takımı seçmeleri olduğunu. O renkli formayı giyip, "çabalama kaptan, çabalama kaptan, çabalama çabalama" ritmiyle, elinde o yandan bağlanmış bateriyle geçiş yapmanın ve derslerden kaytarmanın zevkinden mahrum kalmışsındır.
Hayatın boyunca da o günkü umarsızlığına bir küfür sallarsın. Neyi nerede yapman gerektiğini öğrenmen konusunda tecrübe edinirsin. Çocuksundur, asker gibi, başında sert bir öğretmen eşliğinde yürümek istemezsin, ama o renkli bando takımı yok mu? İşte sadece o zaman; elinde borazan, sırtında bateri, müzik eşliğinde, eğlenerek yürürüm dersin.

Çarşamba, Haziran 21, 2006

ne zaman "biliriz"?



Bildiğimizi veya öğrendiğimiz an nedir?
Hangi ana kadar edindiğimiz bilgi (knowledge) sadece bilgidir (information)?
Bilmediğimizin ne kadar farkındayız?
Bilmek, bilmemek ve belirsizlik arasındaki geçişleri ne belirler? Bilmekle diğerleri (bilmemek ve belirsizlik) arasında geçiş var mıdır? Olmamamlı mıdır?
Geçiş dönemi, gerçekten de belirsizlik dönemi midir? Ya da geçiş dönemi basbayaği bilememek midir?
Bütün hayatı boyunca bu belirsizlikte (geçiş döneminde) yaşamak gerçekten de rahatsız bir durum değil midir?

Pazar, Haziran 04, 2006

lekesiz aklın sonsuz günışığı

Charlie Kaufman'ın mükemmel senaryosuyla Mixhel Gondry'nin çektiği film en sonunda TR'de de gösterime girince kaçırmamak gerektiğini düşündüm. Sonuçta film iki yıllık bir gecikmeyle gösterime girdi burada; seyredenler VCD'sini, olmadı DVD'sini buldu ve seyretti. Benim gibilere ise adını duyduğumuz bir efsane gibi bu güzel ve uzun adlı filmi kerhen de olsa yaşamın bir yerinde, kah tezgahta, kah DVD'cide, kah bir arkadaşın evinde VCD'sini görünce alıp seyretmek kalmıştı. Altyazı dergisinin eski sayılarının birisinde de TR'de gösterime girememiş filmlerin listesinde ilk sırada görünce adını zihnimize de kazımıştık. İşte böyle duyguların eseriydi bu filme gidişim.
Jim Carrey'in adını görüpte gülmekten kopacaklarını düşünüpte filme gelen zavallıları düşününce hoşuma da gitmiyor değildi. Salonda filmin başında her lafa gülme eğiliminde olanlar bir süre sonra dumura uğrarken, filme kalabalık gelen yaşlı başörtülü teyze guruhu ise antraktan sonra kaçtı. Eeee, ne de olsa birazcık da olsa zeka gerekmiyor değil, bu kadar zekice kurgulanmış flash-back ve flash-forwardları kapabilmek için. Kurgu, evet, süperdi. Memonto gibi ustaca kotarılmiş, dahiyane denebilecek bir anlayış. Hikayede ilginç ve Kaufmanvari olunca bundan iyisi Şam'da kayısı diyesimiz geldi.
Kurgu konusunda söylemek istediğim bir şeyler var aslında: son yıllarda oldukça moda bu. Tarantino'yla başlayan (benim sinema hayatım için söylüyorum) kurgunun başının sonunun birbirine girmesi olayı (ve baş kahramanın filmin orta yerinde ölüvermesi gibi) Pulp Fiction'daki sıradışılık, sonrasinda Irreversible, Memento gibi filmlere kayıvedi. Momento örneğin tamamıyla sondan başa düz bir hatta giden bir filmdi (onu ilginç kılan da buydu), hafıza sorunsalına da eğiliyordu ama Eternal Sunshine ise tam anlamıyla çorba diyebileceğimiz bir yapıda. Dikkatle seyrettiriyor, üzerinde düşündürtüyor ve sizi en can alıcı konuyla vuruyor. Hatıralar, geçmiş ve bittabi aşk.
Kusursuz olmayan, olmayacak, sonucu belli olsa dahi sonuna kadar gidilecek, o anın yaşanacağı aşk. Zihinde sadece onunla yer etmeyen, bilakis onunla yaşananalarla yer eden, örneğin seyredilen bir filmin onunla seyredilmiş olmasından dolayı hafızaya kazınmış olmasından müstarip, o an zihinden silinirken o anla birlikte silinen bir filmin meşekkatli varlığına selam eden bir duygu olsa gerek aşk.
Bilişsel bilimlerden az biraz anlayan bir insan herhalde filmdeki hafıza konusuyla kafa yormalıdiye düşünüyorum. Hafızanın Lacuna şirketinin elemanlarının bilgisayarlarında yaptığı gibi belirli öğelerinin tek tek silinmesnin sağlanması biraz boşa kürek çekmek gibi geliyor bana. Çünkü beyin, evet oldukça, modüler olsa da, hafizanın bir şekilde compute edilebilir hale getirilmesi, beynin neuroscience alanındaki diğer çalışmalarının (örneğin rüya) çözülmesi anlamına geliyor. Eğer spesifik konulardaki hafızayı silen bir yazılım programı geliştirirseniz, beynin yapısını da çözersiniz derim ben.

Perşembe, Mayıs 25, 2006

cok yazmak veya yaz(a)mamak

Bloga başlarken ki amacım aslında yazmak, çok yazmak ve bir şekilde de yazabilmeyi de öğrenmekti. Amma ve lakin insanın yazacak durumumun olmamasi gibi bir durumu hiç düşünmemiştim. Bilgisayarın başında olmanın ne kadar da önemli bir lüx olduğunu bilememiştim. Şu an öğrendim aslında ama bunu değiştirebilecek durumda değilim ne yazıkki. En azından bu durum bir süre daha böyle devam edecek gibi görünüyor. "Ey siz blog cemaatinin üyeleri, en azından yazabilecek kadar zamanınız varsa, bunun kıymetini bilin" gibi geyik bir mevzuya da girmek istemiyorum ama bununla birlikte özlüyorum bloglamayı.
Ben yokken yine gündem değişmiş, neler olmuş neler. Cin Ali serisinin çılgınları yine birilirini vurmuş, Eurovision'da Lordi birinci olmuş (Bilmiyorum Athena'ya Eurovision'da ne işi var diye laf atanların bayağı bayağı bir metal parçasının birinci seçilmesine ne gibi yorumda bulunduklarını. Keza 2004 yılındaki yarışmada Athena'nın ska parçası bomba gibiydi, arkadaşların evinde yarışmayı seyrederken hem kafamın hem de şarkının güzelliğinden bir bardak şarabı o süper koltuğun üzerine boca etmiştim. İşin kötüsü bu o geceki üçüncü sakarlığımdı ve artık utandığımdan mı sarhoşuğumdan mı söyleYEmedim, ama ev sahibi cocuk durumun farkındaydı, o da benim durumuma bakarak la havle mi çekti ya da nerden çattık buna mı dedi bilmiyorum. Velhasıl kelam kafa bir çocuktu ve sorun yapmadı. Sonuçta güzel güzel eğleniyorduk, ama bazıları (bunu ben kendime söylüyorum) ağzıyla içmiyordu. Ama ben içimde hep bunu taşıdım, ben o koltuğa o şarabı döktüm ve doktüğümü söylemedim, ama bir sorun niye? Valla çok utanmıştım, bir kez daha bir sakarlık yaptığımı göstermek istememiştim. Ağlamak istiyorum ben niye bu kadar sakarım diye yaa...), başka başka, hmm, dolar euro artmış, Nuri Bilge Ceylan maaile Cannes'da döktürüyormuş, eksi sozlüğe erişim (güya- sadece www.eksisozluk.com- çünkü diğer adresleri sourtimes.org gibi, duruyor) engellenmiş...
Neyse ki gundem olmaktansa gundemi az bucuk sonradan da takip etmek idare eder:
Eksi sozlük le ilgili banner:
http://www.netlarus.com/eksisozluk/

Çarşamba, Nisan 19, 2006

Atık mevzusu

"Kim yapıyor vatan toprağını ve suyunu kirletmek ahlaksızlığını? "
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4276996.asp?gid=0 deki haberden sonra yapılmış bir yorum ilgimi çekti.
"biz türküz bizim halkımıza bişey olmaz. o koca koca varilleri oraya gömen hangi firmaya ait olduğuna söyliyemicek kadar kadar güclü bi siyasi iradeye sahibiz. yasaşın biz türküz
yaşasın biz müslümanız."
Pek çok şey, anlatıyor aslında yukardaki sözler.
Hürriyet gazetesinin arşivinden bu konuyla ilgili linkler:
http://www.hurriyet.com.tr/sondakika/4259760.asp?sd=2
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/4259153.asp?yazarid=93
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4278458.asp?m=1&gid=69
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4276989.asp?gid=0
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4276994.asp?gid=0
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4276995.asp?gid=0
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4276996.asp?gid=0
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=4252266&tarih=2006-04-13
http://www.hurriyet.com.tr/sondakika/4220985.asp?sd=2
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4263919.asp
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4268571.asp
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4266264.asp?gid=0
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4255732.asp?gid=69
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4255194.asp
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/4267102.asp?gid=0

Cuma, Mart 31, 2006

astronotu öldürmek

Astronotu öldürmek ya da topu havaya dikmek. Futbol argosunda gerçekten yaratıcı deyimler var. Örneğin:
agd olmak: kotu bir calim yiyerek dengesini kaybetmek.
bacağını eline vermek: rakibini ikili mücadelede kotu sakatlamak.
çift yumurta sarısı olmak: iki sarı karttan kırmızı kart görmek.
çokoprens almaya göndermek: etkili bir çalımla rakibini geçmek.
çuval: çok gol yiyen kaleci.
dansa kaldırmak: futbolcunun rakip oyuncuyu top sürmek ya da koşmak konusunda engellemek için sarılması.
dilenci çükü gibi girmek: çok zorlanarak gol atmak.
di büdü şakire dudu: dört büyükler için anadolu takımları taraftarlarınca alay yollu olarak kullanılır.
el şeyde beklemek: hiç koşmadan kendisine pas verilmesini bekleyen beleşçi forvetler için söylenir.
eşeği götünden yemlemek: kötü pas vermek.
kızı kaçırıp babasına iade etmek: penaltı kaçırmak.
Tam liste:
http://www.pisburun.net/betikyurdu/argo/index.htm

hatim şut!

Hatim Şut. Finito. It's over. Bitti.
(Salman Rushdie'nin "Harun ile Öyküler Denizi" kitabının kahramanlarından birisi. Hatim Şut'un ne demek olduğu kitapta yazıyordu ama Rushdi'nin bu kelimenin orijinali olarak ne kullandığını merak ettim ve biraz araştırmayla Khattam Shud olduğunu buldum. Ha, ne işine yaradı diyeceksiniz. Sadece merakımı gidermiş oldum. Ama kelime zaten Fars kökenli, bunun İngilizce yazılış şekli bu. Zaten Hatim kelimesi TDK sözlüğünde de son anlamında geçiyor.)
Tez bitti, tez bitmedi belki ama sonunda bitti.
İyi biten herşey iyidir.
Hatim Şut.

yeşil gol

Goller bu sefer küresel ısınmaya karşı atılıyor. Kitlesel spor etkinliklerinin genelde göz ardı edilen çevresel etkileri Almanya'da düzenlenecek olan 2006 FIFA Dünya Kupası'nda en aza indirgenmeye çalışılacak. Yaklaşık 3.2 Milyon seyircinin, 15000 gazeteci ve 12000 gönüllü ordusuyla birlikte 64 kupa maçını izlemek için Almanya'ya gelmesiyle birlikte oluşacak su, atık, enerji ve ulaşım kaynaklı çevresel sorunların ötesine geçebilmek amacıyla kurulan yeşil gol inisiyatifi, dünya kupası sırasında oluşacak yaklaşık 100 bin tonluk sera gazı salınımın etkisini de azaltmayı hedefliyor. Birleşmiş Milletler Çevre Programı(UNEP)'nın Kupa organizasyon komitesi ile 2005 Eylül'ünde yaptığı anlaşma, Haziran ayında başlayacak turnuvanın bu tarihe kadar yapılmış en çevre dostu etkinlik olabilmesi için gerekli önlemlerin alınmasını da içeriyor.
Bunun için atıkların gerek stad içinde ve gerek dışında daha verimli ve çevreci bir şekilde yeniden değerlendirilerek daha az atık üretilmesinin ve ortaya çıkacak atıkların en hızlı şekilde yok edilmesinin sağlanması, sera gazları salınımının artmasının en önemli nedeni olan artacak ulaşım talebinin toplu taşıma araçlarıyla minimize edilmesini, stadların aydınlatılmasından, havalandırılması ve ısıtılmasına kadar gerekli kaynakların daha teknolojik ve temiz enerji kullanımıyla sağlanması, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı ve kullanılan temiz suyun gereksiz tüketimin en az indirgemek için gerekli önlemlerin alınmasını içeriyor.
Pek tabii ki bunların hepsinin yapılması sonucunda bile sera gazı salınımlarında artış engellenemiyecek. Bu yüzden de yeşil gol 'ün hedeflerinden birisi olarak Kyoto sözleşmesinin Temiz kalkınma Mekanızması dahilinde Hindistan'ın Tamil Nadu bölgesinde tsunamiden zarar görmüş köylülere yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanacakları bir şekilde köylerinin yeniden inşasına yardım etmek olacak. Bunun için Alman Futbol Federsayonu projede kullanılmak üzere 500000 Euro ayırmış durumda.

Cuma, Mart 24, 2006

bulanık

Yaz tatillerinde hiç bir şey yapmadan geçen günler. Elinde nereden bulduğunu bilmediğin sütçocuğu yüzbaşı Tommiks, direnişçi Teksas veya sihirbaz Mandrake. Sıcağin tepede olduğu ve biraz da zorunluluktan evde geçen saatlerde aynı sayının defalarca okunması, yatağın üzerindeki uyuşukluk, lojmanın koridorunda kardeşle beraber yaratılan oyunlar, çorapların bir araya getrilmesiyle yapılan toplar, sonu mutlaka kavgayla biten maçlar. Akşam saatiyle sokağa iniş, özgürlük saatleri. Günlerin geçişine çakılan selam, mutlaka deniz kenardında yapılan tatil ve okulun başlayışı. Arada sırada çıkartılan ekstra aktiviteler, spor salonunda boyumuz uzasın diye gönderildiğimiz basketbol kursları. Tüm yaz tatilinin belki de boşa harcanışı. Olması gerektiği gibi geçti sanırım.

Çarşamba, Mart 22, 2006

akşam

Tartışmaya son nokta:
"Akşam herkesin kabul ettiği kadar akşamdır". (İsmet özel)

Perşembe, Mart 09, 2006

özgür iradeye deneysel bir yaklaşım

Özgür irade ve bilinçlilk konusuna nörofizyolojik bir yaklaşım olarak Libet'in bir makalesini okudum. Libet, özgür iradeye bağlı (ihtiyari, kendi isteğiyle gerçekleşen) hareketlerin hareketin başlamasından yaklaşık 550 milisaniye öncesinde özel bir elektriksel değişim ( "readiness potential (RP)" hazır olma potanisyeli) ile öncelendiğini gösteriyor. İnsan deneklerin harekete geçme niyetleri RP başladıktan 350-400 milisaniye, hareketin tam gerçekleşemesinden ise 200 milisaniye öncesinde farkında oldukları da gösteriliyor. Libet'e göre irade sürece bilinçsiz olarak başlamasına rağmen; bilinçlilik, hareketi veto etme veya etmeme, yani harekete olur verme konusundaki kontrolde açığa çikiyor.
Burada ilginç nokta şu: Bir hareketi yaptiğimız anda onu seçmiş bulunuyoruz. Yani hareketi yaptığıımız an zaman olarak sıfır anı ise, hareketi yapmayı seçme anımız zaman çizgisi içerisinde eksi bir noktada duruyor. Yani zaman içerisinde geriye doğru bir yönelim var. Tüm bunları ise şöyle okumak mümkün: Bir hareketi yapmayı seçiyorsak, öncesinde o hareketi seçmeyi seçmemiz gerekiyor. Hareket, hareketin yapıldığı anda değil, daha öncesinde yapılmış oluyor. Ve hareketin 200 milisaniye öncesine kadar da bu hareketi yapıp yapmayacağımız belli değil. Hareketi yapmak için hazır olma durumu 550 milisaniye öncesinde başlıyor ama geçen 350 milisaniye içerisinde hareketi yapmayı onaylayıp onaylamıyacağımız belli değil. Ne olursa olsun, hareketi başlatma işi belli bir özneye (agent) bağlı değil, ki bu da özne nedensellemeye karşı geliştirilebilir bir argüman olsa da, hareketi onaylama mekanızması bir öznenin eli altında. Keza bu nokta da bilinçli bir sürecin başlama noktası. Kısacası özne nedenselleme hala sapasağlam duruyor.

Cuma, Mart 03, 2006

çeviri mevzuu


Çevirmenlik zor zanaat. Kendi yaptığım amatör çevirilerden de bildiğim kadarıyla gerçekten de uğraşı gerektiren, bunun yanında çevridiğiniz dile hakimiyetinizi sınayan, çevirirken de öğrendiren bir iş. Dil biliyorum diyen herkesin bile üstesinden kolay kolay gelemeyeceği bir zorluklar bütünü. Çevirmenin çevirirken, çevirdiği kitabı yeniden yazdığını düşünmüşümdür. Pek tabii ki bir şiir kadar olmasa da, keza şiirdeki özgürlüğü bulmanız her zaman olası değildir, roman çevirmek de başlı başına yeni bir yazmadır. Bu da çevirmene istediği özgürlüğü verir. Peki bu özgürlük yazarın kendi çevirdiği kitabı da sansürlemesi hakkını da doğurur mu? Pek tabii ki değil. Eğer kitap hoşunuza gitmiyorsa çevirmezsiniz olur biter, yok kitap da hoşunuza gitmeyen paragraf(lar), satırlar varsa da herşeyden önce okura saygınızdan dolayı da sansür mekanızmanızı harekete geçiremezsiniz. Kitabınızda 1453 yılı "gülyabanilerin" geliş yılı geçiyor diye bu cümleyi Türklüğe hakaret gibi bir mefhum içerisine koyarak sansürlemeniz de doğru değildir, olamaz. Gerçekten de bu çeviri olayını "Çılgın Türkler çeviri işinde" gibi içinde Çılgın Türklerin olduğu Cin Ali serisine de sokmanızı mümkün hale getirir.
Bir de (tekrar olacak ama) Perec'in Disparation (Kayboluş) romanıyla ilgili, daha doğrusu çevirisiyle, olarak yeni tartışmalara var. Hani şu "e" harfinin hiç kullanılmadığı kitap. Gerçi kitabın yazarı gereken cevabı vermiş. Örneğin kitapta 5. bölüm neden atlanmış (ve çeviri de 6. bölüm olmuş) da, yok kitaba olmayan bölümler (26 bölüm yerine 29 bölüm) eklenmiş ve çevirmen de orjinal kitapta olmayan şeyler yazmış şeklinde. Çevrimenin lafı gediğine sokarak verdği cevapta, orjinal kitapta 5.bölümün olmamasının nedeni (bir düşünün bakalım) "e" harfinin alfabede 5. harf olması, ve bu harf Türkçe'de 6. harf olduğu için, ve evet doğru tahmin, Türk alfabesi 29 harften oluştuğu için çevrimenin kendi tercihi doğrultusunda yeni bölümler eklenmiş olmasından kaynaklanıyor. Bu tercih sorunsalı İspanyolca çeviride "e" harfi yerine "a" harfinin kullanılmasına da vesile olmuş yine aynı cevapta öğrendiğimiz üzere.
Bu polemik devam eder gibime geliyor..

Pazar, Şubat 19, 2006

Run, Forrest run!


Eeee, sizin için sorun yok. Kapatıyorsunuz pencereyi, başka bir sayfaya geçiyorsunuz. Sıkılıyorsunuz, olmadı, kapatıyorsunuz bilgisayarı. Gece oluyor uykunuz geliyor, yatıyorsunuz. Uyanıyorsunuz, işinize gidiyorsunuz. Peki ya yukardaki garibimi kim düşünüyor bakalım? Siz bu pencereyi kapatsanız, hayatınız bir şekilde devam etse de o koşmaya devam edecek. Sürekli, durmadan. Nereye koştuğunu bilmeden, niye koştuğunu bilmeden, bu soruyu bile kendine soramadan orada kalacak. Aklıma mitolojide Tanrı Zeus'un gazabına uğradığı için sürekli olarak bir dağın tepesine taş taşımak zorunda kalan ve her seferinde tam taşı yukarı çıkracakken kayıp tekrar başlamak zorunda kalan bir Tanrı (şu an adını hatırlamaıyorum) geldi. Sonsuz döngü denir bilişimde buna.
Zavallı adam...

Cuma, Şubat 10, 2006

Çevre üzerine

Aklımı son günlerde kurcalayan olaylardan birisi de çevreci tavır. Çevrecilik sürekli olarak bardağın boş tarafını mı göstermektir diye soruyorum kendime. Geçenlerde ABD Başkanı Bush'un yaptığı ve petrol yerine biyoetanole geçilmesi için çalışmalar yapıldığna dair açıklama sonunda düşünmeye başladım. Yani adamların her türlü önerisi yanlış mıdır? Eğer petrol yerine tamamıyla biyoetanolden oluşan arabalara binseydik dünya daha iyi bir durumda mı olurdu? Küresel ısınmanın etkisi azalmkla kalmayıp, petrol için yeni savaşlar çıkmaz mıydı? Sonuçta kapitalizm oldukça esnek bir sistem. "Eğer sorunu biz yaratıyorsak çözümü de biz buluruz" mantığıyla her durumdan kar üstüne kar elde etmesini bilen bir sistem. Bush'un açıklamalaında önemli bir nokta da zaten küresel ısınmaya karşılık teknolojiden istifade edileceğine dair bir güvenceydi. Beni de rahatsız eden de bu nokta. Diyelim ki biyoetanolle atmosfere gönderieln karbondiyoksit salınımı yüzde yetmislere varan bir azaltıma gidiyor. Peki, ama bu trend devam ederse, ulaşım sektorundeki talep patlamasıyla birlikte biyoetanol kullanımının da etkisi sıfıra inmeyecek mi? Yani biz kirletelim, kirletirken para kazanalım, sonra da kirlettiğimizi temizlerken de para kazanalım denim olmayacak mı? Biyoetanolle çalışan arabalar şu an Brezilya'da aktif durumda ve konvansiyel araba sayısını satış sayısını geçen sene geçti. Peki bu arabaları imal eden kim? Ford, Saab, vb büyük otomobil devleri. Sonuçta büyük şirketler ülkelerin kendi durumlarına uyum sağlayarak ceplerini doldurma işlerini iyi yapıyorlar. Ama bence bu mide bulandırıcı. Artı, bir de çevreci karşıtı olan ve iklim değişimiyle ilgilenen bilim adamlarının veya Birleşmiş Milletler İklimlerarası Çerçeve Sözleşmesinin değil Dünya Ticaret Örgütünün reçetelerinin geleceğimiz için daha iyi olacağinı savunan, küresel iklim değişikliğiyle harcanacak paranın gelişen ülkelerin su, temizlik ve gıda gibi sorunlarını çözmeye harcanması gerektiğini söyleyen, aslında petrolun kirli bir yakıt olmadığını savunan, petrol stoğunun azalmadığını,tam tersine daha minimum 500 yıl daha petrolu kullanabileceğimizi savunan kendilerine bilim adamı diyen insanlar da var. Hepsinin ortak noktası ise istatistik bilimin kullanmaları. Bir süre sonra grafiklere, tablolara boğulduğunuz bu açıklamalarda aslında çevrecilerin ne kadar da yanlış düşündüğü, bardağın dolu olduğu kanıtlanmaya çalışılıyor. Öteki tarafta da aynı şeyler oluyor. Çevreciler de aynı yöntemlerle aslında herşeyin köyüye gittiğini, modellemelerle, tablolarla, geçmiş yılların verileriyle açıklıyor. Sonra da hangisine inanacağınızı anlayamadığınız bır durum çıkıyor. Aslında çevreci karşitlığının (örneğin Lomborg'un) haklı olduğu bir nokta var. Tüm bunların nedeni aslında politik duruş. Nasıl bir dünya da yaşamak istediğinize dair bir soru. Eğer insana saygılı, çevreyle uyumlu bir dünya istiyorsanız seçiminiz farklı oluyor. Ya da tüm çözümü kirletenlerin kar etmesine dayalı bir yapılanamya bırakıyorsanız seçiminiz öteki türlü oluyor. Kısacası, dünyaya nasıl baktığınız neye inanmanızı gerektiğini size fısıldıyor. O yüzden çevrecilerin sürekli olarak bir şeylerden rahatsız olmaları bu seçimlerden kaynaklanıyor. Neyse biraz dağittım konuyu ama şeytanın avukatlığı da biraz gerkiyordu. Ama şunu da untmamak gerekiyor. Çevreciler olmasa madalyonun ters yüzünü gösterecek kalmıyacak gibi. Örneğin bu etanol nasıl üretilecek? Artan ulaşım yakıtı olarak tüm dünyaya yetebilece mi?Biyoetanolün üetimi eğer mısırdan, şerker kamışından, şerekr pancarından yapılıyorsa, elimizde tarla kalacak mı? Ya da madem gelişen ülkelere yapılacak yardım, küresel ısınmadan döğacak zarar yerine daha mantılı bir çözümse daha önce aklınız neredeydi?

Çarşamba, Şubat 08, 2006

Resim ve Tasvir (I)


Resim, New Yorker dergisinden. Dergide yayınlanan bir film eleştirisiyle ilgili olarak yayınlanmış. Yazıyı okumadım, dolayısıyla film hakkında bir bilgim yok. Sadece resimi gördüm ve o an aklıma bir fikir geldi. Acaba, ben bu resime bakarak bir tahminde bulunabilir miydim filmin konusu hakkında. Sadece resime bakarak herhangi bir yorum okumayarak film hakkında neler çıkarsayabilirdim? Ve bunlar gerçekten filmle ilgili olabilir miydi?
Bilinmesi gereken herşeyden önce bu resim filmin afişi değil. Üzerinde ne filmin oyuncular ne de adı var, ama yeni çekilmiş bir film olduğu da derginin son sayısında yer alıyor olmasından kaynaklanıyor. Başrolde Tommy Lee Jones var. En karakteristik özelliği yüz çigileri olan bir oyuncu kendisi. Yüzünde ona belirli bir karizma sağlayan ve güldüğünde daha da derinleşen bir çizgisi olan ve yaşlandıkça sanki bu çigilerin sayısı artan bir oyuncu. Oynadığı filmleri düşündükçe hep aklıma ilk önce Men in Black filmi geliyor. Siyah takım elbisesiyle uzaylı avlayan bir kahraman. Ama bu son filmi muhtemelen bir Western. Kovboy şapkası ve uzamış, yer yer beyazlaşmış sakalıyla bir kovboy bu sefer. Gözlerinde tek görülen ise umutsuzluk, yenilgi. Büyük bir menununiyetsizlik ifadesi olarak gerilmiş yüz ve dudaklar. Film Amerika'nn çöllerinde geçen bir hikayesi olan güncel bir filmde olabilir aslında. Zamanın pek öneminin olmadığı bir film de olabilir kısacası. Arkadaki çıplak vadi, bulutsuz gök, filmin en azından bir kısmının çölde geçtiği düşüncesini pekiştiriyor. Ama Western düşüncesisini artıran ise kanunsuzluk: arkada elleri kelepçeli yalvarır gözlerle bakan saçsız veya çok kısa kesilmiş saçları olan kişi. Görünütüden kim olduğunu çıkartmak, hangi oyuncu olduğunu anlamak çok zor. Ama üzerine giydiği elbise hem sıcaktan hem de geceleyin inen soğuktan onu koruyacak tek parça bir elbise. Genelde beyaz olduğunu düşünmüşümdür çölde giyinen elbiselerin. Bu da sanırım saçları ortadan ayrılmış, çekikimsi kara gözleri, kalın kaşları, mutlaka ama mutlaka bıyıkları ve kirli sakalıyla Meksika'lılalırın filmlerde çizilmiş prototip gözrüntülerinden kalmış olmalı. Ama karşımızdaki ne bir Meksika'lı ne de beyaz giynimiş. O zaman bunun iki beyaz arasında geçen daha çok bir intikam veya kaçırma filmi olduğu düşüncesini uyandırıyor. Ellleri bağlı ve çölde ölümünü bekleyen, artık bilinmez hangi hata sonucu yakalanmış ve tutsak edilmiş birisinin hikayesi. İyi ama Tommy Lee Jones bu kadar umutsuzsa, arkadaki neden yalvarmaktadır? Belki de Tommy görevinin yapmak istemeyen bir katildir. Zorlukla görevini yerine getirip getirmeme kararı vermektedir. En arkada ise konuyla hiç bir ilgi bulunmayan bir eşekimsi at. Çölü geçmek için bir zaruret. İlgisizce otlanıyor. Aynen benim gibi.

Cumartesi, Şubat 04, 2006

Dizi Manyağı

Televizyonda Las Vegas'ı seyrettikten sonra oda ma doğru yürürken yavaş yavaş dizi manyağı olmaya başladığımı düşünmeye başladım. Evet, gerçekten de, biraz da yapacak işleri olmayan ev hanımları gibi, özellikle CNBC-edeki dizilerin sıkı bir takipçisi oldum. Bir çırpıda saydım kendime seyrettiğim dizileri: Las Vegas, Scrubs, Gilmore Girls, South Park, Simsons, One and a Half Man, Arrested Development, bir aralar Cine 5 te yayınlanan Sopranos (Müjde! Tekrar CNBC-e'de başlayacakmış yayınına Mart ayında), Danimarka'da kaçırmadığım Spin City. Bunlardan bazılarını ise (Gilmore Girls ve Scrubs) ise özel olarak kaçırmamaya çalışıyprum, plan ve programımı (örneği yemek saatimi) ona göre yapıyorum. Bunun nedenleri hakkında çok düşünmedim aslında. Sadece hoşuma gisiyor, zekice kurgulanmış senaryo ve espriler bana zevk veriyor. Özellikle biryerlere gönderme yapanları. Özellikle bu tarz esprileri kaçırmadığmda acaip mutlu oluyorum.
Ama neden bunları seyrediyorum da, örneğin, OC'yi, Rome'u veya Buffy'yi sevmiyorum. Bilmiyorum.

Cuma, Şubat 03, 2006

Selülozik etanol de nereden çıktı?

demeyin, biraz dinleyin.
Evet, böyle arada sırada çevreyle ilgili yazılara bakınıyorum, ilginç olanlarını kendime ayırıyorum. Bugünkü konumuz da bu:
Kyoto Sözleşmesi'ni imzalamadığı içiin uluslararası toplumdan oldukça tepki gören ve en son Montreal'deki konferansta da küresel ısınma konusundaki duyarsızlığı ve yalnızlığı tescillenen Bush hükümeti çevre konusunda yeni açılımlar peşinde. 2 Şubat tarihinde W. Bush'un Tenneesse'de yaptığı ve çevresel bir konuyu içerdiği için pek de ses getirmeyen konuşmasında W. Bush Ortadoğu petrollerine bağımlılığı yüzde 75 oranında azaltmak için alternatif yakıtlar konusunda adımlar atmaya karar verildiğini açıkladı. Teklif, tarımsal ve odun artıklarından, taneli ekinlerden ve hızlı büyüyen ağaçlar ve otlar gibi selüloz malzemelerden elde edilen selülozik etanolun araba yakıtı olarak kullanımının 6 yıl içerisinde sağlanmasını öneriyor. Hükümet etanol ve diğer temiz enerji türlerine sağlanan federal fonları yüzde 22 artırmaya söz verirken, gerçekte önerilen miktarlar göz boyamaktan öteye pek de geçemedi. Dostlar alışverişte görsün mantığıyla, federal bütçeye göre oldukça düşük kalan bir düzeyde, selülözik etanol için 59 Milyon dolarlık artış (neredeyse Avrupa'da transfer edilen bir futbolunun maliyeti kadar, yaklaşık 900,000 YTL) ve temiz kömür teknolojileri için 54 Milyon dolarlık (yaklaşık 850000 YTL) ekstranının henüz Clinton dönemindeki değerlere bile ulaşamadığını söylemek gerekiyor. Bush hükümetinin bu teklifine Amerikalı çevreci grupları iyimser yaklaşmayı tercih ettiler.
Amma ve lakin Ortadoğu petrollerinden yüzde 75 lik bir azaltım ise tüm petrol tüketimi içerisinde sadece yüzde 15e karşılık geliyor. ABD'de 1990 seviyelerine binaen sera etkisi yaratan gaz miktarındaki artış 2003 yılında yüzde 13 olarak belirlenmiş durumda. Aynı şekilde, Bush idaresi döneminde petrol tüketimi daha önceki dönemlerdekine oranla yüzde 53 ten yüzde 60 a çıkmış durumda. Kısacası "petrol bağımlılığı" had safhada. Tüm dünyadaki 500 milyon arabanın 220 milyonun ABD'de olduğunu düşünürsek, ve mısırın fermantasyonu ile elde edilen biyoetanol ile çalışan araba oranı ise sadece yüzde 2 olduğunu bilirsek bir şeylerin yapılmasının gereklililği anlaşılır.
Araba yakıtı olarak bile biyoetanole geçiş ABD için yüzde 15 daha az sera gazı salınımı demek. Enerji Departmanı 2025 e kadar en azından petrolun yüzde 25inin biyoyakıt ile değiştirmek istiyor.
Ama gül bahçesi de değil bu konu. Örneğin bu işi 20 senedir yapmaya çalışan Brezilya'da ancak geçen sene benzin ve şeker kamışından elde edilen etanolla çalışan araba sayısı geleneksel araba sayısını geçmiş durumda.
Tüm bunlar yeterli mi peki? Biyoetanol veya biyoyakıtlar ne kadar bizi kurtatır? Her ne kadar çevre dostu arabalar önemli birer adım olsalar da, 15 yıl içerisinde tehlikeli ve geri dönülemez addedilen kirlenmenin önüne geçemeyecek. Sorunun köküne inmeden yapılacak çalışmaların hiç birisi küresel ısınmanın gerçek sorununua eğilmiş olamayacak. Ağaçlara bakmaktan ormanı göremiyen zihniyetler için sera gazı salınımlarının azaltılması sorunu, atmosfere gönderilen karbon diyoksitle sınırlı olduğu için karbon diyoksit salınım yapmayan ama hiç de çevre dostu olmayan nükleer enerjinin kullanımında patlama yapılmasına neden olacak. Veya olayı sadece ve sadece arabada kullanılacak yakıtın cinsini değiştirerek dünyanın geleceğinin kurtaracağını zannedenler de yanılacak. "Ekolojik arabalar arabalarınızı şimdikinden iki kat daha fazla sürmeniz anlamına gelmez diyor" University College London Bartlett'in yaptığı bir çalışmada Banister. Çevre konusunda duyarlılık artmadıkça ve yaşam tarzlarında değişiklik yaratılmadıkça şu enerjiyi kullanmışsın veya bu enerjiyi kullanmışşsın farketmez. Kapitalizm ve yaşanabilir bir çevre iki zıt kavramdır ve birarada bulunamaz ne de olsa.

St.Pauli..

Sankt Pauli'nin Almanya kupasinda (bizim federasyon kupasi gibi) 1. lig ekibi Werder Bremen'i elemesiyle tekrar hatırladık. Bilindiği üzere Hamburg'un (Amsterdam'in Red Light District'i gibi) kerhane ve barlarıyla ünlü semti olan ve adını sanırım Türkiye'de yaşamış bir aziz olan St. Paul'dan alan takım 3. lige kadar düşmüştü. 2000 li yıllarda birinci lige çıktığını ve aynı yıl tekrar düştüğünü (aslında 1977 2002 arası 7 kez çıkıp, 5 kez düşmüşler) hatırlıyorum, kahverengi beyaz renklere sahip takımın o çok ünlü kurukafa resimli pankartlarıyla punk ve anarşist taraftar grubunu da keza. Roskilde Rock festivalinde açtıkları standlarıyla sattıkları ürünleriyle ve endüstriyel futbola karşı benim hep Gençlerbirliği'yle hissettiğim, Don Kişot'vari bir savaşa girişini de çok seviyorum. Biraz da aynı şeyi Danimarka'da zenginlerin kolaj ve yapay toplama takımı FC Kobenhavn'la yaptıkları maçta Enternasyonali söyleyen bir taraftar grubuna sahip takım olan FC Frem'de hissediyorum. Ve bu takımların hemen hemen hiçbirinde olmayan bir seyirci ortalamasıyla seviniyorum St. Pauli için. Takımın 10 bin kişilik kombine biletlerinin 45 dakikada tükenmesiyle haz alıyorum. Almanya'da 3. lig takımının kupada yarı final oynamasıyla (Türkiye'de dönen çarklar içerisinde neredeyse imkansız olan bir durum) mutlu oluyorum. Sanırım futbolu bu yüzden seviyorum.